"Kadın cemiyetlerini ilk tesis eden, ev işlerini bir yana koyup Cumhuriyet mücadelesine katılan ve kanunların intikamcı demiri boynuna inen küstah Olympe de Gouge’u unutma"
“canlanır son ışık ve tatlı rüzgarlar gibi,
gözümde güzel günler
dibinde giyotinin
üflerim neyimi
deyip neylersin kader.”
André Chénier
18. yüzyılda Fransız Devrimi’ne damga vurmuş kadınları saymaya kalksanız akla gelen ilk isimlerdendir Olympe de Gouges. Hemen ardından Charlotte Corday alır sırayı, hani sınıf adına Marat’ı öldürmesiyle ünlü. Manon Roland gelir sonra, “aydınlanma ve devrimin saf ürünü” diye de bahseder tarihçiler kendisinden. Bunlara, tutuklu olan eşini cezaevinden kaçırmaya teşebbüsle suçlanan Lucile Desmoulins ile Devrim’in “Kızıl Amazon’u” Teoigne de Mericort’u da eklersek bir elin parmaklarını tamamlamış oluruz onlarca parmak arasında.
Sonuncu hariç hepsi de tereddütsüzce sunmuştur savundukları düşünceler uğruna o güzel başlarını ünlü “ulusal bıçak” altına.
Ölümden öte yol yok denir ama ölümden de beterdir Kızıl Amazon’un sonu. Sokak ortasında çırılçıplak soyulmuştur kendilerine “cumhuriyetçi” diyen “yurttaşlar” tarafından. Saatlerce kırbaçlanmış, tekmelenmiş, yerlerde sürüklenmiştir; yediği küfür ve hakaretlerin sayısını bilen yoktur. Tam son nefesini vermek üzereyken kurtarılmıştır linç edilmekten hem de devrimin kuramcılarından Marat tarafından. Kim kabullenebilir ki böylesi bir aşağılanmayı. Sonrası akıl sağlığını kaybetmesi ve hastahane odalarında yitip giden bir yaşam işte. Yaşam denirse ona da.
Ne çok acılar yaşandı ne çok bedeller ödendi kadınlar tarafından devrim uğruna; ödeniyor da hala günümüzde, fazla kaale alınmasa da.
İşte o ‘kaale’ alınmayanların başında gelir bu yazının konusunu oluşturan Olympe de Gouge adı. Halbuki çağının o kadar da ilerisinde bir kadındır ki O.
En önde onlar vardı
Yarım asırdan fazla bir zaman vardır feminizm kelimesinin sözlüklere girmesine onun kadın hakları mücadelesi başlattığı yıllarda.
Ve neredeyse 2 asır beklemek gerekecektir öne sürdüğü kimi sosyal ve ekonomik reformların gündeme alınabilmesi için bile.
Eylül 1791’de kaleme aldığı “Kadın ve Yurttaş Hakları Beyannamesi” adıyla özdeşleşmiştir. Bu nedenle çoğumuz sadece bu yanıyla tanırız onu. Halbuki kısacık yaşamına şöyle bir göz attığımızda militan bir devrimcide olması gereken birçok özelliğin yanı sıra 1789’dan çok önce üzerinde devrimin boy vereceği zeminin hazırlanmasındaki çabalarını, canhıraş çalışmalarını ve devrim sonrası yaşadığı büyük hayal kırıklığını görebiliriz rahatlıkla.
Onca kadın kalmadı mı o büyük hayal kırıklığının altında? Halbuki, ne de kitlesel katılmışlardı devrim mücadelesine, “Özgürlük, eşitlik ve kardeşlik” sloganları arasında…
Devrimin startının verildiği 14 Temmuz günü Monarşi’nin simgesi Bastil’in alınmasında en öndeydiler.
Yine, devrimin kilometre taşlarından olan, 5 Ekim sabahı Versaille Sarayı’na yapılan yürüyüşü başlatan onlardı. Bütün öfkelerini kuşanıp 6 saatte dayanıvermişlerdi kendilerine “ekmek bulamıyorsanız pasta yiyin” diyen kraliçe Marie Antoniette’in yaşadığı sarayın kapısına. 20 binden fazlaydı sayıları ve sadece “Açız, ekmek istiyoruz” da değildi sloganları. “Özgürlük” diyenler vardı “eşitlik, kardeşlik”, hatta “biz de hayatı, tıpkı erkekler gibi tüm güzellikleriyle yaşamak istiyoruz” diyenler de vardı.
Bu nedenle akın akın katılıyorlardı devrime. Ama o da ne? Meğerse sayelerinde mutlak monarşiyi yıkıp kiliseye diz çöktüren burjuvazi meclise giriş hakkı bile vermemiş onlara, giremiyorlar işte kapısından bile, değil ki kendi adlarına dergi çıkarmalarına izin verile. Kadınlar yok sayılmaya devam edermiş hala.
Çıkıntı
Belli ki çok hafife almışlardı kadınları ama unutuyorlardı bazılarını; hele de içlerinden birini. Herkes boyun eğse bile mümkünü yok boyun eğmezmiş, çünkü doğuştan çıkıntıymış o.
7 Mayıs 1748’de Fransa’nın güneyinde Montauban şehrinde Marie Gouze olarak burjuva bir ailede açmıştır dünyaya gözlerini. Resmi kayıtlarda yasal babasının usta bir kasap olan Pierre Gouze, annesinin Anne Olympe Mouisset olduğu yazılı olsa da, aynı zamanda ünlü bir şair olan Pompingnan Marki’si Jean Jacques Lefranc’ın kızı olduğu söylenmektedir yörede kulaktan kulağa. Zaten çok sonraları “XV. Louis’nin piçi” olduğu söylentileri çıktığında “hiç de değil” demişti, “Hiç de kıralın kızı değilim ben, benim de babamın tacı var başında ama defneden bir taç o”. Şairler için de kullanılan bir deyimdir o günlerde defne dallarından yapılma taç.
24 Ekim 1765’te, 17 yaşındayken gönülsüz bir şekilde kendisinden oldukça yaşlı olan Louis Yves Aubry ile evlenir. Hayal kırıklığından başka bir şey olmayan bu evliliğin tek güzel yani bir yıl sonra dünyaya gelen oğlu Pierre’dir. Onun doğumundan birkaç ay sonra da ölür zaten yaşlı kocası.
Taşranın kendisine yüklemek istediği ‘eşini kaybetmiş, acılı dul kadın’ rolünü itiverir elinin tersiyle hemencecik. Hiç de gönüllü değildir ölmeden mezara girmeye; yapacak o kadar da çok işi, gerçekleştirmesi gereken o kadar da hayali varken de hele. Gelenekselin dışına çıkıp kendisini özgürce ifade edebileceği bir alan aramaktadır kendince. Edebiyat dünyasına diker gözünü ama hiç de kolay değildir; henüz 20 yaşındadır ve ne kayda değer bir serveti ne de soylu bir adı vardır. Üstelik de o dönemde yöresel bir dil olan Oksitanca’dır anadili, Fransızcayı bile doğru düzgün konuştuğu söylenemez, yine de yazın dünyası der de başka bir şey demez.
Hiç ikirciklenmeden değiştirir adını. Bir çırpıda ilan ediverir dosta da düşman da bundan böyle ‘Dul Madame Aubry’ olarak değil Olympe de Gouge olarak sürdüreceğini hayatını. İlk çıkıntılığıdır bu yeni adı.
Hiç aldırmaz kem gözlere. Ne de arkasından söylenen sözlere. Doğru bildiği yoldan hiç ama hiç şaşmaz.
1770 yılında, Jacque Bietrix de Rozieres ile tanıştıktan sonra Paris’e taşınır. Askeri malzeme işleriyle uğraşan oldukça zengin birisidir Rozieres ve kısa sürede evlilik teklif eder görür görmez aşık olduğu Olympe’e. Halbuki o, ilk evliliğindeki kötü tecrübeleri bir daha yaşamamaya söz vermiştir kendi kendine. Ayrıca çok iyi bilmektedir ki yürürlükteki yasalara göre evli bir kadının kocasının izni olmadan yazılı bir esere imza atması mümkün değildir. Gülerek inanmadığını söyler evliliğe, gözlerinin içine baka baka hem de ününün doruğundaki Rozieres’e. “Aşkı öldürür evlilikler” der kendinden emin bir şekilde, halbuki aşktır onun doya doya yaşamak istediği? Onu öldürecekse eğer, mezarı olacaksa güven ve aşkın ne gerek var evliliğe. Doğal eğilim der kendi tercihine. Yani sadece birlikte olmak isteyen kadın ve erkeği ilgilendiren ve sadece onlar arasında olan bir sözleşmedir bu, üçüncü kişileri hiç ama hiç ilgilendirmez.
Evlenmeden yaşayışı bir erkekle özgürce, yeni bir çıkıntılık ekledi ilk çıkıntılığı üstüne tam iki buçuk asır önce.
Devrim gümbür gümbür gelirken
Yepyeni bir hayata başlamıştır artık. Fransızca dersleri alır ünlü öğretmenlerden. Hem yazmasını hem de konuşmasını düzeltir. Büyük bir insan sevgisi göze çarpar yazılarında. Ne cinsiyet ne ırk ne de konum ayrımı yapar, herkes için eşit haklar gelir taleplerinin ilk sırasında. Adım adım devrimin zeminini oluşturacak yepyeni fikirlerle çıkıyordu halkın karşısına. En ateşli konuşmalarını yapıyordu köleliğe karşı. Kısa sürede entelektüel bir çevre edinmişti kendisine. Mirabeau, La Fayette ve Necker, çevresindeki politikacılardan sadece birkaçıydı. Yüksek sosyetenin kapıları da açılmıştır ardına kadar önünde. En ünlü salonlarda boy gösteriyor, yazar, şair ve ressamlarla arkadaşlık ediyordu. Her geçen gün yeni hayranlar ekleniyordu hayran kitlesine.
1785 yılında ilk ciddi tiyatro eseri olan Zamora ve Mirza’yı yazar. Dönemine göre çok cüretkâr olan bu eser Fransız sömürgelerinde yürürlükte olan Kara Kanun’un siyahlar ağzından bir eleştirisidir. Ünlü Comedie Française repertuarına alır, ancak oyuncuların gecikmeyi bahane ederek oynamayı reddetmesiyle rafa kaldırılır; yeniden sahnelenmesi ta 1788’e kalır. Bir kere sahnelendikten sonra da yeri yerinden oynatır.
Hem toplumsal gelişmeleri hem de yazın dünyasını dikkatli bir şekilde yakından takip etmektedir.
1786 yılında Beaumarchais’in yazdığı ve devrimin liderlerinden Danton’un “aristokrasinin ölümü” diye yorumladığı ünlü Figaro’nun Düğünü’ne karşı, olayların örgüsünün merkezine kadını koyduğu Cherubin’in Beklenmedik Evliliği’ni yayımlar. Salon toplantıları, konferanslar birbirini kovalar. Nice hakarete, küçümsemeye maruz kalır, hiçbirine aldırmaz.
Devrimin ayak seslerinin adım adım değil gümbür gümbür yaklaştığı günlerdir ve mutlak monarşinin yerine anayasal monarşi tezini savunur; kanlı bir devrime karşıdır ama çağının çok ilerisinde onlarca sosyal, siyasal ve ekonomik reformun da baş savunucusudur. Peşpeşe makaleleri çıkmaktadır gazetelerde. Bunlardan en ünlüsüdür 1788’de yayınladığı Halka Mektup ya da Yurseverlik Fonu Projesi; ifade özgürlüğünü savunur orada, cinsler arası eşitliği, boşanma hakkını, köleliğin kaldırılmasını, ilk defa zenginlerden vergi alınmasını dillendirir, nadasa bırakılmış kullanılmayan toprakların köylülere ya da kooperatiflere dağıtılmasını önerir, yoksullar için aşevi der, halk mahkemelerinin kurulmasını ve bunlara benzeyen birçok sorunu dillendirir, önerilerde bulunur.
“Erkek! Adil olma yeteneğine sahip misin sen?”
Kadın olarak ne Meclis Genel Kurulu’nda konuşma hakkı vardır ne de kendi adına gazete çıkarma hakkı. Hiç yılgınlığa kapılmadan matbaanın yolunu tutar, binlerce afiş, bildiri bastırır, duvarları afişlerle donatır, bildiri dağıtır her köşede. Mecliste Jakobenlere ayrılan yerden katılır tartışmalara, canlılığı ve heyecanıyla Mirabeau dışında birkaç kişiyi daha etkilese de kazandığı düşmanlar sayılamayacak kadar çoktur.
Ve yazdığı her yazının, konuştuğu her kelimenin kendisini adım adım giyotine yaklastirmakta olduğunu bildiği halde ne söyleyeceğinden geri kalmakta ne de yapacaklarından geri durmaktadır.
“Giyotine çıkma hakkı olan kadının
Kürsüye çıkma hakkı da olmalı”
Ve o kadını yok sayan
İnsan Hakları Bildirgesi’ne karşı
Kadın Hakları Bildirgesi mutlaka yazılmalı…
“Erkek! Adil olma yeteneğine sahip misin sen?” diye soruyordu bildirgenin giriş bölümünde. Erkek dediği sadece Jakoben erkekler değildi elbette, politik olarak daha yakın olduğu Jironden erkekler de dahil bütün erkeklerin kadınları tam bir yurttaş olarak görmediklerinin farkındaydı. “Bir kadın soruyor bu soruyu sana; en azından bu soru sorma hakkını kenara atamazsın onun. Söyle bana? Sana kim verdi, benim cinsiyetimi ezen egemenlik hakkını? Gücün mü? Yeteneklerin mi?”
Doğadaki canlılar arasındaki ahenk ve işbirliğinin bozguncusu olan erkeğin kadın üzerindeki tiranlığının tüm eşitsizliklerin kaynağı oluşunun ispat edildiği, kadının temel hak ve özgürlüklerinin sıralandığı ve “Kadın özgür doğar ve erkeklerle eşit haklara sahiptir” vurucu cümlesiyle başlayan bu 17 maddelik bildirge üçüncü çıkıntılığı olur. Bütün dünyanın gözleri önünde göndere çektiği Kadın Hakları Bildirgesi hayatına mal olan son çıkıntılığı da olur aynı zamanda. Ne vardı sanki diğerleri gibi devrimden payına düşenle yetinip uslu uslu yerinde otursa, erkeklerle eşit haklar talep etmeseydi o da. Aslında elbette sadece kadın hakları değildi mücadelesi.
“Devrim’in tek sahibi olduğunu mu iddia ediyorsun!”
Kral’dan sonra suçlanma sırası Jirondenlere geldiğinde de hiç çekinmeden Kurucu Meclis’e mektup yazıp bu durumun demokrasinin prensipleriyle bağdaşmadığını bildirir korkusuzca. Jakoben erkekleri devrimin gücünü tüm kadınlar üzerinde olduğu gibi başta Jirondenler olmak üzere Jakoben olmayan diğer erkekler üzerinde de hakimiyet kurmak üzere kötüye kullanmakla suçlar.
Hiç tahammül edemez cinsiyetçi konuşmalarına Robespierre’in, sert tartışmalara girmekten de çekinmez. Hem de onun, en astığı astık, kestiği kestik, ağzından çıkan cümlenin kanun olduğu dönemlerde. Karikatürize eder, yerin dibine batırır. Yetmez bir afiş hazırlatıp hem onu hem de Marat’ı oluk oluk kan akıtmakla suçlar. Haksız yere akıtılan her damla kanın devrimi ebediyen kirleteceğine inanır, akıtılan kan gerçek suçluların olsa bile. Kral dahil bütün ölüm cezalarına karşıdır, gücünüz yetiyorsa politik olarak öldürün karşınızdakileri diye seslenir Jakobenlere, fiziki değil politik ölümdür esas olan. Sırf bu nedenle Kral’ın savunmasına katkı sunmaya hazır olduğunu bile yazmıştı açıkça.
“Devrim’in tek sahibi olduğunu mu iddia ediyorsun!” diye sesleniyordu Robespierre’e “Sen geçmişte, şimdi ve gelecekte bir yüz karası olarak lânetle anılacaksın… Kafandaki her bir saç telinden bir suç sarkıyor… İstediğin ne? Neyi iddia ediyorsun? Kimden intikam almak istiyorsun? Kimin kanına susadın bu kez? Kendi halkının kanına mı?”
Eh artık bardak yavaş yavas taşmaya başlamıştı.
20 Temmuz 1793’te dağıtmakta olduğu “Üç Seçim Sandığı ya da Vatanın Selameti” broşürleri verir tutuklanmasının yasal bahanesini. Üç seçenekli bir seçim ya da referandum çağrısıdır bu aslında. Neymiş bu üç seçenek “Tek ve bölünmez cumhuriyet”, “Federalist Cumhuriyet”, “Anayasal Monarşi’ye Dönüş”. Sen misin Anayasal monarşiyi bir seçenek olarak koyan. Kral’dan daha yeni kurtulmuşken hem de. Gel bakalım buraya. Halkın temsilcilerine hakaret ve devrim karşıtı yazılar yazmakla suçlanır.
“Olympe de Gouge’u unutma!”
Hiç yılmaz cezaevinde de çalışmalarına devam eder Olympe. Bütün mücevherlerini satıp gizlice iki afiş daha hazırlatır. “Zulüm altında bir yurtsever” ve “Olympe de Gouge Devrim Mahkemesinde”. Ancak arkadaşları korkudan yanına yaklaşmaz olmuştur. Oğlu bile kendisini inkâr etmek zorunda kalır. Vaktinin daraldığını anlayınca oturup vasiyetini hazırlar.
“Yüreğimi bırakıyorum vatana miras olarak” der, “erkeklere dürüstlüğümü (buna ihtiyaçları var zira), yaratıcı dehâmı oyun yazarlarına bırakıyorum: İşlerine yarayacaktır; özellikle de tiyatrocu mantığımı meşhur yazar Chesnier’ye; muhterislere ise diğerkâmlığım düşüyor böylece; dünya görüşüm kalıyor kıyam altında ezilenlere; ruhum da bağnazlara kalsın; dinim ise tanrıtanımazlarındır; samimi neşem yaşlılığa adım atan kadınlarındır ve dürüstçe kazanılmış bir servetten geriye kalan ıvır-zıvırı da doğal varisim olan oğluma bırakıyorum, şayet benden daha uzun yaşarsa.”
Kadınlara mı?
En önemli şeyini bırakmıştır biz kadınlara: Tin’ini, “pek tarafsız bir miras sayılmaz” diyerek hem de. Daha ne isteyelim ki?
2 Kasım günü mahkemeye çıkarılır. Kendisini bir avukatın savunmasına bile izin verilmez. Aslında fazla da ihtiyacı yoktur bir avukata.
Devrim mahkemesinin ilk sorularındandır Jakobenleri sevip sevmediği. İyi bütün yurttaşları severim ben der, sadece entrikacıları sevmem. İnsan hakları için mücadele ettim, benim için devrimin olmazsa olmazıdır insan hakları.
Ertesi gün, sevinç çığlıkları arasında koyarlar başını, adına giyotin denilen 40 kiloluk bıçağın altına, büyük bir zafer kazanmışçasına onun kürsüye çıkmasına tahammül edemeyenler. İdam sehpasına çıkma hakkı neyine yetmiyor senin dercesine.
Aynı sevinçle not düşer Paris Savcısı ölüm kaydında adının karşısına, gözdağı verircesine biraz da geride kalan kadınlara:
Kadın cemiyetlerini ilk tesis eden, ev işlerini bir yana koyup Cumhuriyet mücadelesine katılan ve kanunların intikamcı demiri boynuna inen küstah Olympe de Gouge’u unutma…
Unutmadık zaten bizler de. Ne ilk kadın hakları savunucusunun tarih sayfalarına altın harflerle düştüğü Kadın Hakları Bildirgesi’ni.
Ne de narin boynuna indirdiğiniz kanunlarınızın intikamcı demirini.
Ama sizler de unutmayın “Gerceğin uyanmasından korkun” diyen sesini.