Türkiye, tarihinin farklı dönemlerinde dış politikasında her daim ideolojik enstrümanları kullanagelmiştir. Temelde iki ideolojik yaklaşım bugün için de en aktif şekilde kullanılmaktadır: Panislamizm ve Pantürkizm. Ancak bu iki ideolojik yaklaşım özünde birbirleriyle çelişki içinde görünüyor
Pantürkizm ortak ve birleşik bir Türk devleti yaratma fikri üzerine bina edilen ideolojik ve politik bir yaklaşımdır. Pantürkizm’in fikri temelleri ilk defa İsmail Gaspıralı tarafından dilendirilip ortaya konmuştur. Gaspıralı’nın Pantürkizm’i Türkî topluluklar arasında daha güçlü bir birlik oluşturma ideali biçiminde tanımlanmaktadır. Gaspıralı, oluşturulacak bu birlikteliğin Rus İmparatorluğu’nun egemenliğinde yaşamakta olan Müslüman toplulukların geri kalmışlığına karşı verilecek mücadelede yardımcı bir unsur olabileceğini varsayıyordu. Daha sonrasında bu Pantürkizm ideolojisinin çeşitli Türk ideologlar tarafından da benimsendiği görülüyor. Türk ideologlarının tasarımındaki Pantürkizm ise nihai hedefe ulaşılacağı varsayılan yolda çeşitli aşamaların varlığını öngörüyordu. Bunlar; içerideki aşama (devletin Türkleştirilmesi) ve dışarıdaki aşama (tüm Türkî toplulukların dâhil olacağı bir Turan devletinin kurulması) olmak üzere iki ayaktan oluşuyordu.
Panislamizm ise tüm Müslüman toplulukların birliği ve tek bir İslam devleti çatısı altında bir araya gelmeleri gerekliliği fikrine dayanmaktadır. Bu siyasi kavram ilk kez Türk bir yazar ve eğitimci olan Namık Kemal tarafından ortaya atılmış ve ardından Cemaleddin Afganî tarafından devam ettirilmiştir. Bu fikri yaklaşım, Müslümanların kardeşliği ve birbiriyle dayanışmaları gerekliliği üzerinde duran Kuran hükümlerine dayanarak tüm Müslümanların tek bir halifenin hâkimiyeti altında birleşmeleri gerekliliği üzerinde duruyordu. Bu bakımdan, Türk sultanı halife rolünü oynayacaktı.
Bu iki ideolojik yaklaşım arasındaki temel çelişki her birinin milliyetçilik kavramına olan farklı yaklaşımından kaynaklanıyor. Etnik milliyetçilik, Pantürkizm fikrinde kilit bir unsurdur. İslam kültürü ise milliyetçiliğe/kavmiyetçiliğe yaslanmayı bir günah olarak kabul ediyor. Sünen-i Ebu Davud, Kuran’a atıfta bulunarak asabiyeti (soyu, nesebi, kavmi) için topluma çağrı yapan, asabiyyeti için savaşan ve ölen birinin İslam ümmetinin bir ferdi olamayacağını ifade ediyor. Asabiyyet başkalarına zulmetme adına kendi soyunu/milletini desteklemek, ona arka çıkmak olarak anlaşılır. Muhammed peygamber asabiyyetin her türlü biçimi hakkında takipçilerine şöyle seslenmiştir: “Onu terk edin, o adi ve iğrenç bir iştir.” (Sahih-i Buhârî ve Sahih-i Müslim)
Modern Türkiye tarihi boyunca Pantürkizm ve Panislamizm iç politika arenasında daima birbirleriyle mücadele halinde olmuşlardır. İslam, dinden başka hiçbir kimlik tanımlamasının kabul edilemeyeceğini söylüyor. Ancak Kemal Atatürk’ün iktidarı ele almasıyla beraber Türk elitinin önüne ulusun hangi kimlik üzerinden birleştirileceği sorunu çıktı. Türkçülük düşüncesi devlet politikasının temeli olarak kabul edildi. Pantürkizm’in bir parçası olarak Türkçülük, Türk sosyolog, kültür bilimci ve hukukçu Ziya Gökalp tarafından geliştirilmiştir. Pantürkizm bu yoruma göre Türkî azınlıkları korumaya yönelik bir ideoloji olmaktan çıkıp Türkiye’yi tek millete dayanan üniter bir Türk devleti haline getirme çabasına dönüştü.
Pantürkizm ve Panislamizm ideolojileri 20. yüzyıl boyunca birbirleriyle çelişki içindelerdi. Türkçülük laik bir toplum modelini esas aldı. Kemal Atatürk dini tümüyle reddetti ve dini kurumları Türk toplumundan soyutlamak adına reformlar yürüttü. Ahlakın, hukukun, eğitimin ve toplumsal yaşamın diğer alanlarının sekülerleştirilmesi süreci başladı.
Türk milliyetçiliği devletin temel ilkesi haline gelmiştir. Ülkede yaşayan tüm toplum, Kürtler de dâhil olmak üzere, Türk olarak ilan ve kabul edilmişti. Türkçe haricindeki tüm diller yasaklanmış, tüm eğitim sistemi bir Türk ulusal birliği inşası amacı üzerine dizayn edilmişti. Dini geleneklerin yasaklanması ve alfabenin değiştirilmesi neticesinde Türkçülük ve İslamcılık düşüncelerindeki nihai kırılma meydana geldi denebilir. Devletin dinine ilişkin hüküm anayasadan çıkarıldı ve İslam sosyal ve politik hayatın tamamında gölgede bırakıldı. O döneme dair yapılan bir analiz Türk elitinin, geleneğin toplum için ne kadar önem taşıdığını anladığını gösteriyor. Geleneklerin çoğu bir şekilde din ile ilişkiliydi. Dolayısıyla Pantürkizm topluma zoraki olarak empoze edilen bir din halini aldı. Devlet, milliyetçilik ve İslam arasında yaşanan bu mücadelede çok daha büyük avantajlara sahipti ve bunun neticesinde İslami figür ve liderler yeraltına inmek zorunda kaldı. İslami hassasiyetleri canlandırmaya yönelik herhangi bir girişim milliyetçiliği kendine biricik ideoloji olarak benimseyen Türk ordusu tarafından sert bir biçimde bastırıldı.
Bu süreçte Pantürkizm yurtdışında da yayıldı. Volga bölgesi, Orta Asya ve Kafkaslar’da yaşayan Türkî halklar arasında yoğun çalışmalar yürütüldü. Türkiye fikirlerini bu bölgelerde yaymaya ve bu yolla da buralarda yaşayan en aktif ve öne çıkan insanları kendi üniversitelerine çekmeye çalıştı. Bu çalışma özellikle iki dünya savaşı arasındaki dönemde başarıyla yürütüldü.
Zaman geçtikçe Pantürkizm ve Panislamizm ideolojilerinin birleştirilip ortak paydaya getirilmesi süreci başladı. Ülkede bazı İslami geleneklere de yaslanacak olan bir Pantürkizme dayalı ideolojik temelleri kuvvetlendirmek amacıyla Bozkurtlar isimli oluşum meydana getirildi. İslamcı ve milliyetçi kesimler zaten 90’lar itibarıyla SSCB’nin çöküşünün arka planının izdüşümünde bir araya gelmeye başlamışlardı. İç politika arenasında Milliyetçi Hareket Partisi ve Büyük Birlik Partisi’nde kümelenmiş durumdaki milliyetçiler ve İslamcı cenahtaki Refah Partisi birbirleriyle aktif ilişkiler kurmaya başladılar. Bu birliktelik çerçevesinde, söz konusu partiler Çeçenistan ve Dağıstan’daki İslamcı militanları aktif şekilde desteklediler. Türkiye, Rusya ile karşı karşıya gelme durumu her söz konusu olduğunda, birbirini tamamlar nitelikte işlev gören bu iki ideolojiyi daima kullanmıştır. Milliyetçilerin ve İslamcıların buna benzer biçimde bir ittifakının bugün de sürmekte olduğundan bahsetmek gerekir.
1990’lar Türk iç politikasında özel bir başkalaşım dönemiydi. Bu değişimler bugün dahi ülkedeki politik ortamı dış politikayı da belirleyecek şekilde etkilemeye devam ediyor. Ülkede yaşanan ekonomik kriz, enflasyon ve artan işsizlikle beraber Suudi Arabistan ve Libya tarafından ülkede aktif biçimde finanse edilen İslami kuruluşlar İslamcıların ülkedeki politik konumunu ve etkisini artırdı.
Refah Partisi’nin ileri gelenleri Atatürk’ün en temel ilke ve prensiplerine yeni manalar yüklemeye başladılar. Laiklik, dinin aşırılıklardan korunması yönünde işlev gösteren bir sigorta olarak yorumlanmaya başlandı. Milliyetçilik ise kurumsallaşmış ulusal ve manevi değerler manzumesi olarak algılandı. Bu bakımdan milliyetçilik ve din sentezi politik alanda yer edinmeye başladı. Türk eliti yahut burjuvazisi milliyetçiliğin ve İslam’ın birbirini tamamlayan, destekleyen ve de birbirini besleyen unsurlar olduğuna inanıyor. Ortaya atılan yeni düşünce biçimine göre çok uzunca zamandır İslam’ın rehberliğinde olan Türkler günümüzde Müslümanların birliğini sağlama yönündeki tarihi misyona da öncülük etmelidir. İslamcılığın ve milliyetçiliğin sentezlenmesi olgusunu Türkiye’deki mevcut politik durumun kısa bir tanımı olarak alabiliriz. Bu fikirlerin destekçileri 20 yıldan fazladır Türkiye’de iktidardalar ve ülkenin bütün gelişimini ve gidişatını belirler konumdalar.
Bu ideolojilerin yorumlanmasındaki belirgin düşünsel farklılıklara rağmen, bunlar iç politikada olduğu gibi dış politikada da herhangi bir anlaşmazlığa yol açmıyor. Pantürkizm ve Panislamizm dış politikada gerektiğinde birbirinin yerine kullanılan enstrümanlar olarak yer alıyor.
Türk coğrafyası, bu iki ideolojinin arasındaki simbiyotik ilişkinin açık bir örneği olarak görülebilir. Türkiye aktif bir biçimde bütün Türkî halkların ortak köken, ortak kültür ve ortak dil temelinde birleşmesi gerekliliği fikrini seslendiriyor. Türk alfabesini temel alan ortak ve birleşik bir Türkî alfabe oluşturulmasına dair girişimlerde bulunuldu. Dış politikadaki Pantürkizm içerideki Türkçülüğün bir devamı şeklinde olageldi. Bu Pantürkizm’in Türkiye’nin tartışılmaz liderliği koşuluyla hayata geçirileceği anlamına geliyor. Bugün Orta Asya ülkelerinde tıpkı modern Türk devletinin kuruluş dönemlerinde olduğu gibi kamusal alanda reformlar hayata geçiriliyor. Bunların yanında, Türk halklarının büyük çoğunluğunun İslam dinini takip ettikleri realitesi temel alınarak Türk coğrafyasında siyasal İslam’a da başvuruluyor. İslami bir milliyetçilik bu bölgelerde vücuda getiriliyor. Ayrıca eklenmelidir ki İslami milliyetçilik etnik ve mezhebi bir alaşımdır.
Türk İşbirliği ve Koordinasyon Ajansı (TİKA) 1992’de kuruldu. Ajansın amacı Müslüman Türk topluluklarının birliğini hedefleyen her türlü aktiviteyi devlet sathından koordine etmektir. Ajans değişik dillerde dergiler yayınlamaktan tutun Orta Asya cumhuriyetlerinde ve hatta Rusya’nın bazı bölgelerinde çeşitli eğitsel, sosyal ve bilimsel projelere kadar pek çok faaliyet içinde bulunmaktadır. Bu çerçevede Fethullah Gülen’in eğitim kurumları özel bir konuma sahiptiler. Pantürkizm ve Panislamizm düşüncesi bu okullarda “hizmet” kavramı çerçevesinde öğrencilere empoze ediliyordu. Pek çok Türk uzman bu faaliyet biçiminin Türkiye’ye ABD istihbaratı tarafından tavsiye edildiğini öne sürüyor.
Türk devleti bu bölgelerin haricinde kalan yerleri ise Panislamizm ideolojisi üzerinden ele almakta. Türkiye kendisi için Müslüman dünyasının sözcüsü ve koruyucusu imajını yaratıyor ve Ankara kendisini İslam dünyasının lideri olarak görüyor. Türkiye’nin inisiyatifiyle D-8 yani diğer bir deyişle “İslami G8” kuruldu. D-8, G7 ile rekabet edebilecek ölçüde ayrı bir etki alanı oluşturamadı. Ancak Türkiye zirve çerçevesinde tezlerini aktif biçimde desteklemeye devam ediyor. Bu doğrultuda imzalanan tercihli ticaret anlaşmaları ve İslami Kalkınma Bankası ve D-8 organizasyonu arasında imzalanan işbirliği anlaşmaları örnek gösterilebilir. Türkiye bunların yanında İslam dünyası içinde entegrasyonu artırma adına bir Gümrük Birliği kurulmasını önerdi. Organizasyonun başat üyeleri arasındaki çelişkiler planlamaların hayata geçebilmesine mâni oluyor görünse de organizasyonun taşıdığı potansiyel hala yüksek durumda. Ankara uluslararası platformlarda İslam dünyasının çıkarlarını aktif bir biçimde öne çıkarıyor ve savunuyor. İslam dünyasında sosyal ve insani projelere sponsorluk edecek pek çok vakıf kuruluyor. Bu tarz faaliyetler Türkiye lehine batı dünyasına karşı, tüm mazlumların koruyucusu ve kurtarıcısı ve aynı zamanda da İslam dünyasının merkezi gibi bir imaj yaratılması amacı taşıyor.
Panislamizm ve Pantürkizm’in teorik bazda birbiriyle çelişen pek çok ögeye sahip olduğu aşikâr. Bu realite iç politikada farklı gruplar arasında mücadelelere neden oluyor. Bu mücadele tıpkı Erdoğan ve Gülen arasında yaşanan örnekte olduğu gibi büyük ölçüde güç dengesinin ne şekilde olacağı konusunda veriliyor. Bu bakımdan, Türk makamları Panislamizm ve Pantürkizm taraftarları arasında manevra yapmak zorundadırlar.
Dış politik süreçlerde ise bu iki yaklaşım kol kola ve birbirini tamamlar nitelikte kullanılıyor. Ne Türk makamları ne de Türkiye’nin partnerleri Ankara tarafından devamlı empoze edilen bu iki ideolojinin arasındaki çelişkilere dair problemi dile getirmiyor. Türkiye çeşitli bölgelerde kendi nüfuzunu artırma peşinde ve bu hedef İslami ve milliyetçi kodlara geri dönüşü de içeren çeşitli dış politika araçlarına ihtiyaç duyulmasına neden oluyor. Türkiye’nin dış politika yaklaşımı uluslararası sistemi dönüştürmeyi hedefliyor. Bu siyasi doktrinler Türkiye’yi katı dogmatik alana çekmenin aksine ona esneklik kazandırıyor. Dolayısıyla jeopolitik Pantürkizm ve yeni bir hilafet fikri bu aşamada birbiriyle çatışmaktan ziyade birbirini tamamlar nitelikte görünüyor.
Bahse konu olan ideolojik yaklaşımların bu tarz bir biçimde işbirliği hâlinde olabilmesi Erdoğan sayesinde mümkün olabilmişe benziyor. Kişi kültünün doğu toplumlarında özel bir yeri vardır. İslam kültürü içinde yetişmiş ateşli bir milliyetçi olarak Erdoğan iç ve dış politikada bu iki ideolojinin dengesini tutturabilmiş görünüyor. Erdoğan’ın politik denklemden çıkması durumunda bu dengenin bozulacağı ortada. Türk siyaset sahnesinde Erdoğan haricinde bu politik dengeyi sürdürebilecek başka bir isim bulunmamaktadır. Erdoğan iktidarını sürdürdüğü müddetçe kısa vadede Türk dünyasındaki etki alanını artırmak için en iyi taktik olarak görünen bu iki ideolojinin uyum içinde kullanılması politikası devam edecek.
Uzun ve kısa vadeli beklentileri göz önünde tutarsak Panislamizm ve Pantürkizm arasındaki bu etkileşim hakkında birtakım şüpheler de gün ışığına çıkıyor. Türkiye’nin Türklük üzerinden yaptığı çalışmalar ortada. Ancak Türk elitinin Türk dünyasının liderliğini diğer Türkî toplulukların temsilcileriyle paylaşmaya hazır olup olmadığı sorusu hala cevaplanmayı bekliyor. Bu sorunun cevabı ise açıkça görülüyor ki; hayır. Modern Türklere en yakın grup Türkmenlerdir. Türkmenistan ile Türkiye arasında bu dış politikanın başarısına işaret edebilecek en ufak bir yakınlaşma olduğu söylenemez. Türkmen otoriteleri Türklerin başat güç elde etmesine müsaade etmiyor ve bu yönlü Türk propagandalarıyla da mücadele ediyorlar. Bu, Türkî cumhuriyetlerin Türkiye ile küçük ortak olarak rol oynayacakları bir yakınlaşmaya girmek istemedikleri anlamına geliyor. Bu ülkelerin siyasi elitleri Türkiye’nin propagandasını yaptığı bazı soyut idealler uğruna kendi güçlerini azaltıcı hamlelerin hayata geçirilmesine izin vermeyeceklerdir. Türkiye’yi Karabağ bölgesinin geri alınmasında aktif olarak kullanan Azerbaycan dahi şu anda kendisini Türkiye’den mümkün olduğunca soyutlama yönünde bir politika izliyor. Türk milliyetçiliği Türkiye’nin kültürel kodlarının bir parçası olarak uzun bir tarihe sahiptir. Buna karşın, Türklerin ve diğer Türkî halkların devletleşme süreçleri tarihsel açıdan birbirlerinden farklıdır. Tüm bunlar Türk birliği üzerinde orta vadede ciddi engeller oluşturacaktır.
Panislamizm’e gelecek olursak, Türkiye burada da ciddi bir rekabetle karşılaşacaktır. Modern dünyada dört farklı İslami (Sünni) jeopolitik yapı bulunmakta. Bunlardan ilki Arap İslamcılığı. Bu yapı Suudi Arabistan ve Katar tarafından etki alanlarını genişletebilme adına geliştiriliyor. Bu yapının altında ise Arap milliyetçiliği gizli. Söz konusu iki ülkenin elitleri bu ideolojik yapının merkezinde dururken, geriye kalan tüm odaklar ise bu elitler tarafından Suudi Arabistan ve Katar’ın çıkarlarını muhafaza ve müdafaa edecek koloniler olarak algılanıyor. İkinci jeopolitik yapı ise yukarıda incelendiği üzere Türklerdir. Üçüncü sırada ise radikal İslam geliyor. Bu trend IŞİD ve El-Kaide tarafından öne çıkarılıyor. Bu ideoloji ilginç bir şekilde, içinde sosyal bir kaldıraç işlevi de bulundurarak ümmetin her bir mensubunun eşitliği fikri üzerinden gelişmeye zorlandı. Dördüncü yapı ise Avrasya İslam’ı. Bu ideoloji Rusya, Kafkasya ve Orta Asya’daki Müslümanları birleştiriyor. Ümmeti oluşturan çokuluslu yapı nedeniyle herhangi bir etnik grubu ideolojinin merkezine koymak mümkün değil ve denebilir ki ümmet içinde herkes eşit bir pozisyona sahiptir. Bunların yanında beşinci bir yapıdan da -Güneydoğu (Asya) İslam’ı- bahsedebiliriz ancak bu yapı da yoğun biçimde Suudi Arabistan ve Katar etkisi altında kalmış görünüyor.
Dış politikada güdülen Türk İslamcılığı siyaseti, Arap İslamcılığı ve radikal İslamcılıkla çatışma halindedir. Türkiye faaliyetlerini artırdığı oranda bir direnişle karşılaşıyor. Bu dini ideolojiler devamlı surette çatışmaya mahkûmlar. Yalnız ideolojik düzeyde yaşanabilecek herhangi bir çatışma dahi Türk devletinin kaynaklarını, hareket kabiliyetini sınırlayıcı biçimde kurutuyor. Osmanlı İmparatorluğu’nun tarihi bizatihi bunu doğrular nitelikte. Erdoğan aynı tarihi tekerrür ettirmekte ve İslamcı ideoloji üzerinden girişilen hamleler gelecekte Türkiye için ciddi problemler yaratmaya gebe duruyor.
Uzun vadede bu başarısızlığın yahut problemin üstesinden gelmeyi mümkün kılan yegâne koşul Türkiye’nin kendini değiştirmesidir. Türk elitleri yeni bir kültürel izlek geliştirmeli. Türkiye değişim ihtiyacının farkına varabilecek mi? Bu değişimler nasıl bir yol takip edecek? Doğrusu, zaman gösterecek.
Sendika.Org’un notu: South Front sitesi başta Suriye olmak üzere uluslararası çatışma alanlarına Rusya’nın perspektifinden bakan, şeklen “bağımsız” bir istihbarat-analiz sitesidir. Nesnel askeri duruma ilişkin veriler sağlıklı olmakla birlikte, çıkarımlar ya da değerlendirmeler Rusya’nın o anki dış politikasına bağlı öznel zorlamalar içerebilmektedir.
[southfront.org’da 13 Kasım 2021 tarihinde yayımlanan İngilizce orijinalinden Bedir Avşar tarafından Sendika.Org için çevrilmiştir]
Sendika.Org, yayın hayatına başladığından bu yana işçi sınıfı hareketinin, solun ve genel olarak toplumsal muhalefetin gündemine ilişkin, farklı politik perspektiflerden düşünsel katkılara açık bir tartışma platformu olagelmiştir. Sitemizde yayımlanan yazılar yayın kurulunun politik perspektifiyle uyumluluk göstermeyebilir. Amacımız, mücadelenin gereksinim duyduğu bilimsel ve politik bilginin üretimini zenginleştirecek tüm katkılara, yayın ilkelerimiz çerçevesinde, olabildiğince yer verebilmektir.