Saygın bir yaşama ulaşmak için gıda, barınma, eğitim, sağlık gibi temel gereksinmelere sahip olmanın yaratacağı salım ile finansal sermayenin küreselleşme yoluyla yarattığı salım aynı değildir ve bu zengin salımına son verilmelidir. Yerel ve ulusal yaklaşımlar bir planlama dahilinde bütünleşmeli halkın temel gereksinmelerini karşılamak amacıyla tarım yoluyla gıda üretimi ve sağlığı sağlanmalı, sanayi de çevreyi gözeterek ve yenilenebilir enerji kullanarak üretim yapmalıdır
İklim değişikliği dünyanın her yöresinde aynı etkilere neden olmuyor. Aynı şekilde iklim değişikliğine neden olanlar da aynı değil. Bangladeş’i vuran kasırga ile ABD sahillerini vuran kasırga aynı sonuçları vermiyor.
Dünya Meteoroloji Örgütü’ne göre, “2020 yılında küresel ekonomiyi yavaşlatan COVID-19 virüsüne karşın, sera gazı etkisi yaratan üç gazın artışı son on yılın ortalamasını geçti. Karbondioksit (CO2) yoğunluğu milyonda 413,2 partiküle ulaştı, yani sanayi öncesi döneme göre %149’luk artış.”
Oturup “İklim değişti, ne yapalım” demek yeterli mi?
İklim değişikliği olayı doğayı ve nefes aldığımız havayı kendi çıkarları için katleden kapitalist sistemden kaynaklanıyor. Aynı sistem gelişmekte olan ya da gelişmiş ülkelerin doğa ve insanını da katlediyor. İklim ve eşitsizlik, iklim ve sefalet iç içe. ABD’de en zengin %1’in geliri her yıl %2 artarken, en fakir %10’un geliri 1980’den beri durağan. Zengin hem kirletiyor hem de kazanıyor.
Örneğin, “Production Gap”in raporuna (2021) göre petrol, gaz ve kömür üreten ülkeler 2030 yılına kadar üretimlerini azaltıp, sıcaklığı 1,5-2 derecede tutmayı amaçlamak yerine iki kat daha artırmayı amaçlıyorlar. 1971 yılından beri fosil enerjilerin kullanılmasındaki tehlikelerin farkında olan ve 40 yıldır kamuoyu ve siyasiler nezdinde olayı inkâr edip küçümseyen Fransız devi Total devletten milyarlarca avro destek alırken, 2015 Birleşmiş Milletler (BM) İklim Değişikliği Konferansı’ndan (COP21) beri Fransız bankalarının fosil enerjilere 124 milyar avro yatırım yaptıkları açıklanıyor.
Suudi Arabistan, Hindistan, Avustralya ve diğer kimi ülkeler BM uzmanlarına yazarak fosil enerjilere başvurma gerekliliğini en aza indirmelerini öğütlüyorlar.
Hangi toplumsal güç son 200 yılda fosil yakıtı (ateş) buldu ve geliştirdi? Almaşık yakıtlar unutuldu. Buhar su enerjisine göre niye gelişti? Buharı kentte, yani işçinin olduğu yerde kullanmak daha kârlı olduğu için. Buharı (kömürü) taşıyabilirsin ama dere ve çağlayanı taşıyamazsın.
Bu arada Madagaskar’da son 40 yılın en büyük kuraklığı ürünleri yakıyor ve insanlar kaktüs yaprağıyla beslenmek zorunda kalıyorlar. Ülkemiz son yılların en büyük yangınlarına sahne oluyor ve kilometre karelerce orman kayboluyor. Nefesimiz tıkanıyor. Avrupa’da sel ve taşkınlar Almanya’da 100, Belçika’da 20 kişinin ölümüne yol açıyor. Ama ölümlerin %90’ı gelişmekte olan ülkelerde gerçekleşiyor.
Sonra da açlıktan kıvrılan insanlara sadaka vererek “salımlarınızı azaltın” diyorlar.
Ülkeler arasındaki egemenlik ilişkilerine sadece iklim değişikliği açısından bakmak yeterli değil. Ormanların yok edilmesi, biyoçeşitliliğin kaybolması ya da kirliliğin özellikle sanayinin neden olduğu kirlilik gibi ele alınması gereken çok sayıda olgu bulunmaktadır. Gelişmiş ülkelerin kimi kirli sanayilerini gelişmekte olan ülkelere taşımasını unutmamak gerekir. İnsanlarını da zehirleyerek. Amazon ormanlarını yok eden sadece Brezilya yönetimi değil, kâr peşinde koşanların ve bunlarla ortak olanların da suçu var. Amazon ormanlarını yakıp hayvan yemi için soya üretmek ve bunu dünyaya taşımak gerçekten gerekli mi? İklimle oynanmıyor mu?
Kimileri ise gelişmekte olan ülkelerin nüfus artışına dikkat çekerek iklimi etkilediğini söylüyor. Andreas Malm ise nüfusla ilgili olmadığını söylüyor ve insanla değil üretim ilişkileriyle ilgisi ve sermaye kaynaklı olduğunu belirtiyor. 1820-2010 yıları arasında CO2 salımları 654,8 kat artarken nüfus 6,6 kat artıyor.
Burada bir noktanın da altını çizmekte yarar var. Kirlilik ülke temelinde değil de kişi başına ele alınınca durum farklılaşıyor. Belçika, Fransa, Çin gibi farklı nüfusa sahip ülkeleri aynı düzlemde ele almak yanıltıcıdır. Böyle olunca nüfusu fazla olan Bangladeş, Hindistan, Brezilya, Nijerya Pakistan, Endonezya gibi ülkelerden salım azaltılması konusunda daha fazla çaba göstermeleri isteniyor. Oysa Çin en fazla kirleten ülke olarak gösterilirken kişi başına salım ele alındığında bir Çin’li ancak bir Avrupalı kadar kirletiyor.
Kısacası iklim değişikliği ve etkisi az gelişmişlik sürecinin içinde yer almalıdır. Gelişmiş ülke ile gelişmekte olan ülke arasındaki egemenlik-bağımlılık ilişkileri içinde yer almalıdır. Bir başka deyişle merkez-çevre ilişkileri dikkate alınmadan olayı ele almak zor görünüyor.
Sıcaklıkların artmasını önlemek için CO2 salımlarının azaltılması gerekiyor. İklim zirveleri bunu 30 yıldır yineleyip duruyor ama elde edilen olumlu bir sonuç yok. Sıcaklık artacak. Hepimiz aynı gemideyiz demenin de anlamı yok. Soru şu olmalı: Sıcaklık artıyor da kim sorumlu, kim sobaya sürekli kömür atıyor?
İlk olarak dünyayı kirletenlerin ve iklim değişikliğine neden olanların gelişmiş ülke ya da Kuzey’in zengin ülkeler olduğunu söyleyebiliriz. 1751 ile 2012 arası 365 milyar ton CO2 salmışız atmosfere. Bunun %50’si 1970 sonrası ve esas sorumluları da gelişmekte olan ülkelere piyasa çözümlü öğüt veren gelişmiş ülkeler. Bir Kamboçyalının iklime katkısı 1 ise Fransız’ın 25’tir. Bir ABD vatandaşı, bir Hindistan vatandaşından 14 kat, Avrupalı vatandaştan 2 kat daha fazla salım yapar. Dünya nüfusunun %20’sini oluşturan 40 gelişmiş ülke salımların %46’sını gerçekleştirirken, nüfusun %80’ine sahip 150 gelişmekte olan ülke ise %54’ünü gerçekleştirir. Ancak Sanayi Devrimi’nden bugüne yapılan salımların esas sorumlusu gelişmiş ülkelerdir. Bu nedenle tarihsel ve toplumsal sorumlulukları daha fazla olduğundan salım azaltılmasında da büyük sorumlulukları vardır. Geçmiş salımları dikkate alarak gelişmiş ülkelerin gelişmekte olan ülkelere karşı “ekolojik borçları” olduğu söylenir. Gelişmekte olan ülkeler, “madem bugüne kadar gelişme, kalkınma ve refahınız adına dünya kaynaklarını ele geçirdiniz ve dünyayı siz kirlettiniz” diyerek bu kirliliğin kendilerini de etkilediğini ileri sürerek ortada bir borç olduğunu ve hatta “refah adına biraz da biz kirletelim” demektedirler.
1850 yılından beri birikimli salımların %55’i gelişmiş ülkelerden kaynaklanmaktadır ve bu salımlar etkilerini daha uzun yıllar sürdürecektir. Bir başka göstergeyi ele alalım: Palma göstergesine göre %10 en fazla salım yapan ile %40 en az salım yapanların oranına bakıldığında bu oran gelişmekte olan ülkelerde daha fazla. Çünkü gelir eşitsizliği daha fazla. Ama dünya geneline baktığımızda en fazla salım yapan %10, salımların %40’ından sorumlu. Nüfusun %40’ı ise salımların %8’inden sorumlu. Ayrıca hangi salım ve tehlikesi de önemli. Tatile uçakla gitmek mi yoksa gıda gereksinmesini karşılamak mı?
Gelir eşitsizliğini ölçen Gini katsayısına göre katsayıyı 0,55’ten 0,30’a indirmek salım artışını en fazla %8 artırır diyen uzmanlar da var. Eşitsizlik azaldıkça salım da azalmakta. Kuşkusuz salımı azaltmanın maliyeti, etkileri, dağılımı ve maliyetini kimin üstleneceği de önemli.
Hatta kimi Kuzey ülkeleri iklim değişikliğinden yararlı çıkacaklarını düşünüyorlar. İngiltere, İskoçya ve İskandinavya ülkelerinde tarım daha da gelişebilir. Şimdiden üzüm bağları ve şarap üretimi peşindeler. Kutupta ulaşım yollarının açılması da işlerine yarayacaktır.
Gelişmiş ülkeler içinde CO2 salımı konusunda farklılıklar olduğu gibi (örneğin ABD ve Avrupa) gelişmekte olan ülkeler içinde de farklı salım yapan ülkeler vardır ve bunların başında BRICS adı verilen grup ya da bir başka adla “yükselmekte olan ülkeler” gelmektedir; yani Brezilya, Rusya, Hindistan, Çin ve Güney Afrika’yı içerir. Gelişmiş ülkeler ve BRICS birlikte ele alındığında salımların %80’i bu ülkelerden kaynaklanmaktadır. En fazla etkilenen yerler ise Sahraaltı Afrika, Güney Doğu Asya, Orta ve Güney Amerika, Akdeniz havzası ve Pasifik’tir. Gelişmekte olan ülkeler içinde az gelişmiş ülkeler ve iklim değişikliğinden büyük ölçüde etkilenecek hem az gelişmiş hem de kıyı ya da ada devletleri ayrımı da yapılmaktadır.
Sonuçta basit olarak gelişmiş ülkeler ve gelişmekte olan ülkeler ayrımı yeterli değildir. Ancak salımın esas sorumluları ülke temelinde bellidir. İlk sırada ABD, Avrupa ve Çin gelmektedir.
İkinci olarak, gelişmekte olan ülkelerin iklim değişikliğinden gelişmiş ülkelere göre nasıl etkilendiği ve sonuçlarının nelere mal olduğu önemlidir.
İklim değişikliği ve sonuçlarını ülkenin iktisadi ve toplumsal yapısıyla bütünleştirmeden ve bu ülkelerin gelişmiş ülkeler ile olan bağımlılık ilişkilerini dikkate almadan yapılacak her çözümleme yanlış olacaktır.
Kuraklık, seller ve baskınlar, kasırgalar, kirlilik, ormanların yok edilmesi, dev orman yangınları, biyoçeşitliliğin kaybolması, su kıtlığı, toz fırtınaları, aşırı kentleşme ve gecekondulaşma, dış göçler, tarım sektörünün hala önemini koruduğu ülkeleri büyük ölçüde etkilemektedir ve gıda güvensizliğine, açlığa mahkûm etmektedir. Var olan gelir eşitsizliği daha da artmaktadır. 2 milyar insan çorak, kuru topraklarda karnını doyurmaya çalışmaktadır.
El Nino kasırgası 1997-98 yılında Ekvador’u vurduğunda GSMH’yi %4,7 oranında etkiler. Tarım, balıkçılık, besicilik zarar görür ve fakir sayısı %10 artar. Himalaya dağlarında buzulların erimesi Hindistan, Bangladeş, Nepal’i büyük ölçüde etkileyecektir, küresel iklimi de.
Siyasi iktidarların beceriksizlikleri, yolsuzlukları, yalanları, Uluslararası Para Fonu, Dünya Bankası ve çok uluslu şirketlerin politikaları içinde yürüttükleri neoliberal politikalar ülkeleri daha da bağımlı ve kırılgan yapmakta, işsizlik artmakta, eğitim ve sağlık sistemi yara almakta ve her iklim bunalımı altından kalkılması zor sorunlara neden olmaktadır. Sağlık sisteminin özelleştirilmesiyle tedaviden yoksun kalan insanların sayısı artmaktadır. Eğitim vasıflı insan yetiştiremiyor, yetişenlerde yabancı ülkelere kaçıyor.
Gelişmekte olan ülkelerden söz edilirken yolsuzluk, rüşvetin iktidar katlarında hep var olduğu belirtilirken, gelişmiş ülkelerde milyarlarca doların (yani emeğin yarattığı gelirin) vergi cennetlerine aktarılmasını sağlayan vergi kaçakçılığından pek söz edilmez.
Marie-Monique Robin “Salgın Üretimi” adlı kitabında 1970’te her 10-15 yılda bir salgın (virüs) varken, 2000’ler sonrası her beş yılda bir virüs ortaya çıkmaya başladığını ve daha çok Afrika ve Asya’da görüldüğünü söyler. Sras, Kırım-Kongo Kanamalı Ateşi, Ebola, Lassa ateşi, Nipah virüsü, MERS-CoV, kuş ve domuz gripleri, COVID-19 son yıllarda görülen salgınlardır ve yerinden yurdundan ettiğimiz hayvanlardan geçmektedir. Salgınların nedenlerine inmek gerekirken biz belirtilerle uğraşıyoruz ve her şeyi aşıya indirgiyoruz. Oysa bu virüslerin çıkış nedenleri dev gıda-tarım sanayilerinin kökeninde olduğu sanayi besiciliği (tavuk ve büyük baş hayvan çiftlikleri ve kimi yerde hayvan pazarları), ticari tarım (geleneksel geçim tarımının yerini alan, köylüyü tek tarıma mahkûm eden, daha çok hayvan yemi ve biyoyakıt üreten tarım), ormanların yok edilmesi, biyoçeşitliliğin yok edilmesi olup hayvanları doğal yaşamından çekip alıyor ve ne yapacaklarını şaşırıp virüs yayıyorlar. Bulaşıcı etmenlerin köken ve yayılışında çevresel (ekolojik) etmenlerin incelenmesine “Sağlık Ekolojisi” adı veriliyor. Sağlık güvenliği yok ediliyor ve dev ilaç sanayi şirketleri ilaç ve aşılarla kârlarına kâr ekliyorlar. Gelişmekte olan ülkeler ise ne ilaca ne tedavi yöntemlerine ulaşabiliyor.
2019 yılında kaybolan orman miktarı 24 milyon hektar ve 1,8 milyon hektarı ise tropikal eski orman. Nereye sığınacak hayvanlar? Ne yapacak ormanla içi içe ve saygılı yaşayan yerel topluluklar?
Nüfusun artışı, iç göçle kentleşmenin artışı verimli toprakları tarımdan koparmakta, insanlar kentte kenar ya da gecekondu semtlerinde sefalet içinde yaşam sürdürmek zorunda kalmaktadırlar. Kimileri ise yaşamlarını da tehlikeye atarak gelişmiş ülkelere göç etmeye çalışmakta ve insan tüccarlarına yem olmaktadırlar.
Altyapı ve finansman yetersizliği, bilgisizlik, plansızlık hizmetlerin aksamasına neden oluyor ve ülkemizde de görüldüğü üzere dev orman yangınlarını sadece seyrediyoruz. Sonra da güya salımları azaltmaya çalışıyoruz.
Üçüncü ve son olarak, gelişmekte olan ülkelerin artık geri dönülmesi çok zor olan küresel ısınma karşısında ne yapmaları gerektiğidir. Sorun karmaşık ve çözüm yolları da bir o kadar çok ve zor. İklim değişikliğini ve sıcaklıkların 1 ya da 2 derece artacağını göze alarak gelişmekte olan ülkeler politikalarını uyuma göre ayarlamak zorunda mı kalacaklar, yoksa gelişmiş ülkelere “Siz kirlettiniz ve belirli bir refah seviyesine geldiniz. Şimdi bizde refah seviyemizi artırıp biraz kirletmek istiyoruz” deme hakkına sahip midirler?
Bağımlı, kaynağı az, eşitsizliklerin ve açlığın sürdüğü çoğu ülkede kalkınmaya mı öncelik verilecek yoksa iklim adına kimi kısıtlamalara mı gidilecek?
İnsanların karnı mı doyurulacak, eşitsizlikler mi azaltılacak yoksa salım azaltmak adına kimi kısıtlamalara mı gidilecek?
Kalkınma eskisi gibi mi sürdürülecek? Yıllardır söylenen Güney-Güney ortaklığı ne zaman devreye girecek?
Kalkınma çevreye saygılı olarak nasıl sürdürülecek? Gelişmekte olan ülkelerde çevreyi, insanı düşünmeden yerleşmiş kapitalist şirketler ve ortaklarına karşı nasıl bir politika yürütülecek? Salım riski nedeniyle gelişmekte olan ülkelere yerleşen kirli ve kirletici sanayilerle nasıl mücadele edilecek? İstihdam öne sürülerek kirletmelerine göz mü yumulacak ve yumuluyor?
İklime uyum geriye düşmemek mi? Kayıpları önlemek mi? Hangi sektörler, hangi bölgeler dikkate alınacak?
Hangi iklim etkisi -aşırı, orta derece, ılımlı- dikkate alınarak uyum sağlanacak?
Acil uyum hangisi, kademeli uyum hangisi olacak ve kimi ilgilendirecek?
Yatırımlar ya da devlet harcamaları ya da özel sektör harcamaları iklim dikkate alınarak nasıl yönlendirilecek?
Uyumun kurumsal ve idari maliyeti ne olacak? Sınırları ne olacak? Hangi düzeyden itibaren uyumun maliyetleri ölçülecek? Uyum önlemlerinin yararı ne ve nasıl olacak?
İnsan kaynaklı iklim değişikliği ile doğal iklim değişikliği nasıl hesap edilecek?
Politikaların etkileri ne olacak, nasıl hesaplanacak?
Ve bu politikalar serbest piyasa çerçevesinde mi yürütülecek yoksa salımı azaltıcı sistem değişikliğine nasıl gidilecek?
Soruları çoğaltabiliriz.
İklim zirvelerinde küresel ısınma konusunda sürekli sözü edilen “ortak ama farklı sorumluluk” çerçevesinde gelişmekte olan ülkelere kalkınma çabalarında salımları azaltmaları için söz verilen yardımlar ise bir işe yaramıyor.
Bu konuda da sorular çok. Hangi ülkeler daha çok etkileniyor, hangilerine yardım yapılacak? 2 derece artış için kalkınma gereksinmeleri ne olacak? Kalkınmalarında hangi politika ve teknikler uygulanacak ve bunlara sahipler mi? Elektrikli araba mı gerekli yoksa toplu taşım mı? Evlerin yalıtılması mı yoksa bir çatının altında yaşamak mı?
Gelişmiş ülkeler kendi salımlarını düşünerek gelişmekte olan ülkeler ile karbon takası ve REDD (Reducing Emissions From Deforestation and Forest Degradation/Ormanların yok edilmesi ve tahribatı nedeniyle salımı azaltma) gibi programlarla vakit geçiriyorlar. Ormanları sadece karbon yutağı olarak görüyorlar. Oysa orman yaratılması ya da ağaç dikilmesi da bir tür reklam. Frédéric Durand bu konuda iki kaygı verici olayı aktarıyor. Birincisi özellikle tropikal ormanları zengin biyoçeşitliliğiyle yaratmak zor ve karmaşık ve işlerine gelmiyor. Bunun yerine biyoçeşitliliği zayıf ve akasya ve okaliptüs gibi hızlı büyüyen ağaçlardan bir tür alan yaratıyorlar. İkincisi de çoğu ağaçlandırma olayları kurgusal ve sanayi ormanı yani kısa zamanda kesilmesi öngörülen ve sadece karbon piyasası için destek almak amacını gütmektedir.
Piyasa ağırlıklı çözümlerden başlarını kaldıramıyorlar.
Salımı azaltma teknikleri ise bir başka konu. Jeomühendislik çözümleri şimdilik olanaksız ve hangi sonuçlara yol açacağı belirsiz. Kimi karbon yakalama teknikleri ise deneysel olarak uygulanıyor ama bu kadar kirlettikten sonra temizlemek zor gibi.
Yapılan yardımların ise neye yaradığı belli değil. Ülkemizde iklim çözümleri ya da iklim kurbanları yerine AFAD’a gidiyor. Kalkınmaya yardım gibi verilen fonlar kimilerinin cebini doldurduğu gibi yeniden fonu veren ülkenin şirketlerine geri dönüyor.
Dünya Bankası, Uluslararası Para Fonu, G20, Birleşmiş Milletler ve diğer kimi enstitü ve sivil toplum örgütleri fon ve özellikle “yeşil” fon yaratarak gelişmekte olan ülkelerin ekolojik dönüşüme geçmesi için çaba gösteriyorlar. Ama fonların gerçekten salım azaltılmasına yardımcı olup olmadığı ise belli değil. Zengin iş adamları da işin içinde. Jeff Bezos, Bill Gates milyarlık varlıklarıyla sadaka dağıtmaya çalışıyor. Gates, Afrika’da sıtmaya karşı mücadelede hastalığın kökenlerine inmek yerine (temiz içme suyu elde etme, sağlıklı ve yeterli beslenme için geçim tarımına destek verme, bağışıklığı güçlendirme, bataklıkları kurutma) aşı çağrısında bulunuyor. Parazitleri önleyecek aşı peşinde koşuyor. Aynı kişi iklim değişikliğine karşı çoğu uzmanlarca olanaksız görülen jeomühendislik uygulamalarına parasal destek sağlıyor.
Bu arada ABD ordusu iklim değişikliğine hazırlanıyor. Enerji, gıda gibi konularda ortaya çıkabilecek gerilimler artacağından ve güvenlik sorunları önem kazanacağından askeri ve savunma açısından 2003 yılından beri öngörüler hazırlamakta. Güçlü, zengin fakirin ekmeğine el koyacak.
Paranın gözü kör olsa da görmese bu olayları!
2009 yılında yapılan Kopenhag Konferansı’ndan bu yana gelişmekte olan ülkeler için perspektif hazırlamak için modeller öngörülüyor. 2010 yılında Cancún’da perspektifler onaylanıyor. 2010-2012 yıllarında “Gelişmiş ülkelerin 30 milyar dolar yardımda bulunması iyi olur” deniliyor. BM’nin yeşil fonu 2020’ye kadar 100 milyar doların gelişmekte olan ülkelere verilmesini onaylıyor. 2011 yılında Durban kentinde ise yardım, yöntem ve fon kaynakları sorununa çözüm getirilemiyor. 2015 yılında Paris’te yapılan toplantıda iklime uyum sağlamaları için her yıl gelişmekte olan ülkelere 100 milyar dolar verilmesi gerekli deniyor. Lafla iklim gemisi yürümüyor. Gelişmiş ülkeler 2017-2018 yılları arasında her yıl 60 milyar dolar yaptık diyorlar. Sivil toplum örgütü OXFAM’a göre ise bu yardım 19-23 milyar dolar arası. Gelişmekte olan ülkelere verilecek desteğin 4 ila 109 milyar dolar arasında olduğu değişik kurum, sivil toplum örgütleri tarafından söylenir. Fark çok önemlidir. Neden? Çünkü çevresel maliyeti ya da iklim değişikliğine uyum maliyetini hesaplamak çok zor ve karmaşıktır. Sorun sadece uyum değil salımı azaltmakla da ilgilidir. Her ikisinin maliyeti farklıdır. Örneğin deniz seviyesinin yükselmesi karşısında kıyılara deniz seddi mi yapmak gerekir yoksa kimi kıyıları gözden çıkarmak mı gerekir? Her ikisinin maliyeti ve sonuçları farklıdır.
Uluslararası Enerji Ajansı Müdürü Fatih Birol “2030 yılına kadar yenilenebilir enerjiler için 100 milyar dolar harcanırsa ancak 2050 yılında karbonda etkisizliği yaratabiliriz” der. Para nasıl bulunacak, kim kime verecek, yatırımları kim üstlenecek ve ne zaman sona erecek konuları üzerinde durmaz ama ülkeler arası yarış değil zamana karşı yarış der ama yarış en fazla kirletenle ve sömürenle az kirleten ve sömürülen arasındadır. Olay sadece yenilenebilir enerjiler sorunu değildir.
Spekülasyona ya da vergi cennetlerine giden paranın onda biriyle neler yapılmaz ki! Silahlanmaya harcanan parayla bu dünya ve doğa için neler yapılmaz ki! Ama yapılmıyor ve fonlar ve laflar boş yere dolaşıp duruyor.
“Sürdürebilir kalkınma” öneriyorlar. Bu deyimin arkasında gelişmekte olan ülkeler ve nüfusları var. Çevreyi tahrip eden fakir ülkeler deniyor. Sorunu çözmek için yaşam düzeylerini artırmak yeterli yani bir başka deyişle gelişmekte ya da yükselmekte olan ülkeler Kuzey ülkeleri gibi üretkenlik, büyüme peşinde koşmalılar. Sürdürülebilir kalkınma tüketim toplumunun söz konusu edilmesini önlemek için yaratılmış bir kavramdır diyor Frédéric Durand.
Kısacası gelişmekte olan ülkeler bağımlı olmaktan çıkıp kendi geleceklerini kurmaya, kendi kalkınmalarını insan ve doğayla barışık şekilde ve diğer gelişmekte olan ülkelerle birlikte kurmak zorundadırlar. Saygın bir yaşama ulaşmak için gıda, barınma, eğitim, sağlık gibi temel gereksinmelere sahip olmanın yaratacağı salım ile finansal sermayenin küreselleşme yoluyla yarattığı salım aynı değildir ve bu zengin salımına son verilmelidir. Yerel ve ulusal yaklaşımlar bir planlama dahilinde bütünleşmeli halkın temel gereksinmelerini karşılamak amacıyla tarım yoluyla gıda üretimi ve sağlığı sağlanmalı, sanayi de çevreyi gözeterek ve yenilenebilir enerji kullanarak üretim yapmalıdır.
Gelişmekte olan ülkeler aşırı kentleşmenin, sosyal güvenliğin olmamasını, su kıtlığını, elektrik dağıtımı ve fiyatının artışını, fakirliğin iklime bağlı olmadığını ama etkilediğini ve daha çok kapitalist ilişkilere bağlı olduğunu anlamalıdır.
İklim değişikliğinin peşinden koşmayı bırakıp değişiklik nedenlerine ağırlık vermek gerekiyor ve sorumluları da belli. Gelişmiş ülkeler ve dünyayı boğan sistemleri.
CO2 salımları sanki tek sorumlu gibiymiş, iklim değişikliği tek sorunmuş gibi davranmaktan vazgeçmeliyiz ve sorunun toplumsal ilişkilerin (sınıf sorunu) doğayı nasıl düzenlediği, nasıl ele aldığı ve nasıl faydalandığıdır.
Belki de kıyamet sadece iklim değişikliğiyle gelmeyecek; insan-makine uygarlığı, artırılmış insanlık, insanın makineleşmesi, genlerle oynama derken başka bir dünyaya mı gireceğiz? Tüm canlıların ortak olduğu, dayanışmanın arttığı (insan, hayvan, buzul, orman), sömürünün son bulduğu bir dünya inşa etmek zorunda değil miyiz?
Dünyanın sonu değil ama insanın sonu. Doğayı ve insanı mahveden sistemin acil değiştirilmesi gerek ki gelecek kuşaklar devam etsin ve nefes alsınlar. Hesabı ödeyen görünmeyen el olmalı.
Kaynaklar:
Sendika.Org, yayın hayatına başladığından bu yana işçi sınıfı hareketinin, solun ve genel olarak toplumsal muhalefetin gündemine ilişkin, farklı politik perspektiflerden düşünsel katkılara açık bir tartışma platformu olagelmiştir. Sitemizde yayımlanan yazılar yayın kurulunun politik perspektifiyle uyumluluk göstermeyebilir. Amacımız, mücadelenin gereksinim duyduğu bilimsel ve politik bilginin üretimini zenginleştirecek tüm katkılara, yayın ilkelerimiz çerçevesinde, olabildiğince yer verebilmektir.