Eğitim sisteminin vasatlığına dair

Felsefe ve sosyoloji “bilmeye cüret eden” ve belki de en önemlisi varolan zihinsel putları yıkmaya çalışan önemli iki temel sosyal bilimdir. Felsefe ve sosyoloji var olanın ötesine bakabilmeyi, farklı görmeyi ve anlamayı engelleyen perdeyi çekip atmayı sağlayan put kırıcı alanlardır. Bu alanlar işte tam da bu bilme ve anlama merakını canlı tutan, ama aynı zamanda bu yönlerinden dolayı da üzerlerinde genellikle belli bir baskı oluşan alanlardır

Eğitim sisteminin vasatlığına dair

Eğitim sistemine dair eleştiri ve tartışmalar uzun yıllardan beri devam edegelen ancak bir türlü çözüme kavuşturulamayan temel bir meseledir. Eleştiri konusu olan bu sistem, izlemiş olduğu yöntem ve sahip olduğu anlayış çerçevesinde sürekli haksızlık ve başarısızlık olarak kendisini yeniden üretiyor. Yansıyan bazı temel sorunların nedenlerini ve ilişkisel boyutlarını anlamaya ve buna dair çözümler geliştirmeye her zamankinden daha fazla ihtiyaç duyulmaktadır.

Bu çalışmanın amacı genel olarak özel okulların lise kademesindeki eğitimin işleyiş mantığına ve özelde ise sosyoloji ve felsefenin var olan bu eğitim sisteminde nasıl değersizleştirildiklerine dikkat çekmektir.

Üniversitelerdeki sosyoloji ve felsefe bölümlerinin bir profilini çizmek veya genel tabloya dair analiz yapmak için lise kategorisinde bu alanların nasıl değerlendirildiğinin ve nasıl bir işleyişe sahip olduklarının anlaşılması gerekir. Üniversite ve lisenin bu konuda birbirlerinden ayrı olarak veya ilişkisel bir bağlam olmaksızın değerlendirilmeleri eksik kalacaktır. Üniversitelere öğrenci hazırlayan ve bu konuda temel bir basamak olan lisenin verdiği eğitim, ders işleyişindeki yöntemler, öğretmenlerin izlemiş oldukları temel yaklaşım ve yüklendikleri misyon dolayısıyla çok önemli ve üzerinde durulması gerekir. Çünkü lise genel olarak öğrencilerin amaç ve hedeflerinin şekillendiği, bu doğrultuda gerekli temel bilgi ve kültürel sermayeye sahip oldukları bir alandır. Bu basamakta öğrencinin almış olduğu eğitim düzeyi üniversitedeki başarı ve akademik performansına önemli bir katkı olarak yansır. Bu anlamda oluşan başarı/başarısızlık tablosunda sosyoloji ve felsefe gibi alanlara gösterilen ilgi/ilgisizlik, verilen ders içeriği ve uygulanan teknik ve yöntemlerin payı da yadsınamaz.

Üniversitelerde açılan bu bölümlere ve kontenjan sayılarına göz attığımızda ifade edilen bu ilişki ve bölümlere olan yaklaşım daha iyi anlaşılacaktır. Devlet üniversitelerinin tamamına yakınında sosyoloji ve yarısında da felsefe bölümü mevcuttur. Ayrıca bu bölümlerin kontenjanları da oldukça fazladır. Türkiye’de lisans eğitimi veren toplam 203 üniversite bulunmaktadır. Bunların 127’si devlet, 76’sı ise vakıf üniversitesidir. Toplam 127 devlet üniversitesinin 109’unda sosyoloji bölümü, 59’unda ise felsefe bölümü mevcuttur. Lisans eğitimi veren toplam 76 vakıf (özel) üniversitesinin 24’ünde sosyoloji, 6’sında ise felsefe bölümü var. Böylece toplam 203 üniversiteden 133 tanesinde sosyoloji bölümü ve 65 tanesinde ise felsefe bölümü bulunmaktadır (YÖK ATLAS: 2021).

2021 yılı için belirlenen kontenjanlara bakıldığında açıköğretim de dahil sosyolojiye 8.101 kontenjan, felsefeye ise 3.348 kontenjan ayrılmıştır. Bu durumda her yıl binlerce “sosyolog” ve “felsefeci” mezun oluyor. Bu kadar mezuna karşılık 2021 yılında sosyolog olarak yalnızca 3 kişi atanabilmiştir. Şimdiye kadar en fazla atama yapılan sosyolog sayısı 2011 yılında atanan 324 kişidir. Kontenjan ve mezuniyet sayılarına bakıldığında atama sayılarının çok yetersiz kaldığı görülüyor. Aynı vahamet felsefe için de geçerlidir. Bu durumda atanamama, iş bulamama veya genel olarak ekonomik kısıt bu bölümlerin işlevselliğini sınırlandırmaktadır. Üniversitelere genel olarak bir iş bulma kurumu olarak bakıldığından iş ve ekonomik gelir bakımından pek bir işlevselliği olmayan veya kısıtlı imkanlar sunan sosyoloji ve felsefe de böylece değerli görülmezler. Çünkü tercih önceliği daha çok ekonomik getiridir. Bu bakış açısı genel olarak öğrencilerin tercih oluşturmada temel yaklaşımını yansıtmaktadır. Bu bölümleri bitirenlerin büyük bir kısmının işsiz olması veya asgari geçim koşullarında çalışması önemli bir toplumsal soruna tekabül eder. Ancak bu tablonun oluşmasında büyük payı olan üniversite bölümlerindeki vasat durum da ayrıca tartışılması gereken önemli bir konudur. Bu vasat durum eğitim siteminde temel ayağı oluşturan ortaöğretim / lise kademesinde ise daha kötü bir şekilde karşımıza çıkmaktadır. Bu kademede sosyoloji ve felsefe hem ders hem de içerik olarak tamamen işlevsizleşmiş durumdalar.

Normal şartlarda okullardan beklenen öğrencilerin daha çok yetkin hale gelebilmelerini sağlamak, onlara öğrenme, anlama yollarını kavratmak ve belki de önemlisi öğrenmeyi öğretebilmektir. Oysa okulların izlediği temel mantık daha çok kalıp yargıları kurma, onları tekrar inşa etme ve varolan bilgiyi karşı tarafa yükleme üzerine işlemektedir. Aklın devreden çıkarıldığı bu durumda okullar zihinsel putları yıkmak yerine izlemiş oldukları sınav odaklı eğitim anlayışıyla bu putları daha dayanaklı hale getirmiş oluyorlar. Var olan eğitim sisteminde yetişen öğrenciler yıllardır aktarılan sabit fikirlerle ve genellikle geleneksel olarak kabul gören atalarının, ailenin, varolan sistemin genelde değişmeyen bakış açılarını tekrar öğrenerek yetişiyorlar. Dolayısıyla bilinen klasik bilgilerin aktarım işlevini gören okullar bizlerden, bugünkünden farklı düşünebilecek, “yeni nesiller” yetiştirme konusunda bir beklenti oluşturmuyorlar.

Var olan ve güncellemeye karşı dirençli olan geleneksel bilgi stoku bu anlayış çerçevesinde gelecek kuşaklara da miras olarak kalıyor. Varolan bilgi sermayesinin anlamsız ve gereksiz olduğunu söylemiyorum. Ancak yeniliğe karşı dirençli hale getirilen ve bu haliyle “yeni nesiller” yetiştirme yaklaşımının yanlış olduğunu savunuyorum. Çünkü rasyonel olmayan geleneksel öğrenme ve öğretme yaklaşımı akademik gelişime ve içeriğinin kavranmasına ket vuruyor. Düşünme, kavrama ve ilişkisel olarak yorumlama ve anlama sürecinden uzak, yalnızca ezberleme ve içerik aktarma biçiminde icra edilen bu eğitim sistemi ve müfredatı, öğrenme motivasyonunu kırıyor, öğrencilerdeki merak duygusunu da baltalamış oluyor.

Bireyleri merkeze alan aktif bir öğrenme pedagojisinden uzak olan eğitim sisteminde öğrenciler, daha çok dinleme ve önlerine konulan soruları çözme modundadırlar. Düşünümsel, katılımlı ve uygulamalı bir öğrenme ortam ve sürecinden uzak, sürekli hazır bilgi yükleme üzerine kurulu bu eğitim sürecinde öğrenci tamamen yeteneksizleşiyor ve düşünsel olarak da bir körleşme yaşıyor. Ağırlıklı olarak öğrencinin okuduğu, çalıştığı belki de tek kaynak soru bankaları, testler ve sınavlar olmaktadır. Önüne konulan soruları, testleri çözmekle görevlendirilen, sürekli sınav sürecinde olan bir öğrencilik durumu söz konusudur. Öğrenme kapasiteleri, ilgileri, yetenekleri ve öğrenme hızları birbirinden farklı olan öğrenciler aynı sınıf ve aynı müfredata tabi olmak zorunda kalıyor. Dayatılan bu tektipleştirici sistemde öğrencilerin kendi ayırt edici becerilerini ortaya koymaları ve başarılı olmaları da zorlaşmış oluyor.

Değersizleştirilen ve sembolik hale getirilen sosyoloji ve felsefe

Felsefe ve sosyoloji “bilmeye cüret eden” ve bununla ilişkili belki de en önemlisi varolan zihinsel putları yıkmaya çalışan önemli iki temel sosyal bilimdir. Felsefe ve sosyoloji var olanın ötesine bakabilmeyi, farklı görmeyi ve anlamayı engelleyen perdeyi çekip atmayı sağlayan put kırıcı alanlardır. Bu alanlar işte tam da bu bilme ve anlama merakını canlı tutan, ama aynı zamanda bu yönlerinden dolayı da üzerlerinde genellikle belli bir baskı oluşan alanlardır. Bu anlamda hem okullarda hem de toplumda bu alanların işlevli hale gelmesi beraberinde özgür düşünmenin önündeki barikatların da kaldırılması anlamına gelir. Nitekim felsefe ve sosyolojinin gelişimi açısından özgürlük olgusu çok önemli bir zemindir. Ancak ne yazık ki bu alanların geldiği aşamaya baktığımızda özgürlük anlayışının ve savunusunun da çok ilerlemediğini görüyoruz. Değersiz ve ilgilenmeye değer görülmeyenden en kutsal ve karmaşık olana kadar her şeyi sorgu alanına dahil eden, onları bilmeye ve anlamaya çalışan felsefe ve sosyolojinin eğitim sistemimizdeki yeri de pek önemsizdir. Özellikle lise eğitim sisteminde felsefe ve sosyolojinin içler acısı bir durumda olduğunu ve isimleri olup cisimlerinin, içeriklerinin olmadığını tecrübeler sonucunda da rahatlıkla söyleyebiliriz. Ayrıca içerikten yoksunlaştırılan bu derslerde sanki tüm öğrenciler felsefe ve sosyoloji alanında harikalar yaratmış gibi herkese tam puan verilmesi, sınavlarda işine yarasın diye okul not ortalamasını yükseltme amacını taşıyor yalnızca. Not kaygısı yaşanmasın diye içerik olarak akademik başarı gözardı edilmiştir. Bu tablodan kaynaklı okulda başarılı gibi görülen öğrenciler hem uluslararası (PİSA) hem de ulusal sınavlarda tam bir başarısızlıkla karşılaşıyorlar. Okulun ortaya koyduğu ve dayattığı kültür veya bakış açısı zamanla öğretmenlerin de bakış açısı haline geliyor. Vasat bir müfredata tabi olan öğretmenler ile okul, kurs, özel ders arasında koşmak zorunda kalan, tek odağı sınav olan öğrencilerin dahil olduğu bir eğitim sistemi.

Böyle bir eğitim sisteminin öğrencileri kültürel ve akademik anlamda bilgiyle donatması, toplumu canlandıracak, farklı ve yaratıcı düşünmelerini sağlayacak özneler haline getirme yolunda etkide bulunması da beklenemez. Dolayısıyla bilince çıkarılıp yüzleşilmesi gereken asıl durum ise öğrencileri düşünsel kavrayış ve anlama açısından körleştiren bu sosyolojik arka plandır.

Vasat eğitim sisteminin yeniden üretilmesinde öğretmen katkısı

Birçok öğretmen okulların ticari ve ekonomik yaklaşımından kaynaklı kendilerini bir öğretmen olarak görmediklerini ve bir öğretmen olarak görülmediklerini ifade etmiştir. Öğretmenlerin içinde bulunduğu durum bir öğretmen tarafında çok net ifade edilmiştir: “Öğretmenler daha çok bakıcı veya öğrenciyi okulda kontrol altında tutan bekçiler gibidir.”

Ne kadar çok ders o kadar başarı anlayışı hem öğrenci velilerinin hem de okul idaresinin temel yaklaşımı olarak yansımaktadır. Okul yönetiminin daha çok ekonomik kaygılarla icra ettiği bu yaklaşım hem öğrenciler için hem de öğretmenler için önemli bir zaman kaybı ve mutsuzluk, tükenmişlik olarak ortaya çıkıyor. Öğrenci ve öğretmenlerin sıcak bakmadığı, onaylamadıkları bu “çok ders çok başarı” anlayışı okul yönetimleri ve öğrenci velileri tarafından olumlu görülmektedir. Velilerin bu yaklaşımı öğrencileri bir süre daha evden uzak tutma veya onları okulda kontrol altında tutma anlayışıyla da ilgili olduğunu belirtmek gerek. Bu kısır ve tüketici anlayış ders içeriği ve işleyiş yöntemine müdahale edilen öğretmenlerin branş yetkinliklerini de böylece ellerinden almış oluyor. Öğrenci velilerinden şikayetlerin gelmemesi öğretmenin özgür ve mutlu çalışmasından çok daha öncelikli bir durumdur.

Genel olarak öğretmenlerin içinde bulunduğu bu vasat duruma öğretmenlerin de önemli derecede katkısından söz edilebilir. Sınıfsal veya ekonomik kaygılar öğretmenlerin okulun baskısını, dayatmalarını kabul etmelerinin veya bunları görmezden gelmelerinin bir nedenidir ancak bunlar tek ve asıl belirleyici etkenler değildir. Okuldaki eşitsizliklerin, emek sömürüsünün, öğretmenliğin tam olarak işlev görmesinin önündeki engellerin ve mutsuz eden koşulların devam etmesinde, bunların yeniden üretilmesinde öğretmenlerin payı da yadsınamaz. Kısacası çok eleştirilen eğitimin bu vasat durumunun yeniden üretilmesinde öğretmenlerin okulların anlayışlarını ve yaklaşımlarını benimsemeleri ve kendilerini bu duruma adapte etmelerinden de kaynaklanıyor. Burada rızaya dayalı bir üretim ve iktidara (okul idaresine) uyum durumu söz konusudur. Öğretmenlerin bu durumu kabullenmeleri yalnızca kısıtlı ekonomik sermayeden veya sınıfsal bir kaygıdan kaynaklı değildir, bununla beraber artık bir şeyin değişmeyeceği algısının öğretmenler arasında kabul görmüş olmasındandır. Diğer önemli bir etken de öğretmenlerin sahip oldukları kısıtlı sosyal, kültürel sermaye ve alan bilgi ve yetkinliklerinin sınırlı olmasıdır. Alan hakimiyeti genellikle test sorularını çözme olarak anlaşılmaktadır. Test-deneme sorularını iyi çözen veya sürekli bu çalışmayı yapanlar iyi öğretmen olarak algılanır. Branş hakimiyetinin veya yeterliliğin soru çözmeye indirgendiği bu durumda bir başarının, akademik gelişimin sağlanması gerçekleşemez. Bu kadar çok ders verilmesine, uzun saatler boyunca okulda tutulmalarına veya çok fazla özel ders almalarına rağmen öğrencilerin başarısız, mutsuz olmalarında ve tükenme duygusu yaşamalarında okulun vizyonsuzluğu olduğu kadar öğretmenlerin de yalnızca içerik aktarmaları, akademik başarıyı test çözme olarak algılamaları ve belki de önemlisi de okulun ticari kaygı anlayışını benimseyip belirlenen sınırlar içerisinde hareket etmeleri de etkili olmaktadır. Okul idarelerinin notlara, öğretmenlerin ders işleyişine, disiplin ve yöntemlerine müdahale etmesi öğretmenin dersi üzerindeki hakimiyetini ve otoritesini sekteye uğratan, öğretmeni etkisiz bir pozisyona çeken uygulamalardır. Böyle bir sistemde öğrencilerin yaptıkları temel etkinlik ise ancak sürekli test çözmek, denemelere girmek kısacası yalnızca sınavlara hazırlanmaktır. Görünüşte okul, ancak işleyiş mantığı ise tamamen kurs veya dershaneciliktir.

Okulların işleyiş sisteminden de kaynaklı olarak öğretmenler genellikle mentör olarak değil, daha çok bilgi aktarım rolünde, sınavlara yönelik sürekli soru çözüm modunda bir misyon sergiliyorlar. Bu mantığa uyum sağlamak zorunda kalan ve genellikle yönetimin sınıfsal baskısını hisseden öğretmenler verdikleri derslerin notlarını da ancak okul idaresinin onayıyla verebiliyorlar. Kısacası öğretmenlerin kendi notu üzerinde bile tam olarak özgür bir iradeleri yoktur.

“Hiç yüzünü görmediğim veya okula nadiren gelen öğrencilere bile tam puan vermek zorunda kalıyorum. Özellikle 12. sınıf öğrencileri için okul idaresi 95 puan altında not ve performans vermememiz gerektiğini söylüyor. Bunlar eğitimin ne kadar ticarileştiğini, ticari kaygıların ne kadar ön planda olduğunu gösteriyor.”

“Vereceğimiz sözlü/performans notları hiç adil olmuyor çünkü okul idaresinin istediği şekilde vermek zorunda kalıyoruz.”

Sürekli test ve deneme üzerinden öğrenciyi çalıştırmaları ve başarıyı daha çok deneme ve sınav puanlarına indirgemeleri öğretmenler açısından temel bir sorundur. Ancak bu temel sorun normalleştirilmiş ve asıl misyonun bu olduğu anlayışı öğretmenler arasında kabul gören bir düzen haline gelmiştir. Düzenin muhafaza edilmeye çalışılması da öğretmenlerin içinde bulunduğu temel çelişkiyi ve başarısızlığı yeniden üreten kültürel ortam ve yaklaşımı yansıtmaktadır.

Günde aralıksız olarak 9 saat derse giren öğretmenlerin verimli olması, öğrencilerine danışmanlık yapması veya dersi nitelikli yöntemlerle işlemeye devam edebilmesi çok zordur. Dolayısıyla kendisine dinlenme zamanı bile bırakılmayan öğretmenlerden sürekli ders anlatıp öğrencileri kontrol etmeleri beklenmektedir. Öğretmenleri de mutsuzlaştıran ve niteliksizleştiren bu sorunlu anlayış normalleştirilmiş ve kabullenilmiştir. Okul idaresi ve öğretmenler arasında da bir güç ilişki ve hiyerarşisi var. Belirtilen bu düzen ve kültürel formlar bu güç ilişkisini okul idaresi lehine yeniden üreten bir düzen olarak işlemektedir. Öğretmenlerin farkında veya olmayarak şiddet üreten ve öğretmenliği vizyonsuz bırakan bu düzenin sürmesindeki katkıları da belirtilen nedenlerden dolayı oldukça fazladır. Başarısızlık üreten ve öğretmeni okul yönetiminin istediği sınırlar içinde harekete zorlayan bu düzen artık öğretmenler arasında kabul görüyor ve itiraz etseler de kendilerini de bu düzenin temel parçası olarak görmeye devam ediyorlar. Oluşan bu eğilim, yanlışı sorgulama veya yeni fikirler geliştirme karşısında da temel bariyer olarak durmaktadır.

Sonuç olarak izah etmeye çalıştığımız bu vasatlık ve başarısızlığın önemli sosyolojik nedenleri var. Eğitim kurumlarının sınav odaklı işleyişleri, sosyal bilimlerle aralarına koydukları mesafe ve bu sosyal bilim alanlarını sembolik olarak gösterme anlayışları önemli bazı nedenlerdir. Sınavlarda sorulmuyor veya kısıtlı iş imkanları var diye hem okul hem de öğrenciler nazarında bu dersler tamamen gözden düşürülmüştür. Oysa iletişimde, toplumsal, siyasal ve kültürel gibi birçok alanda sorun ve başarısızlıkların nedenlerini anlamanın, ilişkisel bir kavrayış geliştirmenin yolu belirtilen sosyal bilimlerle yakın ilişki kurmayı gerektiriyor. Dolayısıyla bilmenin ve anlamaya cüret etmenin yolunu açmak sosyoloji, felsefe ve psikoloji gibi alanlara hakkettiği değeri vermekle daha mümkün hale gelir. Diğeri de öğretmenlerin içinde bulunduğu şiddet, başarısızlık ve tahakküm üreten bu kültürün, anlayışın değişmesi veya bunun farkına varılmasıdır.


Sendika.Org, yayın hayatına başladığından bu yana işçi sınıfı hareketinin, solun ve genel olarak toplumsal muhalefetin gündemine ilişkin, farklı politik perspektiflerden düşünsel katkılara açık bir tartışma platformu olagelmiştir. Sitemizde yayımlanan yazılar yayın kurulunun politik perspektifiyle uyumluluk göstermeyebilir. Amacımız, mücadelenin gereksinim duyduğu bilimsel ve politik bilginin üretimini zenginleştirecek tüm katkılara, yayın ilkelerimiz çerçevesinde, olabildiğince yer verebilmektir.

Sendika.Org'u destekle

Okurlarından başka destekçisi yoktur