Çatlak, muhafazakâr bir aileyi neredeyse tüm yönleriyle ele alan muhteşem bir film. Ortaklaşmış bir ekonomi temelinde, “kutsal aile” kurumu altında bir arada durmaya çalışan ama aslında birbirinden nefret eden; feodal ilişkilerle, kapitalist ilişkiler arasında sıkışmış, geniş bir muhafazakâr Anadolu ailesi portresi
Her sahnenin ince detaylar barındırdığı, her diyaloğun küçücük dokunuşlarla, ortalama Anadolu aile yapısına ve de insanına dair kocaman anlatılar barındırdığı ve harika oyunculukların sergilendiği bir muhafazakâr aile panaroması Çatlak. Son dönemde izlediğim en iyi filmlerden diyebilirim.
Film, İstanbul’un kenar semtlerinden birinde, Ayhan ve abisi Cengiz’in arabayla Fatih’i yoldan alarak Fatihlerin evine gitmesi ile başlar. Binanın önünde Fatih’in babası Muhittin ile buluşur ve eve çıkmak için binanın girişindeki aileye ait, en büyük çocuk Cafer’in eşi Hacer’in işlettiği bakkal dükkanına girerler. Muhittin, burada samimiyetten uzak bir misafirperverlik gösterirken, bir yandan da bakkalın her ay nasıl zarar ettiğinden dert yanmaya başladığında, garip bir sessizlik meydana gelir. Eve çıktıklarında yaşça büyük olmasının ve baba olmasının kendisine verdiğine emin olduğu ataerkil “yetki ve hak” ile diyalogları domine eden Muhittin ne oğlu Fatih’i konuşturur ne de Ayhan’ın konuşmasına fırsat verir. Ve Muhittin yine, o “sahte” misavirperverlikle “bu kadar nüfus uğraşıyoruz, yine de kıt kanaat geçiniyoruz” lafını araya sıkıştırmayı ihmal etmezken; bu sırada mutfakta anne Şükran, Fatih’in eşi Şeyma’ya kolundaki bilezikleri saklamasını salık vermektedir. İlerleyen diyaloglarda anlarız ki Fatih yıllar önce İngiltere’de yaşarken, Ayhan’dan, ailesine minibüs alsınlar diye göndermek için borç almış ve hala ödememiştir. Muhittin’in süregiden ekonomik yakınmaları ve saklanan bilezikler, içinde ikiyüzlülük barındıran bir acındırma halidir aslında. Muhittin paranın borç olduğundan haberi olmadığını söylerken, gelirini borsadan kazanan Ayhan’a, hele kumar parası olduğunu bilseydi asla kabul etmeyeceğini de özellikle belirtir. “Hem dinen de caiz değil”dir ama sonradan filmin ilerleyen sahnelerinde öğreniriz ki, evet, Ayhan’dan borç alma demiştir Fatih’e ancak Fatih o kadar parayı gönderdiğinde nereden bulduğunu sormamıştır bile. “Dinen caiz olmayan” bir şeyden, kendince etrafından dolanarak, sormayarak ama aslında gayet bilerek mesul değildir ağzından dini atıfları düşürmeyen Muhittin! Bir şekilde çaresini bulup ödeyeceklerini söylerken, ödenecek miktar ve ödeme tarihi konusunda muğlak ifadelerle Ayhan ve abisini yolcu ederler ve bundan sonra aile bireyleri arasında yıkıcı bir gerilim başlar.
Ne ironiktir ki (!) borsada paradan para kazanılmasını kumar olarak tarifleyen ve caiz görmeyen Muhittin’i, sonraki sahnelerden birinde eşi Şükran’a, “Ayhan’ın zor durumda kaldığı yok, paranın tamamını koparmak için söyledi” derken izleriz. Tüm iyi niyetiyle borç veren Ayhan’ı “para koparmakla” suçlamakta ve belli ki borcun tamamını ödemekten kaçınmak niyetindedir.
Akşam, Muhittin ve eşi Şükran; oğulları, kızları, damatları, gelinleri ve torunlarıyla haftalık mangal rutinleri için bir araya gelirler. Mangal akşamı aile bireyleri arasındaki kısa diyaloglar, karakterlere ve birbirleriyle ilişkilerine dair derin tanımlamalar sunar. Çatıda mangalı yakan Cafer, yanına gelen büyük ablası Fatma’nın eşi Harun borcun konusunu açınca, “seninki pis patladı” der bir hınçla. “Bugüne kadar sürdüğü sefanın cefasını çekecek Londra lordu” diye eklerken, kardeşine karşı geçmişten gelen bir öfkenin ibarelerini okuruz. Aynı öfkeyi, Fatih de Cafer’e karşı duymaktadır zaten. Yemek sofrasında niye yemediği sorulan Cafer için, “işini bilen mağdurlardan” der, mangal başında yediği etlere gönderme yaparak. Bir ara küçük enişte Cem’i sıkıştıran büyük enişte Harun’un da derdi, borç yüzünden köydeki arsanın satılması ihtimali ve kızların buradan pay alamama endişesidir. Endişesinin haklı olduğunu, tüm film süresince “hizmet eden”, itaat etmesi beklenen, belli ki karar alma mekanizmalarında yeri olmayan kadın karakterler gösterir zaten. Sadece anne Şükran “ataerkil pazarlık” sonucu biraz daha ayrıcalıklı, biraz daha söz sahibi bir konuma sahiptir. Harun’un endişesinin odağı da karısının hakkı değil, tarlalardan düşecek paradan pay alma telaşıdır zaten. Tüm akşam boyunca ikili yalnız kalışlarda, hep bir üçüncünün çekiştirildiği ama “kutsal aile” mitini, temelindeki derin çatlakları yok sayarak; mangal akşamlarındaki samimiyetten uzak bir araya gelişlerle ayakta tutmaya çalışan geniş bir aileyi izleriz. Kan bağının mecbur kıldığı, dayanılmaz bir ilişkiler yumağının tükettiği bireyler, belki de harçları denebilecek para ile ilgili bir sorun çıkınca, artık o kadar sakınmalı davranma ihtiyacı hissetmezler ve içlerinde birikmiş öfkelerini sunmakta tereddüt etmezler.
Ve üzerleri örtülmüş ama hiçbir zaman hesaplaşması tam yapılmamış eski defterler açılır. Bodrum katta, banyosu akıtan dairede eşi Hacer ve çocuğuyla yaşayan Cafer, borcun, Fatih’in borcu olduğunu ve kendilerini ilgilendirmediğini söyler. Aslında Fatih’in İngiltere’ye çalışmaya gitmesi, asıl olarak Cafer’in batırdığı kepçe işi yüzündendir. Bu gündeme gelse de, belli ki yıllardır, aileye ekonomik katkısı olmadığından gelen bazen örtük, bazen özellikle baba tarafından yapılan açık örselenme; Londra’da yaşamış olan Fatih’e hem daha iyi bir dairede oturmasından, hem de minibüslerin parasını sanki borç almamış da kendi sağlamış gibi davrandığından gelen özel muameleden gelen kin ve bunların sonucunda ataerkinin büyük erkek çocuklara sağladığı ayrıcalıklı otoriter pozisyonu elde edememiş olmanın öfkesiyle Cafer hiddetli karşı çıkışına devam eder. Ama mevzu paradır ve evdeki en küçük erkek çocuk dahil ve tabii ki kız çocukları hariç, herkesin söyleyecek sözü vardır çünkü hepsinin derdi ekonomik olarak birbirlerinden bir şey koparmaktır.
Parayı ödemenin çok bir yolu yoktur. Starbucks’ta çalışan Fatih’in alabileceği kredi zaten paranın ancak 1/10’u kadardır ve bu nedenle bir şeylerin satılması gerekir mesela o borç para ile alınan minibüslerin ama buna da evlenme niyetinde olan evdeki en küçük oğlan itiraz eder. Köydeki tarlaların satılması gündeme gelir; buna da oradaki büyüklerin mezarına değinerek en başta baba sonra da aile mülkünden karısının payına düşeceklerin hesabını yapan enişte itiraz eder.
Tüm bu karmaşa içindeki kısacık, küçücük bir diyalog, tek bir sahne o kadar çok şey anlatır ki! En büyük kız çocuk Fatma annesine, “köye gidecekmişsiniz, bana da az peynir kestirip getirir misin? Gelince parasını veririm” diye rica eder. Anne isteksiz bir şekilde “parası önemli değil ama bakarız” derken kız çocuklarına bakışa dair bir cümle ile çok şey anlatır. O peynirin parası alınamaz, ayıptır ama parası alınamayacaksa da kız çocuğuna peynir getirmeye de ne gerek vardır, ne de olsa o “el kapısındadır”.
Eve geldiklerinde Ayhan ve abisine el vermeyen muhafazakâr anne Şükran, Ayhan’dan sterlin olarak alınan borcun sterlin olarak ödenmesine şiddetle karşı çıkar. O zamanki TL değeri ne kadarsa o kadar ödenmelidir. Fatih 20.000 pound borç almıştır. O zamanki bedeli 100.000 TL’dir şimdi 20.000 pound almak için 150.000 TL gerekmektedir ve bu kabul edilebilir değildir Şükran’a göre. Fatih, Ayhan’ı arar ve Ayhan ödemeyi 1 hafta 10 gün içinde yapacaklarsa Ayhan 100.000 TL’ye de razıdır. Yani o günkü hesapla İngiltere’de yaşayan birinden 20.000 pound alınmış ama 13.333 pound verilmek istenmektedir. Yıllar içindeki enflasyon kaybı da cabası. Buyrun Anadolu kurnazlığına. Bir de bu kurnazlığın o inanılmaz haklı olma kisvesi altında yapılması da cabası. Hele hele Ayhan’ın daha yeni Erenköy’de ev aldığını düşününce ne gerek vardır ki Ayhan’a kendi parasını geri vermeye! Yoksulluğun nedeninin kapitalist sistem yerine başka yerlerde arandığı ve bu yoksulluktan kurtulmak için komşularının apartmanına göz dikmek dahil kendilerine her yolu mubah görürken, yakınındakilerden kopardıkları üç kuruşu kâr sayan ama da muhafazakâr referanslarını ağızlarından da eksik etmeyen bir zihniyeti izleriz.
Bu diyaloglar sırasında bir de Fatih’in borç karşılığı imza attığı öğrenilince öfkelenir herkes; çünkü imza borçtan kaçış olmadığını anlatır. Tüm borcu ödeme niyetinde olan biri için imzanın yeni bir anlamı, zorlayıcılığı yoktur; ama gerçekten ödemeye niyeti olanlar için!
Borcu ödemek için Fatih’in eşi Şeyma’nın altınlarını bozdurması önerilir ve Şeyma, Hacer’in de aslında altınları olduğunu ama gizlediğini söyleyerek itiraz eder. Cafer, Hacer’in altınları olduğunu o an öğrenir ve kendisinden gizlediği için çok öfkelenir. Bu sahne de o kadar tanıdık ki! Annelerimizin, teyzelerimizin, babaannelerimizin eşlerinden gizlice, kötü gün için bir şeylerden arttırarak biriktirdiği 3-5 kuruş; çünkü bilir ki eşin haberi olsa, kadının görünmeyen emeğini yok sayarak, o altınlara, kendine ait olduğu iddiasıyla el koyacak. Hacer bir bakkal dükkânı işletse de o da aslında bir aile işçisidir.
Tüm bu tartışmalar sonucunda, borcun nasıl ödeneceğine karar verilmeden herkes evlerine gider.
Çatlak, muhafazakâr bir aileyi neredeyse tüm yönleriyle ele alan muhteşem bir film. Ortaklaşmış bir ekonomi temelinde, “kutsal aile” kurumu altında bir arada durmaya çalışan ama aslında birbirinden nefret eden; feodal ilişkilerle, kapitalist ilişkiler arasında sıkışmış, geniş bir muhafazakâr Anadolu ailesi portresi. Neredeyse tek bir mekân ve tek bir günde geçen filmin yönetmeni Fikret Reyhan, bu tercihin bütçesel nedenlerden kaynaklandığını söylüyor. İran sinemasını sevdiren karakteristik ögelerin baskıdan doğması gibi, bu bütçe kısıtı da harika bir anlatıya neden olmuş görünüyor. Konuşulamayan, kapanmayan konular; biriken ve patlamaya hazır öfkelerle, aile ilişkilerinin olduğu kadar bireysel ilişkilerin ve toplumsal ilişkilerin de bir anlatısı diyebiliriz “Çatlak” için.
Sendika.Org, yayın hayatına başladığından bu yana işçi sınıfı hareketinin, solun ve genel olarak toplumsal muhalefetin gündemine ilişkin, farklı politik perspektiflerden düşünsel katkılara açık bir tartışma platformu olagelmiştir. Sitemizde yayımlanan yazılar yayın kurulunun politik perspektifiyle uyumluluk göstermeyebilir. Amacımız, mücadelenin gereksinim duyduğu bilimsel ve politik bilginin üretimini zenginleştirecek tüm katkılara, yayın ilkelerimiz çerçevesinde, olabildiğince yer verebilmektir.