Marks’ın damadıdır, komünardır, kaçaktır, sürgündür, milletvekilidir, ajitatördür, yılmaz bir sosyalizm savaşçısıdır; ama en önemlisi de tam söz verdiği gibi 70 yaşına gelmeden biricik eşi, Marks’ın kızı Laura ile ile birlikte ölüme gitmesini bilendir. Selam olsun katarın başındayken demir alma vaktinin geldiğinin ayırdında olanlara
Çan çalmıyoruz.
Çan çalmıyoruz.
Yok salâ veren!
Giden o biten
bir
şarkı değildir…
O büyük
bir ışık
gibi döğüştü.
Kasketli
bir güneş
halinde düştü.
Çan çalmıyoruz.
Çan çalmıyoruz.
Yok salâ veren!
Bu giden bir biten
şarkı değildir ………..
Nazım Hikmet Ran/Benerci Kendini Niçin Öldürdü?
Fransız Komünist Partisi’nin yayın organı Humanite gazetesi, 27 Kasım 1911 günü siyah bir çerçeve içinde vermişti acı haberi. Paul Lafargue sözünü tutmuş, eşi Laura ile birlikte intihar etmişti.
Marx’ın ikinci kızıydı Laura. Babasından çok annesi Jenny’e benzerdi. Sadece fiziki de değildi bu benzerlik; onun gibi zorluklara göğüs germesini bilen, zeki ve özverili biriydi. Babasının eserlerini diğer dillere çevirmekte ustaydı. Her ne kadar 1868 yılında Paul Lafargue ile evlendikten sonra onun gölgesinde “bırakılmış”, onun mücadelesine vermiş olduğu “destekle” anılır olmuş olsa da dönemin militan sosyalistlerinden biriydi.
Birlikte intihar olarak geçse de kayıtlara, Laura’nın bu intiharda gönüllü olup olmadığı hep tartışıldı. Çünkü sadece Paul Lafargue bırakmıştı, ölümünden kimsenin sorumlu olmadığını belirten kısacık veda mektubunu, birinci tekil şahıs ağzından hem de:
Vücut ve akıl sağlığı yerinde biri olarak, acımasız yaşlılık yakama yapışıp, yaşamın tüm haz ve sevinçlerini birer birer elimden çekip almadan, fiziki ve entellektüel gücümden yoksun bırakmadan, yaşamsal enerjimi felç edip irademi bitirmeden ve beni ne kendime ne de diğerlerine yük haline getirmeden önce, özgür irademle yaşamıma son veriyorum.
Marx’ın damadı bu satırları 25 Kasım’ı 26 Kasım’a bağlayan gece Draveil’deki evinde yazmış. Paris’e 20 km uzaklıktaki güney banliyölerinden biridir Draveil. O zamanlar yazarların, sanatçıların, hali vakti yerinde olanların tatil için tercih ettikleri bir yermiş burası. Lafargueların yerleşmesi de Engels’in ölümünden sonra olmuş zaten. Engels, mirasının büyük bölümünü Laura’ya bırakınca dönemin sosyalistlerinin buluşma noktası haline gelecek olan bu büyük villayı almışlar. Paris’teki sürgün günlerinde başta Lenin olmak üzere, Kollontay, Krupskaya, İnes Armand da bu eve gidip gelenler arasındaymış.
Peki bu mektubu yazdıktan sonra ne oldu da fikrini değiştirip, Laura’yı da alıp yanına, onunla birlikte gitti ölüme? Ya da baştan beri birlikte ölüme gidecekleri belliyse eğer, Laura niye iki satırla da olsa elveda diyemedi geride kalanlara? Belki de mektubu gören Laura ikna etmişti onu birlikte intihara kim bilir? Her şey, kendilerinden başka kimsenin olmadığı o gece, o koskoca evde geçmiş ve sır olarak onlarla birlikte gömülmüştü sonsuzluğa.
Hayatı boyunca öcü gibi korkmuştu yaşlanmaktan Paul Lafargue, yaşlanma da değil aslında, yaşlanıp el ayaktan düşmekten, başkalarına bağlı yaşamaktan, mücadeleye gerekli desteği verememekten. Ta gençlik yıllarında vermişti 70 yaşına geldiğinde intihar etme kararını. İşte 70’i bile beklemeden, daha 69 yaşında sırtını dönüveriyordu yaşama. Hem de izlediği güzel bir tiyatro oyunundan sonra. Öyle diyordu onları yakından tanıyorlar, güzel bir tiyatro gecesinden dönmüşlerdi o gece son defa evlerine.
En acısızımıydı bu yol, en etkili, en geriye dönüşsüz olanı mıydı yoksa o dönemde bilinmez ama baştan beri kesin olarak bilinen bir şey varsa o da ölümün o deri altına şırınga edilecek olan siyanürle geleceğiydi. Kırk beş yıldır kendini adadığı davanın yakın bir gelecekte olan zaferine inancı da tam olan birinin sırf 70 yaş sendromu nedeniyle intihar etmesi de neyin nesiydi ki? Siyanür kadar kesin olan diğer bir şey de bir kere karar verdikten sonra enjeksiyona, mümkünü yok titrememiştir o şırıngayı tutan eller. Acaba gelin damat gibi mi hazırlanmışlardır o ölüme de? Şırınga, siyanür, deri altı, ve tam isabet. Sonuçta koskoca bir tıp doktoru değil miydi kendisi?
15 Ocak 1842’de Küba’nın Santiago şehrinde doğmuştu geleceğin doktoru. Kendi deyimiyle çok karışık bir geçmişi vardır. Fransa’nın Bordeaux kökenli dedesi siyahların isyanından önce Dominikli melez bir kadınla evlenir. Bu evlilikten olan babası Fransız göçmeni olduğu gerekçesiyle Küba’dan çıkartılınca New Orleans’a yerleşip Yahudi asıllı annesiyle evlenir. Annesinin annesi, yani anneannesi de aslında Karayip Adası yerlilerindendir. Gülerek söyler hep çevresindekilere tam üç mazlum ırkın karışımı olduğunu; damarlarında üç ayrı kanın, Yahudi, Kızılderili ve melez kanının dolaştığını. Sadece karmaşık bir geçmiş değildi tabii ailesinden kalan, özellikle anne tarafından oldukça yüklü bir geliri de vardı. Zaten Marks da kızı Laura ile evlenmelerine izin vermeden önce klasik bir kız babası gibi davranıp müstakbel damadının gelir durumunu iyice araştırıp öğrenmemiş miydi o zamanlar? O da haklıydı ya kendince, annesi Jenny’nin çektiği yoksulluğu çeksin istemezdi tabii ki kızı da.
1851 yılında, 9 yaşındayken gelir Fransa’ya, baba ocağı Bordeaux şehrine.
İlk ve orta öğreniminin ardından Paris yolu gözükür.
Tıp fakültesine kayıt yapıp dünyaya açılır.
Fourier, Saint Simon, Darwin ve daha bir çok düşünürle tanışır.
Proudhon ile tanışması hayatının akışını değiştirir.
Sosyalist örgütlere gidip tartışmalara katılır.
Uluslararası bir öğrenci kongresinde yaptığı konuşma nedeniyle hem polis kayıtlarına geçer hem de ilk defa “büyük ajitatöre” çıkar adı.
Üçüncü sınıftayken, okuldan atılır. Sadece okuldan atılsa iyi, üstelik bir de tam iki yıl boyunca Fransa’da hiç bir okula kayıt yaptıramama cezası alır.
İki yıl uslu uslu bekleyecek hali yok ya, o da Londra yolunu tutar. Cebinde Enternasyonal’in verdiği Marx’ın adresi vardır.
Londra Tıp Fakülte’sinden sonra ikinci uğrak yeridir artık bu adres.
Sadece baba Marks ve düşünceleri değildir ilgisini çeken, evin ikinci kızı Laura’ya yaman tutulmuştur.
Marks’ın Kapital’in birinci cildi üzerinde çalıştığı sıkıntı dolu günlerdir.
Yine de sempati ile karşılamaktadır hep kapısını çalan, kendisinden sonra komünizmi savunacaklarına canı gönülden inandığı bu gençleri.
Yine de Laura ile ilişkisinden dolayı biraz temkinlidir Lafargue’a karşı. “Çok dürüst bir genç” diye yazar dostu Engels’e o günlerde. “Çok dürüst bir genç ama biraz şımartılmış bir çocuk, doğanın verdikleriyle kalmış, öylesine çocuksu.” Belki de bu nedenle ailesinden ekonomik durumları hakkında bilgi istiyordu kızının geleceğini bu gence emanet etmeden önce.
Çok geçmeden verir müjdeyi Engels’e. “Tamam, babası Bordeaux’dan bana yazıp nişanlılığı resmen ilan edebileceğimizi, ekonomik olarak hiç bir sıkıntıları olmadığını bildirdi.” Adı Marks da olsa o da bir baba sonuçta.
Nişanlılık tamamdı da evlilik için okulun bitirilmesi şartı koşulmuştu.
Lafargue hem hiç aksatmadan okula devam ediyor, hem de Enternayonal’in faaliyetlerine katılıyordu.
1866 yılında Enternasyonel Genel Kurulu’nda görürüz onu. Dili, anadili olan İspanyol delegesi olarak. Bu delegelik görevi, 1867 yılında Lozan’da yapılan ikinci kongre ve bir yıl sonra Brüksel’de yapılan üçüncü kongre sırasında da onda kaldı. Gerek Marks’la olan ilişkileri, gerekse de Enternasyonal ilişkileri onu gittikçe Proudhon’dan uzaklaştırıyordu.
1868 yılında okul biter bitmez evlenirler, nikah şahitleri Engels’tir. Aynı yıl sonunda, Etienne adını verdikleri ilk çocukları doğar. Londra’da bir hastanede doktor olarak çalışmakta olan Lafargue’ın mutluluğuna diyecek yoktur. Bir yıl sonra dünyaya gelen kızları mutlu aile tablosunu daha da öne çıkaran bir fırça darbesi gibidir adeta. Ancak fazla sürmez bu mutlu aile tablosu, amansız bir hastalık ellerinden alıp götürür bir kaç aylık kızlarını.
Londra dar gelir artık genç Lafarguelara.
1870 yılında, yıllar önce, politik faaliyetleri nedeniyle tıp fakültesinden atıldığı Paris’e, sevgili eşi Laura ve küçük oğlu Etienne ile birlikte dönerler.
Dönüş için çok kötü bir dönem seçilmişti aslında.
Halkın açlık ve sefaletle boğuştuğu, siyasi belirsizliğin hüküm sürdüğü bir dönemdir.
Gelişlerinden kısa bir süre sonra savaş açar zaten Prusya’ya karşı ikinci imparator olarak da adlandırılan 3. Napolyon.
Oturdukları bölge, savaş bölgesindedir.
Ve o bölgedeki tüm evler gibi onların evleri de boşaltılmak zorundadır.
İster istemez yeniden baba ocağı Bordeaux şehrinin yolları gözükür.
Bütün ülke, nefesini kesmiş gergin bir bekleyiştedir. Henüz adı konulmamış bir bekleyiştir bu.
Çok geçmeden anlaşılır bu bekleyişin aslında Paris’te başlatılan Komün’ün startı olduğu. Start verilir de durulur mu? Bordeaux’da, Enternasyonal’in bölgesel yayın organı olan “Federasyon” gazetesinde sesini duyurmaya başladı Komün’ün ilk günden itibaren.
Sadece sesini duyurmuyor, o sesin taşrada da yankı bulması için elinden geleni yapıyordu Lafargue. Durup dinlenmeden yazıyordu; hem kendi görüşlerini hem de Marx’ın öğretilerini.
1871 Nisan ayında kısa süreliğine gittiği Paris’ten büyük umutlar ve yoğun bir coşkuyla döner. Öyle coşkuludur ki gördükleri karşısında, öyle kabına sığmazdır ki, “Paris artık yenilemez” diye yazar kayınpederi Marks’a çok değil, bir ay sonra vahşi bir şekilde bastırılacak olan Komün hakkında. Daha sonra cevap verecekti Marks damadına “Alt sınıf kurtuluşunu ancak egemen sınıfın entelektüel gücünü ve kaba kuvvetini yok ederek başarabilir; silahlı mücadeleden önce de teorik hazırlık kampanyası gerekir” diyerek.
Paris Komünü’nün düşmesinden sonra zorunlu olarak İspanya’ya sığınırlar. Daha sınırdayken kaybeder birkaç aylık üçüncü çocuğunu da. Daha onun acısına alışamadan bir yıl İspanya’da kaybederler ilk göz ağrıları 4 yaşındaki Etienne’i de. Ondan sonra doktorluk mesleğinin adını bir daha anmaz olur Paul Lafargue.
Küçük Etienne’in ölümünden bir kaç ay sonra katılır La Haye’de yapılan Enternasyonal’in 5. Kongresi’ne, Madrid Federasyonu adına. Ve ilk defa oy kullanır Bakunin’in Enternasyonal’den ihracı yönünde. Genel Kurul’un New York’a taşınmasını isteyen bir konuşma yapar ve Marks ve Engels’le birlikte “Sosyalist Demokrasinin Birliği ve Enternasyonal” broşürünü hazırlar.
La Haye’den sonra gittiği Londra’da Fransa’dan gelen Jules Guesde ile tanışır. Jules Guesde, Komün’e destek veren gazetecilerden biridir. Onunla birlikte haftalık Egalité gazetesinde yazmaya başlar.
İşte en ünlü eseri “ücretli işin” yergisi olan “Tembellik Hakkı” kitabı bu gazetede yazdığı yazıların derlemesinden oluşmaktadır. Ve Komünist Manifesto’dan sonra en fazla çevirisi yapılan kitaplar arasındadır.
“Utanmalısın Fransız proletaryası, utanmalısın! Böylesi bir aşağılanmaya ancak köleler katlanabilir” diye isyan ediyordu 1793’teki iktidarı alıp ülkede “terör” estiren Jakoben kahramanların, 1848’de fabrika kapılarında, zorlu çalışma şartlarına karşı direnişe giden çocuklarının, iş gününü 12 saatle sınırlayan yasayı “devrimci bir kazanım” olarak kabul etmeleri karşısında.
“Buraya kadar işim kolaydı” diye yazıyordu birkaç sayfa sonra “İşin kutsanması” başlıklı yazısında. “Buraya kadar herkes tarafından bilinen gerçek dertleri betimlemeye çalıştım sadece. Ama onun (proletaryanın) kafasına sokulmuş bu lafın (işin) bir sapkınlık olduğuna; yüzyılın başından beri kendini kaptırmış olduğu şu dizginsiz çalışmanın, bugüne kadar insanlığın başına gelmiş olan en korkunç felaket olduğuna; çalışmanın da ancak günde üç saatle sınırlandırılmış olacağı zaman insan bünyesi için yararlı bir tutkuya ve tembellik hazzının bir dürtüsüne dönüşeceğine proletaryayı inandırmak. Gücümün üstünde zor bir görevdir.”
Üç saatlik çalışma günü. Bugün bile rüya gibi bir şey değil mi? Hele günümüzde haftalık 35 saatin bile kuşa çevrildiği düşünülünce 150 yıl önce kurulan hayallerin, ileri sürülen taleplerin bile günümüzden ne kadar ileride olduğu açık değil mi?
1882 yılında Paris’e dönüşüyle birlikte hem yazılarına ağırlık verir hem Fransa çapında konferanslara başlar.
1891 yılı 1 Mayıs’ında küçük bir yerleşim yerinde çıkan olayları kışkırttığı nedeniyle tuttuklanır.
Tutuklu olduğu hücreden milletvekilliğine adaylığını koyup kazanır.
Meclise gider gitmez genel af talebi dile getiririr, ancak oy çokluğuyla reddedilir.
Rengarenk bir roman gibidir Tembellik Hakkı’nın yazarının yaşamı, bir çok hayatı içinde barındıran.
Marks’ın damadıdır, komünardır, kaçaktır, sürgündür, milletvekilidir, ajitatördür, yılmaz bir sosyalizm savaşçısıdır, ama en önemlisi de tam söz verdiği gibi 70 yaşına gelmeden biricik eşi, Marks’ın kızı Laura ile ile birlikte ölüme gitmesini bilendir.
Allak bullak olur L’humanite gazetesinde ölüm haberini okuyan Lenin.
İnes’i arayıp hemen Fransızca konuşma metni hazırlamasını istedi.
Paris’te, komünarların karşısında, Marks’ın çocuklarının başucunca yapacağı konuşmanın gramer hatası taşısın istemez.
3 Aralık Pazar günü olarak belirlenir cenaze töreni.
En geniş katılımın sağlanması istenir.
Tahmin edildiği gibi çok büyük katılım olur.
İşçiler, memurlar, öğrenciler, işsizler, ev kadınları herkes orada, onlarla vedalaşmaya gelmiştir.
Kimisinin elinde pankartlar, flamalar, kızıl bayraklar vardı.
Yol boyunca katılanların sayısı artıyordu.
Mezarlığa varıldığın sayının 20 bini aştığı söyleniyordu.
Soğuk, gri bir kış günüydü.
Cenaze arabasının, katafalkın ve kızıl çiçeklerin serpiştirildiği çelenklerin üzerine hafif bir yağmur çiseliyordu.
Flamalardan, kızıl bayraklardan sular damlıyordu.
Komün mezarlığı simsiyah şemsiylerin işgali altındaydı adeta.
Başta Sosyalist Enternasyonal’in ileri gelenleri olmak üzere bütün yakınları, dostları, sevenleri ağır ağır Federe Duvarı’na doğru ilerliyorlardı. 28 Mayıs 1871’de Versailles iktidarının Paris’te son 147 komünarı kurşuna dizdiği, duvarlarında hala kurşun izlerinin bulunduğu Federe Duvarı’na.
İğrenç mi iğrenç, kasvetli, kapkara, lanet bir kış havasıydı.
Herkes sırayla konuşmaya başlar.
Fransa için Jaures ve Vaillant. Büyük Britanya için Benson ve Keir Hardy. Almanya adına Karl Kautsky. Lenin, Rusya’daki tüm sosyalistler adına onunla konuşacak. Hemen yanıbaşında, siyahlar içindeki Krupskaya ve İnes.
“Yoldaşlar Paul ve Laura Lafargue’ın ölümünde hissettiğimiz derin üzüntü hissini ifade etmek için Rusya Sosyal Demokrat İşçi Partisi adına söz alıyorum” diye başladı konuşmasına.
Dinleyicilerden birisi daha sonra Lenin’in konuşurken aniden dönüp kaldığını ve yumruğunu avucunun içine vurarak inlediğini söyler: “Bu bir istifa! Devrimin hala size ihtiyacı varken ve daha yapacak çok şey varken nasıl intihar edebileceğiz bilemiyorum.”
Bir başka dinleyici de, Lenin’in tek şapkasını siyah vernikle tazelemekle meşgul olan karısına dönüp ona şunu söylediğini iddia eder: “Artık Parti için çalışacak gücünüz yoksa, yüzünüze bakmalı ve Lafarguelarda olduğu gibi nasıl öleceğinizi kararlaştırmalısınız.”
Lafarguelarda olduğu gibi öleceğini kararlaştırmak.
Ne diyordu Nazım, Benerci Kendini Niye Öldürdü şiirinin sonlarında:
Hem, bu benim mesele nevi şahsına münhasır bir iş bile değil. Galiba LAFARG’la karısı da aynı vaziyete düşmüşler, aynı işi yapmışlar.
Acaba nasıl öleceğini kararlaştırırken bu durumu öngörmüşmüydü Marks’in damadı? Ölümünden yıllar sonra, Hindistan’ın Kalküta şehrinde İngiliz emperyalizmine karşı verilen mücadelede Komünist Parti saflarında savaşan Benerci isimli bir devrimcinin hikâyesine eklemleneceğini hiç düşünmüşmüydü acaba?
Hem de kafasına sıkmadan birkaç dakika önce söyleyivermişti Benerci bunları.
Nedir Lafarguelarla Benerci’yi buluşturan ortak payda?
Tıpkı Lafargue gibi ilerleyen yaşı nedeniyle kafasının elastikiyetini kaybettiğini düşünür Benerci. Dönemeçleri zamanında dönemeyeceğini bilir. Elleri de lüzumundan fazla titremekte, akıntıda dümen tutamayacak bir haldediler artık. Akışın temposunu hızlılaştırmak orada dursun, onu yavaşlatması bile söz konusudur.
İstemeden, irademin dışında, yanlış adımlar atacağım. Biliyorum, hareket belki beni altı ay sonra, bir sene sonra bir safra gibi fırlatacaktır. Fakat o beni fırlatıp atana kadar, ben ona fren olacağım. Halbuki ben kemiyette bile, bir sene değil, bir gün bile, irademin dışında, bilerekten ona ihanet edemem. Anlıyor musun?
Diyeceksin ki, yanılmayan yalnız tembellerdir, budalalardır. İş yapan, yürüyen adam yanılır. Mesele yanlışın idrakindedir. Fakat, ya bu yanılma nesnesi katarın başındaki adam için bir kaide haline gelirse. Ve o adam katarın başında gidemeyeceğini bildiği halde, yerinde durmak için bir saniye olsun ısrar ederse… Bu bir ihanet değil midir? Ben bir saniye olsun, ihanet edemem. Bu benim uzviyetimde yok.
Bütün sorun bu değil mi aslında? Bir sene değil, bir gün bile, iradenin dışında, bilerek ona ihanet etmeme iradesi gösterebilmekte.
Selam olsun katarın başındayken demir alma vaktinin geldiğinin ayırdında olanlara.
Kaynakça:
- Paul Lafargue, Tembellik Hakkı, Ayrıntı Yayınları
- L’humanité gazetesi Pas de dieux, mais un maitre
- Paul Lafargue, Le Maitron
- Ines Armand, Georges Bardawil
- Nazim Hikmet Ran, Benerci Kendini Niçin Öldürdü