Bizimle beraber iktidarı bize şikayet ederken, güvenilemeyen hukuka karşın seçime ve seçim sonuçlarına güvenmeyi önererek siyasi iktidarın meşruiyetini sağlayanların kendi belediye başkanlarının yerine kayyum atanmasından niye kaygılanır ki? Siyasi iktidarın çok kararlı bir biçimde ürettiği “biz” ve “ötekiler” tutumuna ve uygulamalarına “kıskançlık”, “cahillik”, “iş bilmezlik”, “beceriksizlik” vb. tanımlamaları yaparak ciddiyeti düşürülüp etkilerini yumuşatma görevinin üstlenilmesi yine ironik değil mi?
Yıllar önce bir üniversitemizden, kendisini “liberal” diye tanımlayan ismi lazım değil bir profesör yaptığı bir konuşma sırasında Atatürk’e hakaret etti. Yapılan ihbar üzerine kolluk güçleri ve savcılık harekete geçerek hakkında yasal işlemleri başlattılar. Benzer bir biçimde profesörün çalıştığı üniversite de kendisi ile ilgili disiplin soruşturmasını derhal başlattı. Fakat üniversitesinin rektörü hızını alamadı, sürmekte olan soruşturma ile yetinmeyip açığa alma işlemi bile yapmaksızın profesörün vermekte olduğu derslerin hepsini aldı ve dersleri başkasına aktardı. Böylesi bir işlem ne 2547 sayılı yüksek öğretim ile ilgili yasada ne de disiplin yönetmenliğinde tanımlanmıştı. Daha da ötesi, açılmış soruşturma sonucunda verilecek cezalar arasında “verdiği derslerin alınması ve derse girmesinin engellenmesi” gibi bir ceza bulunmuyordu. O güne kadar hiç karşılaşılmamış bir ceza ile rektörün “yaratıcı gücünün” ürünü olarak ilk defa tanışıyorduk.
İlk defa yapılan bu uygulama akademik çevrelerde bir yandan şaşkınlık yarattı. Bir yandan da “hak etti”, “iyi oldu”; öte yandan “bu yapılamaz”, “böyle ceza olmaz” üzerine bir tartışma başlattı. Süreç devam ederken ağırlığını kendilerini “liberal” olarak tanımlayan akademisyenlerin oluşturduğu bir grup, “derse girmenin engellenmesi” uygulamasına karşı çıkan bir imza kampanyası başlattı. Fikirlerine hiç katılmamama, akademik çizgisini ve öğretisini hiç onaylamama, yaptığı hareketi seviyesiz bulmama karşın ilk defa karşılaştığım bu hukuk dışı cezaya karşı ben de kampanyaya katılıp imza verdim. Bu kampanya ve benim gibi birkaç kişinin imzaları, üyesi olduğumuz Öğretim Elemanları Sendikası (ÖES) grubunda yoğun bir eleştiri ve tartışmaya neden oldu. Eleştirenler hakareti ve profesörün çizgisini öne sürerek bizi mahkum etmeye çalışırken biz, birkaç kişi kime uygulandığına bakılmaksızın cezanın hukuksuzluğuna karşı çıkılmasını ve bu uygulamanın geri alınması ile benzerlerinin önünün kapatılması gerektiğini savunuyorduk.
İmza kampanyasına sınırlı sayıda katılım, istenen etkiyi yaratmadı ve rektör yaptığı uygulamayı geri almadı. O güne kadar zaten var olan rektörlerin keyfi uygulamaları, yeni bir boyut kazanmış oldu ve sonrasında da devam etti. Üniversitelerde günümüze kadar ivme kazanarak süren hukuksuz uygulamalar giderek o günkü tartışmanın tarafları olan ÖES grubundaki arkadaşlarımızı da hedef aldı. Hatta bir bölümü akademik yaşamdan koparıldı. Öncesi ve sonrası düşünüldüğünde bu olay şüphesiz ki bir milat olmamakla birlikte içerdiği ironi, bugün yaşanan birçok olayla birlikte tekrar tekrar aklıma gelmektedir.
Örneğin son olarak bugünlerde Ankara ve İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanlarının yerine kayyum atanması kaygılarının yükselmesi yine bu ironiyi hatırlattı. HDP’li onlarca belediye başkanı görevden alınıp yerine kayyum atanırken karşı çıkmayanlar, HDP çizgisini onaylamamayı ve yanında görünmemeyi gerekçe göstermişti. Oysa hukuk alt üst edilip iktidarın meşruiyetinin temel gerekçesi olarak sunulan “seçimle gelmiş olma” güvencesi ortadan kaldırılırken aldırmamışlardı. Çünkü, HDP mevcut sistemin kimlikleri ve hakları konusunda yetersiz kaldığını savunan ve Anayasa’da değişiklik isteyen bir partiydi. Oysa aynı HDP’nin Anayasa ve yasalara uygun kurallar içinde kurulup, örgütlenip, seçimlere giren ve kazanan kitlesel bir parti olmasına karşın anayasal güvencelerinin hiçe sayılması ironik bir biçimde normal karşılanmıştı. Üstelik de bunlar “adalet” için yapılan o büyük yürüyüşün arkasından yaşanırken gözler kapatılmıştı.
Sahi bir “Adalet yürüyüşü” vardı değil mi? Adaleti yerine oturtma amacı için bir araç olarak gündeme taşınmış bir eylemdi. Memleketin ve adaletin geldiği duruma bakıldığında ne elde edildiği anlaşılamayan ama her yıl bir başarı gibi kutlanmaya devam edilen, o “Adalet yürüyüşü”nün yapılması neden gerekmişti? Dokunulmazlığı kaldırılarak tutuklanan CHP milletvekili Enis Berberoğlu serbest bırakılsın diye değil miydi? Oysa bu yürüyüşten daha bir yıl önce başta “Seni başkan yaptırmayacağız” diyen Demirtaş olmak üzere, HDP milletvekillerinin dokunulmazlığının kaldırılabilmesi için yapılan oylamaya, ne ironiktir ki o yürüyüşü yapanlar, iktidar ile birlikte evet derken ucunun kendilerine de dokunacağını hiç mi düşünmemişlerdi? Bugün hala iktidarın adamına göre muamele tutumuna ortak olmayı sürdüren muhalefetin gelecek için demokrasi vaatlerinin inandırıcılığına gölge düşmüyor mu? Yedi yıl önce “terörist ile çekilmiş fotoğraf” gerekçesi ile bir milletvekilinin dokunulmazlığının kaldırılmasına “evet” diyeceklerini ilan ederken iktidar grubunun yarısının “darbeci”, “terörist başı” ile çekilmiş fotoğraflarının fezlekelerini soramaması, muhalefet adına ironik değil mi?
Türkiye hiçbir döneminde batı tipi bir demokrasiyi hayata geçirip yurttaşının hak ve özgürlükler alanını genişletemedi. Devletin kurulduğu günden beri siyasi iktidarlardan bağımsız olarak var olan bu çizgi, her siyasi iktidara güç verdi ve kendi yorumunu hayata geçirmesine de olanak tanıdı. Dönem dönem yaratılan “devr-i sabık” uygulamaları sonuçları çok etkili olmasa da siyasi iktidarların kendilerine çeki düzen vermesine, en azından anayasayı dikkate alarak belli bir şiraze tutturmalarına zemin hazırladı. Özal’ın meşhur “Bir kere delinse bir şey olmaz” söylemine karşın eylemini frenleyen de bu şiraze kaygısı değil miydi? Veya rüşvet aldığı iddia edilen kendi bakanını görevden alarak yüce divanda yargılanmasının önünü açıp ceza almasını izleten de aynı kaygıydı.
Öte yandan eksiği ile fazlası ile bir biçimde kendisini hissettiren kuvvetler ayrılığı ilkesi de süreci etkileyen bir başka faktördü. Özellikle uzun bir meslek hayatının ve deneyimin sonunda ulaşılabilinen üst mahkeme üyeliklerinin, en azından siyasilerin açık müdahalelerine kapalı tutumu ve “hakim güvencesine” sahip çakan yaklaşımları da önemli bir etkendi. Başka bir ifade ile demokrasi boyutunda eksiklikleri olmasına karşın, devlet yönetiminde görev alanların, devlet yapılanması sürecinde gelenekleşmiş denetim araçlarının gücünü, görevleri sırasında hissetmeleri söz konusu idi.
Oysa bugün oluşturulan yeni sistem ile tüm bu denetim mekanizmaları yok edilip kayırmacılığın, yolsuzluğun, kuralsızlığın, liyakatsızlığın, gizliliğin, kısacası hesap vermezliğin hakim kılındığı bir yapı adım adım oluşturuldu. Tüm bu süreçte her gün daha fazla bir kenara itilen demokrasi adına siyasi iktidarı kabullenip, hatta Meclis bütünlüğü adına iktidarın hazırladığı metinlere ortak olarak imza atmak ve sistem yürüyormuş gibi göstermek muhalefete düştü. Kendi tanımlamaları ile “tek adam yönetimi” oluşumunu seyreden, adını doğru koydukları bu sistemin, oylama sırasında oy kullanma kurallarını değiştirme vb. ürettiği sonuçları kabullenebilen bir muhalefetin hala demokrasiye ve seçim sonuçlarına güven vaat etmesi de ironik değil mi?
Anayasa delik deşik edilip, değiştirilemez maddeleri tartışmaya açılıp, üst mahkemelerin ve uluslararası mahkemelerin kararları hiçe sayılıp, adalet sisteminin hiyerarşisi yok edilirken, eğitim sistemi adım adım tahrip edilerek ulusal değerler yok sayılırken, hilafet çağrıları her geçen gün yükselirken, tek dinli ve bu dine bağlı tek kimlikli bir devlet adım adım inşa edilirken “mış gibi” yapanların hala topluma ve kendilerine yönelen bu dokunmalar üzerine düşünemediği aşikar değil mi? Bizimle beraber iktidarı bize şikayet ederken, güvenilemeyen hukuka karşın seçime ve seçim sonuçlarına güvenmeyi önererek siyasi iktidarın meşruiyetini sağlayanların kendi belediye başkanlarının yerine kayyum atanmasından niye kaygılanır ki?
Siyasetin dilinin ve tutumunun hiç olmadığı kadar ayrıştırıcı ve kaba bir boyuta ulaştığı, bu süreçte iktidar partisinin yüzde 20’lere ulaşan oy kaybına karşın ana muhalefetin oyunun yüzde 5 bile artmaması, toplumsal bütünlüğün ve geçirgenliğin nasıl yok edildiğini göstermiyor mu? Bu durum toplumsal ayrışmanın ne derece derinleştirildiğini gösteren bir ölçü olmanın ötesinde ana muhalefetin de toplum için bir alternatif oluşturamadığının da bir göstergesi değil mi? Siyasi iktidarın 20 yılda geldiği nokta ve artık skandal olarak bile görülmeyen karar ve uygulamalarının kanıksanmasında muhalefetin rolü önemsiz mi? Siyasi iktidarın çok kararlı bir biçimde ürettiği “biz” ve “ötekiler” tutumuna ve uygulamalarına “kıskançlık”, “cahillik”, “iş bilmezlik”, “beceriksizlik” vb. tanımlamaları yaparak ciddiyeti düşürülüp etkilerini yumuşatma görevinin üstlenilmesi yine ironik değil mi?
Kaldı ki, siyasi iktidarın bugüne kadar yaşattığı pratik izlenildiğinde halihazırda kaygılanılması gereken konu bu yeni kayyum atamaları mıdır?
Yoksa daha da ötesine geçip, Mehmet Barlas’ın dile getirip daha sonra geri adım attığı “CHP’ye açılacak kapatma davası” mıdır? Bu sorunun yanıtı bir kere daha “sarı öküz” için nasıl bir tutum alındığına bağlıdır. Mevcut siyasi iktidar, bu ülkenin yurttaşlarından binlerce üyesi olan ve milyonlarca kişiden oy alan devasa kitlesel bir partiyi yasa dışı ilan ederek haksız uygulamaları için zemin hazırladı. Muhalefet ise tüm ülkeye umut ve güvence olarak sunduğu seçmen iradesinin mutlaklığını bir kenara iterek bu ilana ortak oldu ve yapılanlara seyirci kaldı. Hatta yer yer katıldı.
Halen Anayasa Mahkemesi gündeminde beklerken üzerinde fırtınalar koparılarak baskı kurulmaya çalışılan HDP kapatılma davası, Mehmet Barlas’ın işaret ettiği beklenti boyutunda da ölçü olacaktır.
Evet, bu ülkenin sarı öküzü olan HDP’nin başına gelip de daha sonrasında CHP ve/veya diğer muhalefet partilerine uygulanmamış tasarruf kalmamıştır. Ne yazık ki, bu akış ironik bir biçimde İlgilileri tarafından hala görülmemektedir.
Bir devlet, bir siyasi iktidar meşruiyetini sadece içeriden aldığı onay ile sağlamaz. Günümüz dünyasında aynı zamanda dışarının, uluslararası alanın da tanıması ve onayı önem arz eder. Türkiye gibi ekonomisi her düzeyde dışa bağımlı bir ülkenin güven sağlaması için iktidarın yanı sıra muhalefetin tutum ve tavrı ile iktidara verdiği onay da önem sunmaktadır. Görünen odur ki, bugünkü siyasi iktidar evrensel düzeydeki demokratik haklar ve insan hakları uygulamaları ile dışarısı açısından şaibeli bir konuma gelmekle birlikte, muhalefetin iktidara katlanma çizgisi, ironiyi derinleştirerek meşruiyet yaratılmasına etkili olmaktadır.
Özetle, ey sayın Kılıçdaroğlu, ey CHP! Ey muhalefet!
Cumhuriyetin kazanımlarını tek tek yok eden siyasi iktidarın koyduğu 2023 hedefi ne ifade etmektedir? Görün artık. Bu sefer de sarı öküzü kaptırır, tavır koymaz, seyrederseniz o ünlü söylem hayat geçecek ve bir kere daha “sıra size de gelecektir.”
Bilmeyenlere öykü: Bir diyarda büyükbaş hayvanlardan oluşan bir sürü kendilerinden sayıca az yırtıcı hayvanlar tarafından kuşatılır. Yırtıcılar sürünün başına bir elçi göndererek küçük bir istekleri yerine getirilirse çatışmaya girmeyeceklerini iletirler. İstekleri olan “sarı öküzün” kendilerine teslim edilmesi talebi sürü üyelerince sürünün selameti açısından tartışılır ve kurtulmak için “sarı öküzü” teslim etme kararı alınır. Ama yırtıcılar doymaz ve son sefer diyerek “kara öküzü” isterler. O da verilir ama arkasından “ala öküz” istenir ve devam eder. Sürü de az sayıda hayvan kalmış ve ne yapacaklarını düşünürken ihtiyar bir öküz gelir ve diğerlerine dönüp “Ahhh..ah, ben size demiştim o sarı öküzü kaptırmayacaktık” der.
Atilla Göktürk: Prof. Dr., Dokuz Eylül Üniversitesi, İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi, Kamu Yönetimi Bölümü
Sendika.Org, yayın hayatına başladığından bu yana işçi sınıfı hareketinin, solun ve genel olarak toplumsal muhalefetin gündemine ilişkin, farklı politik perspektiflerden düşünsel katkılara açık bir tartışma platformu olagelmiştir. Sitemizde yayımlanan yazılar yayın kurulunun politik perspektifiyle uyumluluk göstermeyebilir. Amacımız, mücadelenin gereksinim duyduğu bilimsel ve politik bilginin üretimini zenginleştirecek tüm katkılara, yayın ilkelerimiz çerçevesinde, olabildiğince yer verebilmektir.