En acısı da çarşıda pazarda, konu komşuda, aile ve arkadaş meclislerinde konuşulan hangi finansal enstrümanın ne kazandırdığı, doğru tercihin nasıl yapılacağı, önümüzdeki krizde neye yatırım yaparsa kazanacağı hayalleridir. Sanki başka bir yerde ve başka bir zamanda, başka bir hayatları varmışçasına
Dün gece Cumhurbaşkanı ve ekonomi yönetiminin şapkadan tavşan çıkardığını diyelim kabul ettik. Döviz kuru freni patlamış bir kamyon gibi yokuş aşağıya inerken bir şeyler yapılması gerekiyordu ve yeni döviz garantili faiz hesabı işe yaradı diyelim.
Türk Lirası’ndan kaçışı önlemek için faizleri artırmak yerine, faizi kura endeksledi ya da faiz getirisi dönemsel / hesabın vadesine göre kur getirisinden az olursa aradaki fark kadar bir farkın ödeneceği garanti edildi Türk Lirası tasarruf hesaplarına. Aradaki fark devletin / hazinenin sırtına kondu. Yani siz paranızı diyelim %14’ten faizle bankaya yatırdınız ama o dönem kur getirisi sizin TL getirisinden 10 puanlık daha fazla bir artış sağlarsa size 14 puanlık faizinize ek olarak ek bir getiri sağlanacak. Bunun adı faiz olmayacak da kur farkı geliri olacak gibi. Yani siz TL’nizden daha fazla bir kazanç sağlayacaksınız ama bu kazanç eskiden tek bir kalemden oluşurken şimdi “faiz + kur farkı geliri” olacak. Bunun adı da yüksek faiz olmayacak…
Aslında yapılan faizi düşürmek değil faize para bağlayanların riskini sıfıra indirmektir. Mesela döviz kuru düşünce faiz gelirleri matematiksel olarak dövizden daha çok kazandıracaktır. Bu yeni kur düzeyinden daha fazla kazanan faiz gelirleri sahiplerinden kur farkı zararı düşülecek midir? Faiz getirisi dönemsel olarak döviz getirisinden yüksek olursa “siz bu dönem çok fazla kazandınız, bu faiz getirisinin bir kısmını geri almamız gerekiyor” denecek midir? Hayır!.. Türk Lirası’nın bağımsız bir para değil de Dolar’ın / Avro’nun gölgesinde ikincil bir para olduğunun resmen ilan edilmesidir dünkü açıklamalar. Türk Lirası’nın izleyeceği yolun yabancı paralar tarafından çizilmesi demektir. Aslında fiilen var olan dolarizasyon karşısında yapacak bir şeyin kalmadığının itiraf edilmesidir bankacılık jargonuyla. Getirisi dolar gibi olacak ama adı Türk Lirası getirisi olacak. Türk Lirası görünümlü Dolar!.. Hani birilerinin hep söylediği gibi tamamen Dolar’a geçme önerisinin bir benzeri. Yaptığınız finansal hareketlerinin değerini, son sözü döviz belirleyecek ama siz toplamayı çıkarmayı Türk Lirası diliyle yapacaksınız. Dolar’la düşüneceksiniz ama Türk Lirası’yla konuşacaksınız.
Şu unutulmamalıdır insanlar para piyasasında konumlanırken, bir pozisyon alırken ellerindekini korumak ve/veya artırmak isterler. Dolar ya da Türk Lirası’nda olmayı kendi çıkarlarına göre belirlerler, milli hasletlere göre değil. Türk Lirası onlara Dolar getirisi ve garantisini verirse tabiî ki Türk Lirası’nda olmakta bir beis görmeyecektirler. Sorun bunun yüksek faiz politikasından ne farkı olduğudur? Bunun neresinin yeni olduğudur? Faize kur garantisi vermek sıcak para girişini yeniden istemek değil midir? Hatta bir önceki klasik para girişinde kurdaki yükselişler dolayısıyla parasını Türk Lirası’na yatıran yabancının bir kur riski vardı, artık o risk de yok.
Faiz indirmeyi dini gerekçelerle / naslarla açıklamaya çalışanların faize kur garantisi vererek faizin hikmetini sual edemeyeceklerini kabul etmiş olmuyorlar mı? Bu yeni garantiler enflasyon hedefinin askıya alındığını göstermiyor mu? Bu kadar çok garantili faiz, garantili araç geçişi, garantili kayırmalı iş çevresinin olduğu ortamda maliyetlerinin düşmesini nasıl bekleyeceğiz? “Dış mihraklar” söyleminin ne kadar asılsız olduğunun itirafı değil midir bu sözde yeni finansal araçlar? Kurlar yükselirken dış ve iç mihraklar, kurlar düşerken yeni ekonomik politikalarımızın başarısı demek, iç ve dış mihrakların hayali olduğunu sessizce kabul etmektedir.
Yıllarca kaynak yok, olsa niye aziz halkımıza vermeyelim, diyenler birdenbire yeni kaynaklar bulmuş olamayacağına göre verilmesi vaat edilenler nereden verilecek? Demek ki “iç” edilmiş, her zaman verilebilecek kaynaklar varmış…
Para piyasaları ile mal ve hizmet piyasalarının karşılıklı ilişkisini şöyle abartılı ama resmin bütününü görmemizi sağlayacak bir örnekle açıklamaya çalışalım. Diyelim ki hepimizin elinde, tüm insanlarda, bireysel olarak ömrümüzün sonuna kadar yetecek kıymetli bir para (dolarınız) olsun. Gene diyelim ki hepimiz tüm insanlar kısmi felç geçirmiş olalım. Aklımız yerinde ama kıpırdayamıyoruz, hiç çalışacak gücümüz olmasın. Bu durumda halihazırda bulunan ve önceden üretilmiş mal ve hizmetleri tüketeceğiz demektir. Hepimiz çalışma yetimizi yitirdiğimizden dolayı da yeni mal ve hizmet üretemeyeceğimizden mevcut stoklar hızla tükenecektir doğal olarak. Çok kısa bir süre sonra da şunu göreceğiz: mal ve hizmet üretimi olmadan, satın alınacak mal ve hizmet orta yerde bulunmadan isterse herkesin milyar dolarları olsun, o paralar, o kıymetli kağıtlar, o değerli madenler hiçbir şeye yaramayacaktır, hiçbir değeri olmayacaktır, hiçbir şeye tekabül etmeyecektir. Para ve para yerine geçen her şey bir şeye bağlı olarak, insan emeğinin ürünlerine bağlı olarak bir hayatiyet kazanırlar, yoksa kendi başlarına bir gerçeklikleri yoktur. Türev piyasalar deniyor ya aslında tüm parasal piyasalar ikincil ve türevdirler.
Yine örneğimize dönecek olursak mal ve hizmet üretiminin olmadığı yerde “paradan para kazanmak” mümkün değildir. Toplum daha doğrusu emekçiler mal ve hizmet ürettikçe bir değer üretilir ve o değere bir parasal karşılık gelir/bulunur. Bu ülkesine göre dolarla ifade edilir, lirayla edilir. Ama ifade edilen emekçilerin ürettiklerinin parasal ifadesinden başka bir şey olamaz. Merkez bankaları, hazine ve diğer bankalar istedikleri kadar para bassınlar/ para yaratsınlar emekçiler üretmezlerse kendi başlarına bir şey üretemezler, zenginlik yaratamazlar. Kredi faizleri isterse sıfır olsun, hatta herkese sonradan istenmemek sözüyle bile para verseler emekçiler üretmeden bir şeyi üretmeye yöneltmezsin, çok ve bol paranın olması çok ve bol mal ve hizmeti garantileyecek değildir. Hayatta bir şeylerin karşılıksız olamayacağına örnek olsun diye denir ya “ne kadar para, o kadar köfte” diye, doğrusu “ne kadar köfte, o kadar para”dır. Elinizdeki para ancak köfte yapılmışsa / pişirilmişse size köfte yedirir. Ama köfte üretildikçe hem yenebilecek, insan ihtiyacını giderecek bir ekonomik mal ve hizmet yaratırsınız hem o ürettiğiniz köfte kadar parasal bir ekonomik değişim aracı ve onun parasal karşılığını yaratırsınız.
Kapitalist bir ekonomide üretim yapabilmek ve bu üretimin sonunda kâr edebilmek için bu süreçlerin tamamlanması, kârın realize olabilmesi için bir zaman gerekir. Emekçilerin ücretini bir ay sonra ödediniz diyelim, hammaddeyi altı ay sonraki çekle ödemeyi taahhüt ettiniz, elektrik, su, iletişim giderini bir iki ay sonra ödeyeceksiniz, muhasebe ve zarar yazdığınızdan diyelim vergiyi de ötelediniz. Farkındaysanız üretmek / satmak / kâr elde etmek için topu taca atan futbolcu gibi zaman kazanmak zorundasınız. İşte bu vadenin, zaman kazanmanın size bir kazancı oluyorsa diğer size zaman tanıyanların da sizden bu kârı paylaşmanızı beklemesine şaşmamanız gerekir. Kâr elde etmek için hem parasal hem zamansal olarak borçlandıysanız bu borcu ödemeniz gerekir ki “piyasa dönsün”… Hem kapitalizm olacak hem de faiz olmayacak, bu mümkün değil. Faiz değil kâr payı verdiğini iddia eden faizsiz bankacılık sistemi bu ortalama kâr rakamı oranında bir getiriyi mudilerine nasıl hesaplayıp veriyorlar anlamıyorum. Ya da bazı yıllar kâr edemedik size bu sefer zarardan pay vereceğiz diyorlar mı? Sonuçta zarar etmek de kapitalizme dahil değil mi?.. Her zaman olduğu gibi yalan söylemiyorlar da gerçeği tam olarak yansıtmıyorlar. Kapitalizm varsa işyerini nasıl kiralıyorsa, emek gücünü, emekçiden belli saatlerini / zamanını ücret karşılığı satın alıyorsa, para piyasalarından belli bir miktarda sermayeyi de satın alacaktır, kiralayacaktır ve bu bir mübadele ilişkisi ise de karşılığı / adı ne olursa olsun bunları satın alanın vadesi dolduğunda karşılığının ödemesini bekleyeceklerdir mübadelenin tarafları.
Bu finansal toz duman içinde emekçiler “tencere kaynamıyor” diye az biraz yürüdüler ve asgari ücreti artırmak zorunda kaldı hükümet. Türk Lirası’nda tasarrufunu tutanlar dolaylı olarak cezalandırıldıklarını, tasarrufların eridiklerini söylediler, onlara da finansal bir yama buldular alelacele. Ali Koç “dövizin artışı belimizi büktü” dedi. Yeni Bakan Nureddin Nebati “sen batarsan maaşını kaybedersin ama ben batarsam tüm varlığımı kaybederim” dedi. Sanki emekçinin maaşı da onun tüm varlığı değilmiş gibi. Cumhurbaşkanı çok sert eleştirdi ama “kabul görmüş iktisat kurallarına acilen dönelim” macera aramayalım türü uyarıları kabul gördü ki TÜSİAD’ın; dolaylı vergiler de olduğu gibi dolaylı faiz politikasına geçildi. E o vakit hani ekonomi bir bilimdi ve tarafların hislerinden, arzu ve isteklerinden bağımsız rasyonel gerçeklere göre hareket ederdi? Hani piyasanın görünmez eli tüm taşları yerine oturturdu, hiç müdahaleye gerek duymazdı? Bıraksaydınız görünmez ele de çıksa idi bu durumdan, niye karışılıyor ki!..
Ekonomi ya da iktisat bilimi geniş toplumsal kesimlerin sorunu çözecek bir bilim / yöntem / alet ve edevat kutusu değildir. Tam tersine çözümsüzlüğün bir parçasıdır. Sorunu gizlemekte, sorunu çözümsüz zor bir matematik sorusu gibi algılamamızı istemekte, hep beraber çözmeye çalışalım çağrısı altında sorunu yaratanları korumaktadır. Hepimiz aynı krizde değiliz. Zarlar hilelidir, oyunun kuralları adaletsiz kurulmuştur. En çok üretenler en çok kaybedenlerdir.
En acısı da çarşıda pazarda, konu komşuda, aile ve arkadaş meclislerinde konuşulan hangi finansal enstrümanın ne kazandırdığı, doğru tercihin nasıl yapılacağı, önümüzdeki krizde neye yatırım yaparsa kazanacağı hayalleridir. Ev kadınları çaya çağırdığı komşusuyla bitcoin konuşmakta. Pazar tezgâhına lahanaları dizen pazarcının aklının bir yanı, “dün hanımın altınlarını keşke bozdursaydık şu kadar kara geçerdik”tedir. Sanki yaşanılan hayat onlara ait değil de bir oyundaki rolü oynar gibi kendi gerçekliklerinden uzak yaşıyorlar. Yanlarından geçip giden hayatlarının farkında değiller / kabullenmişler. Sanki başka bir yerde ve başka bir zamanda, başka bir hayatları varmışçasına yaşıyorlar. Gündelik hayatın akışı belki bunu insanlara dayatıyor, her şeyi iç içe geçiriyor, ayrıştırmaları zorlaştırıyor, yalnızca tencerenin kaynamadığı zamanlar sesini çıkarıyor olabiliyor. Sanki tencere kaynarsa sorunlarımız hallolacakmış gibi, diğer tüm sorunları yok sayacakmışızcasına.
Hayat tencere değil de hepimizi içeren büyük bileşik bir kap… “İşçi sınıfın kurtuluşu kendi eseri olacaktır” diyor ya Marks bu tüm emekçi sınıflar, kesimler, gruplar, hatta bireyler için de geçerlidir; çünkü kurtulamayabiliriz de. Önceden verilmiş bir sözü yok hayatın. Hiçbir toplumsal kesim kurtuluş için tarihsel önceliklere sahip değil. Mücadele pratiği bize kurtuluşu garantilemez. Muhtemelen çok yenileceğiz, kaybedeceğiz de. Ama bir kazanma olasılığı varsa da bu mücadelenin içinden çıkacak ancak. Herkes bir diğerinden, bir başka ezilen toplumsal kesimden -mesela asgari ücretlilerden- ya da tarihin akışından kendilerini kurtarmayı bekleyecek olursa, sayısız kez yeni reel ya da finansal krizler çıksa bile sonuçları ezilen toplumsal kesimler için pek farklı olmayacaktır. Mücadele pratiği ancak bizi canlı, diri, bir ve söz söyleyebilir özneler haline getirebilir. Duran, izleyen, susan bir hal bizi Cahit Külebi’nin dizelerindeki çürümeye mahkum eder.
“Sen orada, ben burada/ Birbirimizden habersiz/ Ayrı yaylalarda yeşeren otlar gibi/ bekleye bekleye çürüyeceğiz.”(Cahit Külebi)
Sendika.Org, yayın hayatına başladığından bu yana işçi sınıfı hareketinin, solun ve genel olarak toplumsal muhalefetin gündemine ilişkin, farklı politik perspektiflerden düşünsel katkılara açık bir tartışma platformu olagelmiştir. Sitemizde yayımlanan yazılar yayın kurulunun politik perspektifiyle uyumluluk göstermeyebilir. Amacımız, mücadelenin gereksinim duyduğu bilimsel ve politik bilginin üretimini zenginleştirecek tüm katkılara, yayın ilkelerimiz çerçevesinde, olabildiğince yer verebilmektir.