Bu bir “pratik mücadele içinden geçerek özneleşme” sürecidir ve devam ederse, sadece “direnişçi” olmakla yetinmeyerek kendisini iktidarlaştırma olasılığıyla yüklüdür
İktidar ve sözcüsü olduğu sermaye sınıfı, bilinçlice yürüttükleri ekonomik politikaların ürünü olan yoksullaşmanın günümüzde geldiği aşamada, yaşam için gerekli asgari ihtiyaçlar bile karşılanamaz hale gelince, işçi sınıfının meşru öfkesiyle yüzleşti. Üstelik, çok açıkça görülüyor ki, hemen önümüzdeki aylarda daha da fazlasıyla yüzleşecekler.
Sermayenin kazancını olağanüstü yükselttiği Pandemi döneminde en çok hasar alanlar, korunmadan yoksun bırakılarak çalışmaya zorlanan işçi sınıfı yığınları oldu. “Çarkların dönmesi için” çalışmaya zorlanan işçilere, iktidar ve sermaye tarafından “mükafat” olarak, hem hastalıktan en çok etkilenme hem de daha fazla yoksullaşma dayatıldı.
Tam da bu sebeptendir ki, işçi direnişleri bir müddettir zaten sürüp geliyordu. Ancak, direnen işçiler işçi sınıfının büyük gövdesinin içinde oldukça küçük bir alanı kaplıyorlardı. Yine de vardılar ve belliydi ki bugünlerin tohumlarını atıyorlardı.
İşte şimdilerde o tohumlar filizlenmeye başladılar.
Tohumların aniden filizlenivermesi, zaten deneye-yoklaya süren yoksullaştırma politikalarının “faizleri düşürme” diye pek afili bir isim verilen iktidarın son hamlesinin durumu dayanılmaz hale sokmasıyla gerçekleşti. Pahalılık, işsizlik ve güvencesizleştirme, belli eşikleri aniden geçince dayatılan artık yoksulluğun da ötesinde yerlerde süründürme ve hiçleştirilme olmuştu.
İşte, birçok yerden birden patlayıveren işçi direnişleri, kendisine dayatılan yerlerde sürünmeye ve hiçleştirilmeye işçi sınıfının meşru tepkisidir.
İktidarın neredeyse her yönden sıkıştığı ve üstelik toplumsal desteğinin de yavaş ama istikrarlı bir tarzda eridiği günümüz koşullarında yayılma eğilimine giren işçi hareketi, aynı tarzda hareket etmeye devam ederse, iktidarın en güçlü muhalefet alanı olacaktır.
İktidar açısından artık “alan boş” değil; Saray, resmi muhalefetin alışageldiği ve kolayca savuşturabildiği maskaralıklarından farklı bir muhalefetle, gerçek hayatın içindeki gerçek sorunların kendisini patlayarak dışa vurmasıyla yüzleşiyor, yüzleşecek!
Neoliberal politikaların hız ve güç kazandırdığı sermayenin toplumsallaşması (ve bağlı olarak, yaşamla ilgili her şeyin metalaşması) sürecinin geldiği aşama, pazar ilişkilerine, diğer bütün toplumsal yaşamın etrafında dolaşarak tavaf ettiği bir kutsallık kazandırdı. Ama, bu politikalar aynı zamanda, kamu hizmetlerinden küçük esnaflığa uzanan oldukça geniş bir alanda kendilerini var eden diğer yaşam-çalışma alanlarına el koyup, buraları sermayenin birikim alanlarına dönüştürmesi üzerinden, herkesi işçileşmeye ya da işsizliğe doğru itti, itmeye de devam ediyor.
İşte, sermayenin toplumsallaşması süreci dolayımıyla harekete geçen, ama gelip ona çarparak dağıtmaya güdülü olarak hareket eden farklı bir süreç de işçi sınıfının-işsizliğin toplumsallaşması gerçekliğini yarattı, yaratıyor. Bu gerçeklik, henüz tamamlanmamış, ama hedefine doğru hareket halinde olan bir sürecin içinde belirlenip yapılanıyor. Değişik çalışma hallerinden kopan çalışanlar, yaşamlarını sürdürebilmek için, farklı biçimlere bürünerek de olsa geçimini emeğiyle kazanan işçiler ya da işsizler oluyor.
Erken kapitalistleşen metropol ülkelerde en gelişmiş haline ulaşarak toplumun büyük çoğunluğunu işçileştiren-işsizleştiren bu süreç, geç kapitalistleşen ülkelerin en gelişmişlerinden olan Türkiye gibi ülkelerde toplumun çoğunluğunu belirliyor. Aynı süreç, kapitalist gelişmede en geriden gelen ve emperyalist küresel hiyerarşide “en altta” olan ülkelerde de kendisini güçlendirmeye çalışıyor.
Tam da bu yüzden, toplumun çalışabilir çağdaki nüfusunun çoğunluğu işçi ya da işsiz olduğu içindir ki, günümüzde harekete geçen işçi sınıfının iktidarın yoksullaştırma politikalarına karşı direnme eğilimi, süreklilik sağlayıp yayılabildiği ve derinleşme kapasitesi kazandığı oranda, nüfusun çoğunluğunu öyle ya da böyle etkisi altına alacak, toplumsal yaşama damgasını vuracak, iktidara ve aslında onun büyük oranda kopyası olan resmi muhalefete kendisini dayatacak, en güçlü muhalefet alanı olma kapasitesini yüklenecektir.
Öte yandan, işçi muhalefeti, sadece en güçlü muhalefet olmakla yetinmeyip, içinde oluştuğu emek-sermaye çelişkisinin “uzlaşmaz” yapısından çıkıp gelen ivmelerle, sadece iktidara ve onun kopyası resmi muhalefete değil, kendisini sürdürebildiği ölçüde, iktidarın ve resmi muhalefetin temsilcisi olduğu sermaye sistemine karşı harekete geçme potansiyeliyle de yüklenecek, “yıkıcı” ve “yeniden yapıcı” bir yapı kazanabilecektir.
80’lerin başında ilk harekete geçtiği yıllarda “Başka seçenek yok!” sloganıyla başlayıp, sonralarda “Toplum yok, Birey var!” sloganına dek yükselen bir ideolojik-politik taarruzla toplumsal bilinci hakimiyeti altına alan neoliberal politikalar, benzeri içi boş söylemlerle gölgelediği gerçek yaşamda sermaye sınıfının güçlenmesine hız ve güç verirken, işçi sınıfını bölüyor, parçalıyor, zayıflatıyor, sınıf savaşıyla sermayeden koparıp aldığı sosyal güvencelerden mahrum bırakıyordu. İşçi sınıfı dibin daha da dibine doğru büyük bir hırsla itildi, hala itiliyor ve hep böyle devam etsin istiyorlar.
Sadece “toplum” değil, “sınıf-sınıflar” da yoktu; tek tek işçiler vardı ve sermaye kazandıkça onların durumu daha iyi olacaktı.
Ayrıca, üretim alanlarında yaşanan dönüşüm, fordist üretimden post-fordist üretime geçişle başlayıp, günümüzde üretim alanlarında egemen olan bilgi-işlem süreçlerine ulaşan bir süreçte, işçi sınıfını eski “bütünsel” var olma halinden “parçalı” bir hale doğru iten yeni üretim yordamlarını hâkim hale getiriyordu. Geniş işçi yığınlarının ortak üretim yaptığı, yaparken birbirini görüp-tanıdığı/birbirine dokunduğu ve ortaklaşa davrandığı zamanlardan günümüze geldiğimizde, işlerinin birçoğunu taşeron firmalara yaptırarak küçülen ana sanayi firmalarında çoğunlukla eski dönemden çok daha az sayıda işçi çalışıyordu.
Öte yandan, hizmet iş kolunda çalışan işçiler sınıfın gittikçe artan niceliğine ulaşıyordu.
En sonunda ulaşılan “evden çalışma” ya da “şahıs şirketi kurdurup şirket sözleşmesi yaparak” çalıştırma ise, söz konusu sürecin şimdiki zirvesi oluyor. Evet, şaka değil gerçek; milyarlarca dolara hükmeden şirketlerle asgari ücrete çalışan işçiler, çalışma koşullarını sanki iki farklı şirketlermiş gibi yaptıkları sözleşmelerle düzenliyor!
Hareket halinde olan bu süreçler üzerinden işçi sınıfı geçmişteki “bütünsel” halini kaybediyor, “parçalanıyordu.” Bu durum, neoliberal sermaye saldırısının işçi sınıfının “sınıfsal var oluşunu” görülmez hale getirme yönelimine güç veriyordu.
Sermaye sınıfının egemenliği toplumun en ücra köşelerine bile ulaşan bir yayılıma ve derinliğe ulaşırken, gövdesi muazzam ölçüde büyüyerek toplumun çoğunluğunu kapsar hale gelen işçi sınıfının o büyüyen gövdesi parçalanıyor, bilinci inmeleniyor, kendisinin konumları ve ihtiyaçları ortak bir sınıf olduğunu bile göremeyecek dereceye dek çözülmeye itiliyordu.
İşçi sınıfı bir tarafa, sınıf neydi ve hani neredeydi? Tek tek bireyler vardı, güçlü olan kazanıyor, zayıf olan kaybediyordu, işte o kadar!
İktidarın en son hamlesiyle aniden sıçrayan yoksullaşma sürecinin emekçilerin yaşam koşullarını olağanüstü zorlaştırması gerçekliğinden ivmelenerek ve birbirleriyle bakışımlı olarak-birbirlerinden etkilenerek birçok şehirde birden aniden ortaya çıkan işçi direnişleri, toplumsal yaşama kışın ortasında taptaze bir bahar havası püskürttü.
Halen süren ve neoliberal karanlığı dağıtarak gerçekleri açığa çıkaran, bütün toplumsal güçlere özgüven verip, kendi ihtiyaçlarını ele geçirme hedefiyle mücadele ederek özneleşme doğrultusunda moral yükleyen bu direnişlere, işçi sınıfının yeni ve özel bir bölüğünün direnişini öne çıkararak bakalım:
En son Trendyol ve Yemek Sepeti direnişlerinde öne çıkan işçi bölükleri kuryelerdi.
Onlar çok kısa bir zaman öncesine kadar sadece bir “motorcuydu”, ama gün oldu devran döndü, şimdi artık “işçi sınıfı kahramanı” oluyorlar.
Peki, ama nasıl?
Neoliberal dönem, sermayeyi bulutların üstüne yükseltip görünmez kılarken, işçi sınıfını da bataklıkta boğarak görünmez kılmıştı.
Ama hayat sürüyor, iki uçtan görünmez olma durumuna rağmen, gerçek yaşamda hükmünü sürdüren sermayenin azgın saldırısının sonuçları emek-sermaye uzlaşmazlığının derinliğini ve sertliğini gittikçe daha çıplak hale getiriyor, “görünmez olanı” en görmek istemeyene bile gösterecek bir vahşet haline sokuyordu.
Sermayenin sömürüsü en vahşi haliyle uygulandıkça, sermaye birikimi inanılmaz zirvelere çıkarken; işçiler, yoksulluğun ve güvencesizliğin sürekli daha dibine sürükleniyordu.
Sömürü gerçekliği en vahşi en çıplak haliyle gittikçe daha sertleştiği bir yapılanma süreci içindeyken, tümüyle sermayenin elindeki medya imkanları “Toplum yok, sınıf yok, birey var!” söylemini toplumsal bilince önce sızdırıp, yerleştiriyor, sonra derinleştiriyor ve nihayet tümüyle hâkim olup belirlediği bir güce ulaştırıyordu.
Neoliberal politikaların bu denli başarılı olmasında, farklı etkenler de devredeydi.
İlkin, ilk işçi devleti olan Sovyetlerin çözülmesi, yarattığı dünya çapında sarsıntılarla, sermayeye özgüven kazandırıp emek güçlerinde moral bozukluğu-kendine güvensizlik oluşturarak, sınıf savaşı içinde tarihsel olarak oluşmuş emek-sermaye dengesini bozuyordu. Bu durum, emeğin çözülüp dağıldığı ama sermayenin (kendisini sürekli şişirip şımarıklar yapacak düzeyde) bir özgüven kazandığı özel bir tarihsel dönem/toplumsal ve siyasal nesnellik yaratıyordu.
İkincisi, öncesindeki sınıf mücadelelerin belirleyip yapılandırdığı emek-sermaye dengesini gözetmek zorunda olan burjuva devletleri, dengenin emeğin aleyhine hızla çözülmesini fırsat bilerek, kendilerinin geçmişte denetlemek zorunda kaldıkları sermaye odaklı içeriklerini/yapısal eğilimlerini hiç sınırlamadan açığa çıkarıyordu.
Burjuva devletlerinin tümü devletin toplumsal yaşamın tümüne binbir biçimde yayılmış ideolojik ve zor aygıtlarını en güçlü halleriyle çalıştırarak, sermaye birikiminin rasyonellerini normalleştirmeye ve günlük yaşamın her halini sermaye birikimine hizmet eder hale sokmaya çalışıyor, geçmişte işçi sınıfının kazandığı bütün haklar hızla tasfiye ediliyor, işçi güvencesizleştiriliyor, sermayenin kölesi haline sokulmaya çalışılıyordu.
Üçüncüsü, her ne kadar “zafer sarhoşluğu” yaşıyor olsa da, aslında yapısal özelliği olarak 70’lerde ortaya çıkıp hükmünü sürdüren kâr oranlarının düşme eğiliminin baskısı altında olan sermaye, bu baskıdan kurtulabilmek için dünyaya dayattığı neoliberal dönemin farklı yönlere yayılan çok zengin önlemleriyle, üretim süreçlerinde değişiklikler yapıyordu. Sermaye, bir yandan bütün toplumsal güçleri işçileştiren mülksüzleştirme-niteliksizleştirme süreçlerini hayata geçirirken, işçi sınıfının geleneksel konumlanışını dönüştüren çok yönlü uygulamaları hayata geçiriyordu.
İşçi sınıfı eski dönemdeki “bütünselliğini” büyük oranda kaybettiği “parçalı” bir konumlanmaya sokuldukça, “sınıf olma” bilincini güçlendiren “bütünsellik” ve “ortak davranma” kapasitesi güç kaybettikçe; tek tek işçilerin kendilerini “bir sınıfın parçası” olarak görme yerine “çalışıp parasını kazanan yalnız bir birey” olarak görme bilinci güçleniyordu.
O bir “motorcuydu”, işçi sınıfının bir parçası değil, yalnız ve maceracı bir bireydi!
İşte, “işçi sınıfı da ne demek”, “sınıflar geçmişte kaldı” ya da “sınıf zaten gerçekliği olmayan bir söylemden başka bir şey değil ki” tarzındaki içeriği boş ama neoliberal dönemin güç dengeleri içinde gerçekliği örtebilen söylemler her yeri kolayca kaplayıverdiyse ve bizzat işçiler dahil olmak üzere bütün toplumsal bilince derinlemesine yerleşip hâkim hale gelebildiyse, tam da böylesi tek yanlı bir sermaye-egemen tarihsel dönemin uydurma söylemlerin önünü açıp güçlendirmesi sayesindedir.
Her şey bireysel gelişim-kapasite tarafından belirleniyor, daha çalışkan, güçlü ve yetenekli olanlar “yukarılara” çıkıyor, diğerleri toplumsal düzenin kademeleri içinde aşağıya doğru kendi kapasitelerine uygun yerlere yerleşiyorlardı. Bu böyleydi, herkes sorgulamadan durumu kabullenmeli, kendi yerinde kendine düşeni yapmalı, toplumsal düzeni bozmamalıydı. Bu düzen ne kadar sorunsuz işlerse herkes o oranda rahat edecekti.
Elbette, toplumsal düzenin egemenler tarafından ve kendi egemenliklerinin sürekliliğini sağlayacak bir yapıda, kimilerinin önünü açıp başkalarının önünü tıkayan bir şekilde bilinçlice yapılandırılmış olduğundan bahsedenler de oluyordu, ama onlar zaten “düzen bozucu teröristler!” olarak damgalanıyor, medyanın ve devletin ideolojik aygıtlarının günlük yaşamı tümüyle kontrolüne almış olan işleyişinin gürültüleri arasında sesleri duyulmuyordu bile.
Her şey sermaye güçleri tarafından, sermayenin ihtiyaçları doğrultusunda yapılandırılmıştı, dünya bir sermaye cenneti-halk/işçi cehennemi olarak kontrole alınmıştı.
İşte, bu sermaye cennetinin günümüzde geldiğimiz aşamasında, sermayenin açgözlüce saldırıp yağmaladığı vahşi ormanlardan yayılıveren bir virüs bütün dünyayı sarsar ve dünya halkları sağlıksızlık, işsizlik, yoksulluk ve güvencesizlik cehenneminde yanarken; en tepedeki sermaye güçleri aynı dönemde kazandıkları utanç verici yüz milyarlarca doları kasalarına akıtıyor ve yetmiyor olacak ki arsızca sırıtarak pozlar veriyor!
İktidarın “faiz indirimi” kod adlı yeni yoksullaştırma saldırısının hedefine ulaşarak yarattığı olağanüstü yoksullaşmanın halkın asgari yaşam olanaklarını bile elinden koparıp almasıyla tetiklenen ve öncesinde yaşanan işçi direnişlerinin çok üstünde bir ivme ve kararlıklıkla halen de süren, sürdükçe oraya buraya sıçrayarak yayılan işçi direnişleri, unutulan ama aslında toplumsal yaşamı güçlü bir ivmeyle belirleyen bir toplumsal gerçeği aniden gün yüzüne çıkarıverdi:
Sermaye-Emek uzlaşmaz zıtlığı ve bu muazzam gerginlikteki uzlaşmazlığın yarattığı sınıf savaşı!
Uzun on yıllar süren neoliberal dönem boyunca itinayla hesaplanarak ve binbir kurnazlıkla desteklenerek uygulanan üstünü örtme, gizleme, sanki yokmuş gibi davranma ve bütün bunları toplumsal bilince derinlemesine nakşedip “normalleştirme” faaliyetinin “sınıf savaşı” gerçekliğini “yok etme” yönündeki kazanımları şimdi zorlanıyor, dağılıp yok olma riskiyle yüzleşiyor.
Sermaye, mesela Yemek Sepeti’nde ve Migros’ta bütün alçaklığı, acımasızlığı, kibri ve işçi düşmanlığıyla açığa çıkıverdi. Hatta öyle oldu ki, Nevzat Aydın ve Tuncay Özilhan gibi şahısların nobranlığı üzerinden kişiselmiş olarak görülüp, teşhir oluyorlar.
Ve henüz yolun başındayız, alıştıkları rahatları daha da fazlasıyla bozulacak, “gizlice” yürüttükleri sınıf savaşını şimdi olduğu gibi daha açık yapmak zorunda kalacak, işçilerin bakış açısından “nefret nesnesi” ve “düşman” olarak görülecekler.
Öte yandan, daha önce kendisini “motorcu” olarak gören işçiler de artık kendilerini “motorla çalışan bir işçi” olarak görmeye başlayacak, kendisinin alın yazısı ya da yetmezliği, aptallığı, şanssızlığı veya başka bir kişisel durumu yüzünden başına geldiği sandığı yoksulluğun, zorlu hayat koşullarının ve sürekli daha da dibe doğru sürüklenişinin, “özel” değil “genel” bir sorun olduğu gerçeğini önce sezecek, sonra mücadele içinde derinlemesine kavrayacak.
O kavrayış derinleşme yolunda ilerledikçe, sınıf bilincinin tohumları atılıyor, atılacak!
O arada, mücadele içinde daha önce pek de fark etmediği bir gerçek daha bilincinde yer etmeye başlayacak, ki kendisi yalnız değil; olup bitenler hemen yanıbaşında olan arkadaşının da başına bela olmuş, o da aynı durumda! Artık, o sadece bir “arkadaş” değil, aynı zamanda “toplumdaki konumu” ve “ihtiyaçları” açısından ortaklaştığı birisidir.
Sınıf bilincinin tohumları buradan/sınıf kardeşliği üzerinden de işçinin bilincine serpilecek!
Ayrıca, yoksullaşmanın dayanılmaz bir boğuculuğa sıçramasıyla içine girdiği ihtiyaçlarını karşılama mücadelesi, aynı zamanda, o mücadelenin “kime-kimlere” karşı verildiği gerçeğini, bizzat direniş alanında bir biçimde karşısında olan sermaye güçlerinin düşmanca tutumlarıyla açığa çıkaracak!
İçinde çırpınarak ayakta kalmaya çalıştığı yoksulluk, öyle kendisinin eksikliğinden ya da ne olduğu bilinmeyen bir sebeple değil, sermaye güçlerinin açıkladığı olağanüstü kazançlarından utanmadan (Yemek Sepeti ve Migros pandemi boyunca en çok kazanan şirketlerin içinde!) kendilerine dayattığı bir durumdur.
İşte, sınıf bilincinin en önemli ögelerinden üçü tam da buralardan güçlü bir ivmeyle tohumlanacaktır:
Kendisinin sadece bir birey değil bir sınıfın mensubu olduğu, sınıf arkadaşlarıyla ortak ihtiyaçlarını karşılama için verdiği mücadele/sınıf savaşı ve karşısında duran sermaye güçlerinin “düşman” olduğu gerçeği!
Şimdi yaşadığımız işçi direnişleri, on yıllar süren uzun neoliberal dönem boyunca gökyüzüne çıkarılıp adeta kutsallaştırılan ve görünmez kılınan sermayeyi, yüzündeki bütün parıltılı makyajları silerek, olanca vahşiliğini ve her şeyi kendisinin yapma yönündeki gözü doymazlığını açığa çıkararak yeryüzüne indirecek, işçi sınıfının ve halkın düşmanı olduğu gerçeğini açığa çıkaracaktır.
Tam tersi yönden akan başka bir sürecin içinde de, uzun on yıllardır boyun eğdirilip zavallılaştırılan, yoksulluk ve güvencesizlik bataklığında boğulan işçilerin, düşmanı sermayeye karşı mücadele içinde, bir sınıf olduğu gerçeğiyle yüzleşip kavramasını sağlayacaktır.
İşte, günümüzdeki direnişlerde, aslında tarihsel bir yeni dönemin ilk adımları atılıyor, “sınıf savaşı” gerçekliğinin somut olarak yaşanmasına, açılıp saçılarak alan kazanmasına, derinleşerek güçlenmesine ve bu sürecin yürütücüsü öznesi “işçilerin”, sınıflarına içkin bütün yapısal kapasiteleri mücadeleyle kazanıp, toplumun içine sürüklendiği çok yönlü krizlerden çıkışın öncü gücü olarak kendilerini günümüz koşullarında yeniden inşa etmesine şahit oluyoruz.
Sınıf savaşı gerçeği, üstü örtülerek gizlendiği yerlerden bütün gücü ve çıplaklığıyla çıkıp geliyor, medyanın önümüze yığdığı sahte sorunları dağıtarak kendi gerçeği üzerinden yeni bir topluma doğru gidişin yollarını inşa ediyor!
Günümüzde aniden ortaya çıkıp hızla yayılan işçi hareketi, daha çok sendikasız işçiler tarafından yürütülüyor. Ama hareket böyle başlamayabilirdi; hatta tam tersine, metal işkolunda yaşanan toplu sözleşme sürecinde BMİS’in alacağı inisiyatifle başlaması olasılığı daha güçlüydü.
İşçi sınıfının yoksullaşma düzeyi o noktaya yükselmişti ki, bu düzeydeki kayıpları telafi etmeye denk düşecek maddi ve sosyal kazanımlar ancak kararlı ve cüretli bir mücadeleyle elde edilebilirdi. Arkalarındaki desteğin pek de gizlenmemiş bir halde sermaye ve devlet güçleri olduğu görülen sarı sendikaların böylesi zorlu mücadeleyi göze alamayacakları, onun da ötesinde en büyükleri olan Türk Metal söz konusu olduğunda zaten öyle bir dertlerinin olmadığı belliydi. İlerici-demokrat sendikacıların görev aldığı BMİS ise, sarı sendikaların öncüğünde kurulup her sözleşme döneminde dayatılan “sermaye yanlısı teslimiyetçi statükodan” kopuşma potansiyeli taşıyor, sendika ve örgütlü metal işçileri bu yönde hazırlıklar yapıyordu.
Öyle olmadı, BMİS statükodan kopuşmayı göze alamadı, iki sarı sendikayla ortaklaşarak sözleşmeyi imzaladı ve köşesine çekildi. Daha önce İstanbul’da belediye iş kolunda Genel-İş odaklı olarak yaşanan toplu sözleşme sürecinde yaşananlar da benzeri hatta daha olumsuz bir süreç içinde gerçekleşmişti. Hakları için harekete geçip mücadele alanlarına toplanan belediye işçileri sendika tarafından ciddiye bile alınmamış, “bilmem hangi çok yüksek dengelerin” uğruna işçilerin ve taleplerinin dışlandığı toplu sözleşme sürecinde, aslında herhangi bir grev tehdidiyle zorlanmadığını iyi bilen işveren belediyenin istekleri yönünde sözleşme imzalanarak işçilere dayatılmıştı. Çoşkuyla greve hazırlanan hatta iş alanlarında ilk grev ateşlerini yakan işçiler ise, hiçbir fikirleri alınmadan imzalanan toplu sözleşme ve “işe geri dönün!” dayatmasıyla en ağır halde aşağılanmış, adeta ite kaka işyerlerine geri döndürülmüştü.
Sendikacıların, en ilerici olanların içinde yer aldığı yerlerde bile, Nakliyat-İş gibi birkaç istisna dışında oldukça güçlü bir tarzda içinde olduğu “teslimiyetçi statükoya” sımsıkı bağlı olduğu, içinde gevşediği ve daha fazlasını alabileceği kendisine ima edilen imtiyazları kaybetmek istemediği, onları riske atacak bir mücadele sürecine girmeme konusunda kararlı olduğu, hatta statükoyu bozacak düzeyde örgütlenip üye kazanmakta bile isteksiz olduğu anlaşılıyordu. İşçiler ve ekonomik-demokratik düzeydeki işçi hakları, ancak ve sadece sendikal statünün sürekliliği için “araç” olarak kullanılabildiği oranda önem kazanabiliyor; sermayeye karşı sınıf mücadelesi ise, sendikacıların bakış açısından “arkaik” görülüyor, gündeme bile alınmıyordu.
Öte yandan, sendikacıların statülerini koruma yönündeki eğilimlerini önceki yıllarda yaşananlardan iyi bilip dersler çıkaran sermaye ve devlet güçleri de, sınıf hareketi içindeki bu zayıf noktaya oynuyor, sendikal statüyü sınıfı “içerden” darbeleme “aracı” olarak kullanıyordu. Sendikal alanın büyük çoğunluğunu ele geçiren böylesi bir “sisteme içerme” operasyonu, bir biçimde en ilerici sendikacıları bile etkilemeyi başarabiliyordu. Özellikle Koç Holding, sınıf mücadelesinden “çok çekmiş” bir sermaye grubu olarak, geçmişte yaşadıklarını bir daha yaşamamak arzusuyla söz konusu “içerme” operasyonunun en aktif gücü olarak davranıyordu.
İşte, rasyonel olan günümüzdeki işçi hareketinin ilerici sendikalarda örgütlü ve işçi hakları hakkında az çok bilinç sahibi olan metal işçilerinin öncülüğünde başlayıp yayılmasıyken, bu olasılığın önünü kesip boğan sendikal statüko, sürecin böyle akmasını engelledi.
Sendikal alanda işçi hareketini inmelendiren bu durum, işçi denetiminin sadece kongrelerde değil sendikal faaliyetin her anında ve her adımında tüzüksel olarak örgütlendiği, sendikacı maaşlarının ortalama işçi ücretlerini aşmadığı, işyeri-havza temelli taban örgütlenmeleriyle sendikal bürokrasinin bir yönetici statükosu oluşturmasının engellendiği ve işçi sınıfının ihtiyaçlarını savunmanın sendikanın omurgası olduğu bir gerçekliğin sendikalarda hâkim hale gelmesiyle aşılabilir. Günümüzdeki işçi hareketi böylesi bir gerçekliğin filizlenip güç kazanması için bolca fırsat veriyor.
Güncel işçi hareketi ise, her ne kadar sendikal bir destek alamasa da, ülkenin içinde olduğu kaotik ortamla bağımlı olan başka bir rasyonalite üzerinden hamle yaptı: Örgütsüz hatta işçi olma bilinci bile taşımayan, üstelik epey bir kısmı milliyetçi-dinci ön yargılarla bilinçleri inmelenmiş olan işçi yığınları harekete geçti.
Kaotik ortama özgü kaotik rasyonaliteler aniden ortaya çıkıp harekete geçebiliyor ve hızla güç kazanabiliyordu. Dolayısıyla, önümüzdeki dönemde sadece işçi hareketinde değil başka halk hareketlerinde de, içinde bulunduğumuz kaotik ortamın içinden aniden çıkacak böylesi “sürprizlere” hazırlıklı olmak gerekiyor.
İşçi hareketindeki ani parlama, Trendyol, HepsiJet, Scotty, Yemek Sepeti gibi aslında taşımacılık iş kolunda işçi olarak çalışan, ama neoliberalizmin işçi düşmanı bilincinin kurnazlıklarıyla hukuken işçi değil esnaf ya da çalışma statüsü ne olduğu belirsiz bir durumda çalıştırılan işçiler tarafından başlatıldı.
Bu işçiler, işçilik statüsüyle değil, sermaye tarafından zorlanarak kurmak zorunda bırakıldıkları “şahıs şirketleri” üzerinden ana şirketle “iş anlaşması” yaptırılarak işe alınıyor, dolayısıyla herhangi bir sosyal hakka sahip olamıyor, hatta iş aracı olan motorunu bile çoğunlukla kendisi kredi çekerek alıyor, kaza olursa hastane masraflarını kendisi ödüyor, sadece çalıştığı saatler üzerinden kazanıyor, iş için beklediği saatlerde ücret alamıyor, performansı anbean takip edilerek sürekli olarak daha hızlı çalışmaya zorlanıyordu.
Neoliberalizmin günümüzde ulaştığı bu vahşi düzenin içinde, işçiler kendilerinin işçi değil “esnaf” olduklarına inansınlar isteniyor, işçi sınıfının mücadelelerle kazandığı hiçbir haktan faydalanamamaları sağlanıyordu.
İşte, günümüzdeki direnişler, her birey işçinin sadece birey olarak kendisine dönük bir bilinç ve davranışa zorlandığı, işçi ya da işçi sınıfı gerçekliğinin derinlere gömüldüğü koşullarda, tam da bu alçaklığın en son ve en gelişmiş biçimlerine büründürüldüğü iş alanlarından patlayarak çıkıp geldi.
Şimdi, sermaye-devlet ortaklığının her türlü yolu kullanarak on yıllardır olağanüstü bir güçle yaptığı taarruzun son aşamasında inşa ettiği bu mevziler sarsılıyor.
Peki, direnişin sermayenin en ileri mevzilerinde patlaması rastlantı mı? Asla!
Her ileri adım attıklarında “oh, bunu da hallettik, atalım cebe” sarhoşluğuyla keyiflenseler de, gerçeklikte o her “ileri” adımda işçileri daha derin bir yoksulluğa ve güvencesizliğe itiyor, sisteme yüzeysel de olsa bir biçimde eklemlenebileceği olası her türlü bağı koparıp atıyor, gelecekle ilgili hiçbir hayale fırsat vermiyorlardı. Sermaye, kendisi için “cennet” kurarken işçilere “cehennemi” dayatarak, işçileri isyana teşvik ediyor, isyanın ateşini kendileri körüklüyordu.
Motorlarıyla iş yetiştirebilmek için kendilerini tehlikeye atarak oraya buraya gidip gelen kuryeler, “faiz indirimi” kod adlı yeni yoksullaştırma saldırısı koşullarında, hiçbir sosyal haktan faydalanmadan ve üstelik asgari ücretle çalışmaya sürüklenince, iyi bildikleri sokakları bu sefer öfke patlamasıyla doldurdular. O sokaklar artık sadece ekmek parası kazandıkları iş alanları değil, direniş amacıyla hareket ettikçe, kendilerini ve ne yaptıklarını keşfedip sınıf bilinci kazanma sürecinin içinde ilerledikleri “eğitim” alanları!
Neoliberal on yılların zafer sarhoşluğuyla davranan Yemek Sepeti patronu Nevzat Aydın ve arkasındaki Alman Delivery Hero şirketi burunlarını kibirle havaya kaldırıyor, üzerlerinden milyarlar kazandıkları işçileri görmezden gelip aşağılayarak muhatap bile kabul etmiyor!
Önceden söyleyelim, bugünkünü mumla arayacakları büyük bir yangını körüklüyorlar! Kendileri semirirken yoksulluğun dibine ittikleri binlerce emekçi, sadece “işçi” olduğunu ve “işçi sınıfı” gerçeğini anlamıyor; aynı zamanda, bütün çirkinliği ve vahşiliğiyle “sermaye” gerçeğini de görüp tanıyor.
İşçiler, genç, mücadele deneyimine sahip değil, bu türden eylemlere tümüyle yabancı, olup biten neredeyse her şey onlar için yeni. Üstelik, direniş sürecine girdiklerinde geçmişte bütün topluma olduğu gibi kendi bilinçlerine de yüklenen milliyetçi ve dini suistimal eden ideolojilerle ya da kışkırtılan lümpen popüler kültürle, bireycilikle doluydular.
Ama, geçen her gün, bizzat kendi yapıp ettikleriyle bambaşka bir bilinçle yükleniyorlar.
İşçiler, halk tarafından her yerde desteklendikçe ya da siparişler düştükçe, toplumsal dayanışmanın ne olduğunu görüp anlıyorlar.
Direniş ön açıyor, ön yargılar dağılıyor, süreç içinde işçi sınıfının yeni ve özel bir kuşağının bilinçli öncüleri filiz veriyor.
Toplum da, bilinç ve davranış düzeyinde, işçilerden yana sermayeye karşı bir konuma yerleşmiş durumda: Neoliberal on yılların toplumları esir alan hegemonik bilinci çözülüyor; sermayenin mutlak egemenliği, açgözlü acımasızlığı ve nobran saldırganlığı üzerinden açığa çıktıkça, sermayenin sorgulandığı bir yeni sürecin ilk adımları atılıyor.
Aynı sürece başka bir açıdan bakarsak, sınıf hareketi kendisi olarak sürdükçe, sadece işçi sınıfının yeni haliyle oluşumu ve bu oluşumun içinde gerçekleştiği sermayeye karşı verilen sınıf savaşı üzerinden “sınıf mücadelesi” ve “sermaye” olgularına yönelik bilinçler filizlenmiyor. Aynı zamanda, hangi kimlik ya da inançtan olursa olsun hepsi ortaklaşarak sermayeye karşı birlikte hareket halinde olan işçilerin bilincinde, egemenlerin sınıfı bölmek için körükledikleri etnik ve inanç farklılıkları üzerinden düşmanlaştırma hesaplarına da çözülme yönünde baskı yapıyor.
Öte yandan, elbette başka birçok işkolunda da direnişler yaşanıyor, benzeri süreçler oralarda da farklı biçimlere bürünerek ama esasında aynı temel bilinçlenme yollarından ilerliyor.
Aynı zamanda, ortaklaşa paylaştıkları ağır yoksullaşma koşulları yüzünden, kimisi nasıl ödeyeceğini bilemediği elektrik faturalarıyla başkaları ödeyemediği kirasıyla ya da karşılayamadığı çocuğunun eğitim masraflarıyla veya sağlık, ulaştırma zamlarının baskısıyla bunalan ve bazıları sokaklara çıkmaya başlayan bütün halk güçleri, işçi direnişleriyle gönül birliği kuruyor, destekliyor, ortak bir direnişçi halk gerçekliğinin ilk adımları atılıyor.
Bu bir “pratik mücadele içinden geçerek özneleşme” sürecidir ve devam ederse, sadece “direnişçi” olmakla yetinmeyerek kendisini iktidarlaştırma olasılığıyla yüklüdür.
Öncesindeki dağınık, düşük tempolu ve dar alanda yaşanan ama gelecek için umut veren işçi direnişlerini bir anda hızla aşarak kendisini var eden güncel işçi direnişleri, iktidar ve resmi muhalefetin bir madalyonun farklı yüzlerinden başkası olmadıklarını her gün yeniden gösteren kısır didişmeleriyle kirlenen ülkenin siyasal atmosferine taze ve diriltici bir temiz hava yayıverdi.
Öncesinde Kürt halkının özgürlük mücadelesinin ve kadın kurtuluş hareketinin güçlü hamleleriyle ve doğa savunucularının ve öğrenci gençliğin yeterince güçlü olmasa da güçlenme potansiyeliyle yüklü hareketleriyle kendisini var eden halkçı-demokratik muhalefet, günümüzde yeni bir toplumsal güç alanıyla tanışıyor: İşçi sınıfı!
İşçi sınıfı, hem emek-sermaye uzlaşmaz zıtlığı üzerinden yüklendiği devrimci potansiyelleriyle hem de toplumsallaşma düzeyinin yüksekliğinin ürünü olarak ulaştığı kitleselliğin çalışabilir nüfusun çoğunluğunu oluşturmasıyla ve dolayısıyla, bünyesinde diğer bütün muhalif halk güçlerini barındırıyor olmasının verdiği güçle, toplumsal ve siyasal alanda belirleyici olma kapasitesini taşıyor. Bu anlamda, işçi sınıfının hızla yükselen direniş dalgası, sadece ekonomik-demokratik değil belirleyici siyasal sonuçlar yaratma olasılığını da güçlü olarak barındırıyor.
Ancak, bu potansiyelin/olasılığın kendisini açığa çıkarıp bir belirleyici güç haline sokması, işçi hareketinin içinden kendiliğinden çıkıp gelmez; siyasal alandan gelen müdahaledir ki, işçi sınıfının ve hareketinin “yıkıcı” ve “yeniden kurucu” potansiyeline can suyu verir, onu siyasallaşma yönünde filizlendirir, güçlendirir, ustalaştırır, sermayeye karşı vermeye güdülü olduğu sınıf savaşında ihtiyaç duyduğu taktik ve stratejilere kavuşturur.
İşte, günümüzün acil ihtiyacı, hızla yayılma eğiliminde olan işçi hareketiyle, onun siyasallaşmasına destek olacak siyasal öznenin/öznelerin ortaklaşmasıdır. Böylesi bir ortaklık, siyasal özne açısından, ilk adımda işçi direnişleriyle iç içe bir var oluşa sahip olmayla başlayabilir. “Orada olmak”, ama öylesine değil, bütün engellere rağmen kararlı ve ısrarlı bir duruşla, işçi direnişleriyle kader ortaklığı düzeyinde kaynaşarak ve ortak bir yaşam kurarak “orada olmak” gerekiyor.
Sadece “orada olmak” da yetmez, doğru biçimde ve doğru bir taktiksel duruş ve söylemle “orada olmak” gerekiyor. Bu ise, genel geçer yüzeysel ajitasyonlarla değil, günümüzün işçi direnişlerinin “ne olduğunu” ve “orada” yüzeydeki olup bitenlerin altında “neler yaşandığını” çok yönlü ve derinlemesine kavramakla gerçekleşebilir.
Sosyalist hareketimiz, yazılı ya da sözel alemde en çok istenen “olay” pratikte gerçekleşiyor olmasına rağmen, güncel işçi hareketine inanılmaz zaaflarla yaklaşıyor.
Bazıları “ziyaret edip sosyal medya portallarına fotoğraf verme”, kendilerine ait bayraklarını ya da harflerini/isimlerini gösterme, slogan atma, konuşma yapma ya da bir biçimde direnişle ilişkideyse yaşanan direnişle ilgili mülkiyet iddiasında bulunma gibi tutumlarla sınırlı bir “ilişkilenmeyle” kendilerini gösteriyorlar.
Bu tutumlar daha çok sosyalist hareketimizin “militan” diyebileceğimiz kesiminden geliyor.
Dışsal-sıradan-sorumsuz-yüzeysel ve “lise müsameresi” tadındaki böylesi yaklaşımlar, üstelik “bağımsız-devrimci siyasal tutum” olarak sunulabiliyor. Öyle ki, bu güçlere göre ancak böyle tutumlardır ki işçi hareketini siyasallaştıracak, aksi halde sınıf hareketi kendiliğindenciliğin içinde boğulup sönümlenecektir.
İşçi sınıfının “yoksulluğuyla” ve “ihtiyaçlarıyla” özdeşleşmeyen, derdini dert edinmeyen, henüz çoğunun “sağ” eğilimlerle kirlenmiş bilinçlerle hareket ettiğini, ama hareket ettikçe “sınıf olma” ve “sermayeyi düşman görme” bilinciyle donandığını değerlendiremeyen bu hareketler; sahip oldukları devrimci-militan enerjileriyle aslında yeniden ayağa kalkmaya ve o kalkış içinde “kendisi” olmaya çabalayan işçi sınıfına büyük katkılarda bulunabilecekken, ön ve de bön yargılarla inmelenmiş bilinçleri ve davranışlarıyla tam tersi bir noktaya savrularak neredeyse “bozguncu” olma tuzağına sürüklenmektedir.
Sınıfın siyasal öznesi olmak yerine, toplumu dönüştürecek yeni bir tarihsel dönemin açılış sanıcılarını yaşadığımız görülmüyor ve şimdiye kadar hiçbir sonuç doğurmayan-şimdiden sonra da doğurmayacak bir tarzla direnişlerle ilişkileniliyor. O zaman da, “içe kapalı” kendi sekt ya da gruplarının iç gündemleriyle sınırlı bilinçle davranarak, kendi isimlerini, bayraklarını ve söylemlerini öne çıkarıp propagandasını yapma ve o arada 3 ya da 5 işçiyi kazanma hedefleniliyor.
Yaklaşım tümüyle araçsaldır!
Yaşanan direnişin/direnişlerin kendisine yoğunlaşma ve bu sahici yoğunlaşma üzerinden sınıf hareketinin yeniden doğuşuna müdahale ederek, hem sınıfın acil ihtiyaçlarını kazanmasına destek olma hem de sınıfın başka değil de sermaye sistemine karşı bir zeminde siyasileşmesini hedefleme yerine; sınıf, sınıfın ihtiyaçları, o ihtiyaçları elde etme gerilimiyle davranarak kendisini oluşturması süreci bir “araç” olarak görülerek önemsizleştirilmekte; henüz ilk adımlarını ürkerek, deneye-yoklaya ve acemice atan, üstelik on yıllardır dini ve milliyetçi söylemlerle işgal edilmiş bilinçlere sahip olan işçilere, zaten önyargılarla doldurulmuş oldukları kimi tutumlarla, bayraklarla ve söylemlerle yaklaşılmakta, hızla-hemen bilinçli bir sınıf hareketine dönüşüvermeleri beklenmekte, hızla-hemen sonuç almak istenmektedir.
Böylesi tutumların sonuç almak bir yana, tam tersine ön yargıları kışkırtacağı, sollarımızın bu türden zaaflarını iyi bilen ve bekleyen sermaye güçleri tarafından kullanılarak direnişlerin çözülmeye çalışılacağı açık değil midir?
Kendi devrimci-militan enerjimizi ve işçi hareketine destek olma ya da onunla kaynaşma yönündeki meşru isteğimizi, gerçek yaşamdaki her durumda olduğu gibi, güncel işçi hareketinin de, içinde olduğu toplumun binbir gerçekliğinin içinden çıkıp gelen binbir dolayım kanalıyla sarılıp sarmalandığını görerek pratikleştirmemiz gerekiyor. Hareket, boş bir “arazide” değil, bir dizi dolayımla sarmalanmış bir toplumsal alanda yaşanıyor.
Devrimci-komünist irade, her somut durumun kendi özgünlüğü kavrayıp, onu saran gerçek dolayımları gözeterek hareket etmeyi becerebilmeli, olayın tarihselliğine ve zenginliğine denk düşecek binbir biçime bürünerek kendisini pratikleştirmelidir. Ancak, öyle hareket etmek becerilebildiği orandadır ki, güncelle sınırlanamayacak devrimci-komünist tutumlar güç kazanacak ve yol alabilecektir.
Ardışık değil birbirini etkileyerek-birbirleriyle bakışımlı ilerleyecek bir süreç söz konusudur.
Kendi başına pekâlâ “güzel tespitler ve söylemler” olarak kalabilecek devrimci-komünist irade, böylesi zengin biçimlere bürünerek pratiğin-gerçek yaşamın içinde kendisini gerçekleştirebildiği ve yol alabildiği oranda, o yolun içinde olup bitenler tarafından “belirlenerek” kendi devrimci-komünist “içeriğiyle” yüklenecek, kendisini pratik-somut bir gerçeklik olarak üretebilecektir. O arada, devrimci-komünist irade güçlendikçe, sistemin binbir ağıyla tekrar içine çekmeye çalıştığı işçi direnişleri de, derinliğini ve kalıcılığını sağlayarak sistem karşıtı bir güç-iktidar alanını inşa etme kapasitesi kazanacaktır.
Kendi doğrularını hiçbir dolayımla ilişkilendirmeden ve dolayısıyla, kendisini gerçek yaşamın somut zenginliği içinde inşa edip somutlaştıracağı pratik belirlenim sürecinden geçirmeden, adeta boşluktan ya da yokluktan çıkıp gelen kerameti kendinden menkul-içi boş bir irade fetişizmiyle kendilerini işçi direnişlerine dayatanlar, asla gerçek bir güç alanı olamayacaktır.
Henüz daha ilk adımını/direnişle ilişkilenmesini, “içerden” değil “dışardan” atan ve kaçınılmaz olarak kendisini yüzeye çekerek gerçeklikte yaşanan sürece dışsallaştıran ve yine kaçınılmaz olarak etki gücü yaratamayan tutumlar, samimi oldukları oranda daha fazlasıyla, ki çoğunlukla öyledirler, devrimci-militan tutumları itibarsızlaştırmaktan ve statükocu tutumları güçlendirmekten başka bir sonuç alamayacaklardır.
İşte, tam tersi uçtaki bir siyasal öbekte toplanan bazı siyasal eğilimler de, içinde konumlandıkları siyasal-sendikal statükolarının konforuyla gevşemiş bilinçleri ve uyuşmuş reflekslerinin kendilerini sürüklediği “uzaktan yorumlayıp-izleme” konumunda bulunuyor.
Böyleleri açısından KESK ve TMMOB’nin konforu yeterlidir, her şey şimdi olduğu gibi öylece kalmalıdır, hatta “bu işçi direnişleri tabiî iyidir de, aslında bunlar ne biçim işçidir, bu türden direnişlerin bugün yanıp yarın söneceği belli değil midir?”
Ya da önemli olan sendikalarda tutulan mevzilerdir, esas kararı verecek işçi mücadeleleri buralarda örgütlenmiş işçiler tarafından verilecektir, dolayısıyla şimdi direnenlere tabiî usulen bir selam verilmeli ama sendikalarda örgütlü işçiler üzerinden hazırlığa devam edilmelidir. Gerçi, bu sendikalar da doğrudan kendilerini ilgilendiren kritik anlarda hızla sermayeyle uzlaşıvermektedir, ama şartlar onu gerektirmektedir, henüz hazırlık bitmemiştir.
Açıktır ki, “devrimci-komünist” değil, “uzlaşmacı-reformist” bir rasyonalite anlayışı hakimdir ve “şartlar” ve “hazırlık” bu anlayışın bakış açısıyla değerlendirilmektedir.
En son metal işkolunda yaşananlar, sendikal alanda en ileri mevzilerden birisi olan BMİS’in “kopuşmak” ve risk alarak daha yüksek kazanımların elde edileceği bir zeminde uzlaşmak yerine, kolay yolu seçmesi ve sonrasında patlayan Mersin-Çimsetaş direnişinin sahiplenilmek bir yana işçileri patrona karşı zayıf düşüren bir açıklamayla öfkeyle dışlanması sorunludur. Bu tutumun TKP tarafından sahiplenilmesi sorunu daha da ağırlaştırmaktadır.
Elbette sendikal mücadele “uzlaşma” üzerine yürür, ama nasıl bir uzlaşma? İşçilerin olağanüstü yoksullaştırıldığı günümüz koşullarında, risk yüklenen bir tutumla ileri atılarak daha güçlü kazanımların hedeflenmesi gerektiği açık değil midir?
Elbette, sorumlu olmak ve sendikal alandaki ileri bir mevziyi korumak gerekir, ama bu ileri mevzi zaten tam da böylesi bir yoksullaşma döneminde öne çıkarak kendi değerini göstermek zorunda değil midir? İleri mevzi en çok kendisini göstermesi gereken yerde birden görünmez oluverirse, nasıl bir ileri mevzidir?
İşçi sınıfı içinde konumlanışı güçlü olan EMEP’li komünistler de, kendi güçlerini şimdi acemice öne atılan işçi sınıfının yeni bölüklerine hizmet etmekte kullanmamakta, çoğunlukla “izleyip-yorumlama” ya da selamlamayla sınırlı bir tutum geliştirmektedir. Yapılan yorumların doğruluğu, pratikteki konformizmle boşa düşmektedir. Pratikteki zaaf, faşizmin zindanlarında özeleştiri yapılarak mı kavranacak yoksa hızla aşılacak mı, önümüzdeki günlerde göreceğiz.
TKP ve özellikle de EMEP’e sorumuz şudur; işçi sınıfının adeta çırpınarak ayağa kalkmaya çalıştığı günümüz koşullarında siz ne zaman ayağa kalkacaksınız?
“Silahlı ayaklanmadan” değil, çok iyi bildiğiniz Rus devrim tarihinde Menşeviklerin bile içine girmekten ürkmedikleri işçi sınıfının ekonomik-demokratik hakları için açık-meşru direnişlerinden bahsediyoruz. “Boykot” çağrılarına aktif biçimde cevap veren halkı görmüyor musunuz? Bu parti binaları, lokaller, gazeteler, dergiler, yazılan makaleler vb. neden varlar, sadece var olmak için mi, içerikleri neyle dolu? Siz böyle köşenizde oturdukça, sahada olağanüstü enerjiyle mücadele eden işçilerden uzaklaşacağınızı, son derece sınırlı sayıda olan kadrolu ve nispeten yüksek ücretli işçilerle sınırlı bir alanda sıkışıp kalacağınızı, aristokrat bir işçi eğilimi olmaya sürüklendiğinizi-daha fazlasıyla da sürükleneceğinizi görmüyor musunuz?
İşçi sınıfının toplumun içindeki maddi kütlesi sınıfın toplumu tümüyle kapsayacağı bir duruma doğru hareket ederken, o büyük gövdenin yeni üretim yordamlarıyla parçalandığı ve sermaye güçlerinin bilinçli hamlelerle bu parçalanmayı işçi sınıfını birbiriyle rekabet eden zümrelere ayırarak zayıflatmaya çalıştığını elbette görüyorsunuzdur. Peki, o zaman komünistlerin görevi tam tersi yönden bir hareketi ivmelendirerek, sınıfın parçalarının bütünsel bir sınıf gerçekliğini oluşturabilecek bir ortaklaşma ya da “ittifak” zemininde konumlanmasını sağlamak değil midir? Sınıfın bugünün koşullarında “aristokrat” denilebilecek kadrolu ve yüksek ücretli bölüğünün “dar” ihtiyaçlarını tek taraflı bir tutumla sınıfın tümüne dayattığınız zaman kime hizmet olacaksınız?
Ve son olarak, daha da kötüsü, Koç Holding ve CHP’nin ortaklaşa yürüttüğü işçi sınıfının bütününü ama özellikle de en ileri kesimini sisteme içselleştirme operasyonu hâkim hale gelecekse, biraz da sizin şimdiki sessizliğinizden güç alacak, fark ediyor musunuz?
Toplayacak olursak, sollarımız aslında Gezi günlerinde ürettiği tutumlarını neredeyse aynen yeniden üretmekte, tıpkı o zaman olduğu gibi ve neredeyse aynı özneler üzerinden, direnişi araçsallaştıran “sol” tutumlar ve tersinden siyasal konformizmle belirlenip kısırlaştırılmış “statükocu” sağ tutumlar üzerinden kendilerini göstermektedir.
Elbette direnişe içerden-destekleyici hatta ön açan yaklaşımlar da var. Bu konuda özellikle Umut-Sen etrafında toplanan güç alanını vurgulayabiliriz. Umut-Sen, kuruluşundan itibaren kendisini işçi hareketinin içinde konumlanarak yapılandırdığı için, şimdiki direnişlere hızla adapte oldu ve birçok direnişe de öncülük etti, ediyor.
Ancak, hemen vurgulamalıyız ki, işçi sınıfı içinde olmak ve öne atılmak cüreti otomatik olarak sınıf hareketinin doğru zeminde yönlendirileceği anlamına gelmez. Kızıl Bayrak çevresinin sekter hattının işçi mücadelesine herhangi bir katkıda bulunamadığını ve sınıf içinde konumlanma yönünde uzun yıllardır harcadıkları yoğun emeklerin sonucunda kazandıkları mevzilerin ne yazık ki neredeyse tümüyle boşluğa sürüklenip kaybolduğunu unutmamak gerekiyor. Umut-Sen çevresinin de benzeri bir sekterizme düşme potansiyeli taşıdığını belirterek uyarı görevimizi yerine getirmiş olalım.
Elbette, güncel pratikte ortaya çıkan bu zaafların, söz konusu siyasal çevrelerin kapitalizmin güncelliğine yönelik paradigmal tutumlarıyla doğrudan bağlantısı var, ancak o bağlantı bu yazının konusu değil.
Son olarak, belirleyici önem taşıyan bir olumlu durumu belirtmeliyim: Gezi’de ilk günlerde sessiz kalan sonrasında da gücüyle orantısız zayıf bir katılım gösteren Kürt Halk Hareketi, yaşadığımız işçi direnişleri dalgasında aynı zaafı taşımıyor.
Kitlesi zaten büyük oranda işçilerden-işsizlerden oluşan Kürt hareketi, sendikal alandan bakışımlı ilerleyen bir inisiyatifle işçi sınıfı içinde konumlanma arayışı içinde. İnşaat işkolunda yaşanan son direnişlerde bilinçli bir birikimin sonucu olarak inisiyatif aldıkları, ayrıca kitlelerinin büyüklüğü üzerinden başka birçok alanda da inisiyatif kazanma potansiyeli taşıdıkları görülüyor. Ancak, bu alanda da, kazanılan inisiyatifle birlikte, özellikle oturmuş-büyük sendikalarda edinilen mevzilerin hızla statükoya dönüşerek kendilerini korumayla sınırlı bir konformizme düşme riski yüksektir, üstelik belli alanlarda, özellikle belediye işkolunda kendisini göstermektedir.
Sonuçta, yeniden vurgulamalıyız: İşçi sınıfı, günümüz koşullarının zorlamasıyla mücadeleye girince, sadece ihtiyaçlarını kazanmıyor; aynı zamanda, uzun neoliberal dönemin zorlamalarıyla sürüklendiği ataletten sıyrılıyor, içinde hareket edip ihtiyaçlarını kazanmaya çalıştığı yeni koşullarda “kendisini” yeniden inşa ediyor. Bu ilk bakışta görülmeyen özel durum, işçi sınıfının mücadelenin talepleri yönünde aynı anda yaptığı çok yönlü pratik hamlelerle ve bu hamleleri yaptıkça açığa çıkan potansiyelleriyle/sınıfına içkin özgün kapasitelerle güç kazanıyor.
“Sırayla” değil, kimi zaman biri ya da ötekisi öne çıksa da, pratikte hareket ettikçe-engellere rağmen hareket edebildikçe, “birbirinden güç alarak ortaklaşan belirlenimlerle” yaşanacak bir süreç içinde, işçi sınıfının ihtiyaçları yönünde sermayeye karşı mücadelesi üzerinden, kendisini bir sınıf olarak oluşturması ve siyasal güç olarak sisteme karşı mevzilenmesi yaşanıyor. Bu süreç devam ettikçe daha da geniş alanlara yayılacak, farklı biçimlerde zenginleşecek ve kök salıp derinleşecektir.
Birey işçinin kendisini (neoliberal bilinç bulanıklarının yarattığı hasarları parçalayıp) işçi olarak görmesi, işçi olmanın “sınıf” adı verilen durumları ve ihtiyaçları birbirleriyle ortaklaşan bir toplumsallaşma hali olduğunu kavraması, ihtiyaçlarını ele geçirebilmek için sınıf kardeşleriyle ortak mücadele etmesi ve bu mücadelenin içinde “Düşman: Sermaye!” bilincini edinmesi olarak kabaca özetleyebileceğimiz “sınıf olma” gerçeği, günümüzün tarihsel olayıdır.
Eskinin alışılagelen işçi bölüklerini de içine alan ama yeni ya da çok yeni işçi sınıfı bölüklerini de kapsayarak kendisini var eden “günümüz koşullarında işçi sınıfının kendisini kendi ihtiyaçları için mücadelesi içinde inşa etmesi süreci”, hareket ettikçe etrafında anaforlar yaratacak, neoliberal dönemin “normallerine-rasyonalitesine” kendi “normallerini-rasyonalitesini” dayatacak, toplumsal yaşama (hangi ağırlıkta olacağı bugünden belli olmasa da) bir biçimde damgasını vuracaktır.
İşçi sınıfının mücadelesi süreklileşip güçlendiği oranda, iktidarın ve resmi muhalefetin uyduruk atışmaları üzerinden yürüyen siyasal mücadele, bambaşka bir “yeni katılımcıyla” tanışacak, iç dengeler yeniden harmanlanacaktır.
İşçi sınıfının toplumsal yaşamdaki damgasının gücü, kendisini oluşturan “ihtiyaçlar mücadelesini” süreklileştirebilmesiyle ivmelenecektir. Mücadele en güçlü eğitmendir; işçi sınıfı kendisine içkin “yıkıcı” ve “yeniden kurucu” yapısal özelliklerini, ihtiyaçlarını elde edebilmek için sermayeye karşı yürüteceği mücadele içinde, o mücadelenin taleplerini karşılayabilmek için zorlandıkça açığa çıkarıp, güçlendirecektir.
Sadece günlük ihtiyaçları elde etme “darlığından” çıkma ise, mücadele sürecinde yaşananlarla ve sermayenin toplumsal ve siyasal egemenliğinin avantajlarını kullanarak işçileri geri püskürtme ya da kazanımlarını geri alma hamleleriyle ivmelenecektir.
Burada, bir “sıra” değil, “bakışımlı olarak” ilerleyen farklı eğilimlerin ortaklaşarak var olması söz konusudur.
İşçi sınıfı, mücadeleyle kazanabilmek ve elde ettiği kazanımları koruyabilmek için toplumsal ve siyasal ortama girip hareket ettikçe, bu özel hareket, kendisini oluşturan mücadelenin düşmanına/sermayeye karşı olmaya güdülü olacak, sermayenin toplumsal egemenliğinin zeminini sarsma ve süreç içinde o egemenlikle hesaplaşma, onu tasfiye etmeye yönelme potansiyeliyle yüklenecektir.
Ancak, bu eğilimin sonuna dek gitmesi kaçınılmaz bir “kader” değildir. Pekâlâ, bir aşamada duraksayabilir, düşebilir hatta sermayenin hamleleriyle sönümlenebilir de.
Geçmişte, 80’li yıllarda yaşanan, 87 Kazlıçeşme ve Netaş grevleriyle başlayıp 90-91 Zonguldak direnişi sonrasında sönümlenen işçi hareketleri, hem kendi gücüyle hem de aynı dönemde hareket halinde olan Kürt halkıyla işçi direnişlerinin ortaklaşmasından korkan sermayenin yüksek ücretleri kabullenmesiyle ve Sovyetlerin dağılmasının da etkisiyle, ücretleri arttırma kazanımından daha ileri gidip politik bir irade olamadan sönümlenmişti. İşçi sınıfı, bu dönemdeki grev ve direnişlerle, bütün bir 12 Eylül döneminde kaybettiği birçok mevziyi yeniden kazanabilmiş, ama hareketin süreklilik kazanamaması ve siyasallaşamaması yüzünden, kazandıklarını sonradan koruyamamış, günümüzde eskisinden daha kötü bir yoksullaşmayla yüzleşmiştir.
Güncel gidiş, siyasal mücadelenin git-gelleri içinde, işçi sınıfının siyasal öncüsünün/öncülerinin kapasitesi ve bu kapasiteyle ilişki içinde hem “belirlenip” hem de o kapasiteyi “belirleyecek” olan işçi sınıfının tutumlarının içinden çıkıp gelecektir. Yoksullaştırma politikalarının devam etmesi ve bağlı olarak işçi direnişlerinin fatura eylemleriyle birlikte yaşanıyor olması, halkın boykot çağrılarına aktif cevap üretmesi gibi durumlar, işçi hareketinin önümüzdeki mart-nisan aylarında “ek protokol” talebiyle fabrikalara yayılarak süreceğini gösteriyor.
Ve elbette, sonuç, sadece işçi sınıfının tutumları üzerinden değil, sermayenin ve devletin kendilerini sürdürme yönündeki eğilimlerinin gücü-güçsüzlükleri gibi çok sayıda bileşenin devrede olacağı tarihsel bir karmaşanın içinde belirlenecektir.
İşçi sınıfı ve siyasal öncüsü/öncüleri, toplumsal alan içinde hareket ettikçe, sınıf savaşında düşmana karşı “daha güçlü” bir konum kazanabilmek için, kendi hareketiyle o ya da bu seviyede ortaklaşma kapasitesi taşıyan farklı toplumsal güçlerle, mevcut düzenin kendisine ya da farklı görünümlerine karşı farklı biçimlerde toplumsal ve siyasi ittifaklar-güç birlikleri kurmaya zorlanacaktır.
Düzenin yerleşmiş güçlerine karşı mücadelenin güç ilişkilerinin-güç dengelerinin dayatacağı talepler böylesi ittifakları kurma becerisini gereksinecektir.
Ülkedeki “demokrasi” sorununun yarattığı gerilimler, en başta da Kürt halkının ve Alevilerin şahsında sivrilen sorun alanları ve ekoloji ve kadın mücadelesinin “anti-kapitalist” dinamikleri böylesi ittifakların zeminini ve imkanlarını açıkça göstermektedir.
Sendika.Org, yayın hayatına başladığından bu yana işçi sınıfı hareketinin, solun ve genel olarak toplumsal muhalefetin gündemine ilişkin, farklı politik perspektiflerden düşünsel katkılara açık bir tartışma platformu olagelmiştir. Sitemizde yayımlanan yazılar yayın kurulunun politik perspektifiyle uyumluluk göstermeyebilir. Amacımız, mücadelenin gereksinim duyduğu bilimsel ve politik bilginin üretimini zenginleştirecek tüm katkılara, yayın ilkelerimiz çerçevesinde, olabildiğince yer verebilmektir.