Uygulanan politikaların nihai sonucu, Türkiye’deki tüm varlıkların ve işgücünün ucuzlayıp değersizleşmesi oluyor. Günün sonunda uluslararası sermayeye çok ucuzlamış bir emek gücü sunularak içinde bulunulan yapısal krizden çıkış aranmakta. Bu süreçte kamudan ve küçük tasarruf sahiplerinden sermayeye bir servet transferi gerçekleşirken, düşen reel gelirler yeni bir mülksüzleşme sürecine yol açacaktır. Emeğin değersizleştirilmesi yoluyla elde edilecek büyüme ise nihayetinde “çarpık, eşitsiz ve sürdürülemez nitelikte olacaktır”
Türkiye ekonomisinin dış sermaye girişlerine bağımlı, borç artışına dayanan, inşaat odaklı büyüme modeli, 2013 sonrasında bir faiz-döviz kıskacına girmeye başladı. Bu modelin ortaya çıkardığı kırılganlıklar ülkeyi 2018’de bir döviz krizine sürüklediğinde döviz kurlarındaki artış ancak faizleri sert bir biçimde yükselterek kontrol altına alınabildi.
2019’un ortasından itibaren ise Merkez Bankası faizleri indirmeye başlayıp borç artışına dayanan ekonomik büyümeyi yeniden canlandırmaya girişti. 2020’nin başlarından itibaren küresel finansal gelişmelerin de etkisiyle net dış sermaye çıkışlarıyla karşılaşılmasına rağmen salgının olumsuz etkileri de daha fazla faiz indirimi ve yeni bir kredi genişlemesiyle aşılmaya çalışıldı. Kurdaki yükselişin önüne geçmek içinse Merkez Bankası’nın tüm döviz rezervleri arka kapı operasyonlarıyla piyasa müdahale etmek için tüketildi. 2020 sonbaharında ekonomi yeni bir döviz şoku ile karşı karşıya kaldığında ise sert bir U dönüşü yapılarak faizler yeniden yükseltildi. Merkez Bankası başkanı ile Hazine ve Maliye Bakanı’nın bu süreçte değiştirilmesi ve yeni başkan ile bakanın “ortodoks” politikalara dönüş sinyali vermeleri bu kez hızlı bir kısa vadeli dış sermaye girişine ve bu da TL’deki kayıpların telafi edilmesine yol açtı.
Ne var ki borçluluk oranlarının çok yüksek olduğu ve ekonomik büyümenin inşaat çekişli olduğu Türkiye ekonomisi için yüksek faizler kurda istikrar sağlıyor görünse de ekonomik büyümenin daha yavaş seyretmesine yol açıyordu. Bu kez yeni bir Merkez Bankası başkanı değişikliği gündeme geldi. Buna döviz piyasalarının tepkisinin sert olması faiz indirimlerini geciktirse de en sonunda 2021 sonbaharında faiz indirimleri başladı. Eylül, Ekim ve Kasım aylarında peş peşe yapılan faiz indirimleri ekonomiyi yeni bir kur şokuyla karşı karşıya bırakmış durumda. Küresel enflasyonun yüksek seyrettiği bir dönemde TL’nin de hızla değer kaybetmesi, içeride fiyatların hızla artmasına yol açarken dolar/TL kuru da her gün yeni bir rekor kırmaya başladı.
Bu ortamda iktidarın göz göre göre ekonomiyi böylesi bir krize sokuyor olması kolay kolay açıklanamıyor. İktisatçılar arasındaki yaygın açıklama, içinde bulunduğumuz durumun tek adamın “irrasyonel” düşük faiz takıntısından kaynaklandığı yönünde. Buna karşın olup bitenleri politik ekonomi çerçevesinden anlamaya çalışanlar ise ortada sermaye grupları arası bir savaş olduğu tezini ortaya atmakta[1] [2].
Bu konuda genel birkaç gözlem ve tespitte bulunabiliriz:
6.1. Düşük faiz ve kredi genişlemesinin genel olarak inşaat ve gayrimenkul sektörü için elzem olduğu biliniyor. İnşaat sektörü hem kendini döndürüp inşaata devam edebilmek hem de üretilen konutları satabilmek için düşük faize ihtiyaç duyuyor. Hatta yaşanan istikrarsızlık ve belirsizliğin insanları birikimlerinin değerini koruyabilmek için emlak piyasalarına yönlendirmesi de konut fiyatlarındaki artışa katkı sunuyor. Ancak şu notu da düşmek gerekiyor ki kurdaki hızlı yükseliş inşaat maliyetlerini de artırıyor ve inşaat yatırımlarını yavaşlatıyor. Bu ortamda dövizle ödeme garantisine sahip KÖİ müteahhitlerinin ve işletmelerin ise belki de en korunaklı grup olduğu söylenebilir
6.2. Döviz cinsi borcu olmayan, emek-yoğun, ihracata odaklı işletmeler kısa vadede düşük faiz ve yüksek kurdan bir miktar faydalanabilecektir. İhracatçıları desteklemek için ihracata özel, Kredi Garanti Fonu benzeri bir yapı da oluşturulmakta.[3] Emek yoğun ihracatçılar, ithal girdi kullanımları yüksek olsa da emek maliyetlerinin ucuzlamasından kar elde edebilirler. Ne var ki kurda son dönemde yaşanan hareketlilik ihracatçıları çok sevindirmiyor. İhracatçıların tercihinin de istikrarlı kur olduğu yönünde açıklamalar ortaya çıkmaya başladı.[4]
6.3. Öte yandan, varlıklarının büyük kısmı TL dışında olan büyük sermayenin bu politikalardan çok fazla zarar görmesi beklenemez. Ancak yüksek ithal girdiyle yurtiçine üretim yapan işletmelerin zorluklarla karşılaşmaya başlaması beklenebilir. Esasında faizlerin yüksek olmasından en az etkilenen bu kesim, uluslararası entegrasyonu da yüksek bir sermaye kesimi olarak hem yüksek döviz borçlarına hem de yüksek döviz varlıklarına sahip. İstikrarlı büyümeyi tercih ediyorlar. İSO başkanının yakınlarda yaptığı eleştiri de bu istikrarlı büyüme tercihini gösteriyor.[5] Tabii bu arada bu grubun Türkiye’nin ihracatının da büyük bir kısmını yaptığı da unutulmamalı.
6.4. Uluslararası finansal sermayenin ana tercihi ise yüksek faiz ve görece istikrarlı kur yönünde. Özellikle Türkiye’deki özel sektörün dış borçlarını elinde tutanların ekonomide istikrar ve genel olarak neoliberal çerçeve taraftarı olmaları doğal. Bu kesim için kurun fazla yükselmesi, esasen ödemeler dengesi krizi riskini artırıp dış borç ödemelerini aksatma ihtimali çıkaracağı için önemli. Her ne kadar son dönemde borsada ve devlet iç borçlanma senetlerindeki payı oldukça düşük seviyelere gerilemiş olsa da uluslararası finansal sermaye özellikle dış borçlar üzerinden Türkiye’de önemli miktarda varlığa sahip. İktidarın ümit ettiği şeylerden birisinin de uluslararası finansal sermayenin kur belli bir seviyeye ulaştığında Türkiye’deki varlıkların yeterince ucuzladığını düşünerek yeniden Türkiye’ye yatırıma başlaması olabilir.
Esas savaş! Uygulanan politikaların nihai sonucu, Türkiye’deki tüm varlıkların ve işgücünün ucuzlayıp değersizleşmesi oluyor. Günün sonunda uluslararası sermayeye çok ucuzlamış bir emek gücü sunularak içinde bulunulan yapısal krizden çıkış aranmakta. Bu süreçte kamudan ve küçük tasarruf sahiplerinden sermayeye bir servet transferi gerçekleşirken, düşen reel gelirler yeni bir mülksüzleşme sürecine yol açacaktır. Emeğin değersizleştirilmesi yoluyla elde edilecek büyüme ise nihayetinde “çarpık, eşitsiz ve sürdürülemez nitelikte olacaktır.”[6]
Dipnotlar:
[1] Bkz. M. B. Deniz & Ü. Akçay. Güncel kriz dinamikleri ve sosyalist stratejiyi tartışmak https://sendika.org/2021/10/guncel-kriz-dinamikleri-ve-sosyalist-stratejiyi-tartismak-634684/ S. Sayan da düşük faiz ve yüksek kurun kimlerin işine yarayabileceğini tartışıyor: TL’nin ‘altın vuruşu’: Faiz ve kur çanları kimin için çalıyor. https://www.politikyol.com/tlnin-altin-vurusu-faiz-ve-kur-canlari-kimin-icin-caliyor/
[2] Bu teze karşı argümanlar da mevcut. Bkz. E. Ergüven. Faiz araç, sömürü netice: Sermaye içi savaş değil sınıf savaşı https://e-komite.com/2021/faiz-arac-somuru-netice-sermaye-ici-savas-degil-sinif-savasi/
[3] “İhracata özel KGF geliyor” https://www.dunya.com/ekonomi/ihracata-ozel-kgf-geliyor-haberi-636906
[4] https://www.dw.com/tr/ihracatçılar-yüksek-kur-yerine-istikrarlı-kur-istiyor/a-59739756
[5] https://www.bloomberght.com/iso-baskani-bahcivan-buyume-pahasina-enflasyon-gorusu-ulkemizin-yararina-degil-2290870
[6] A. E. Yeldan. Rekabetçi Kur, Üretkenlik, Büyüme https://yeldane.files.wordpress.com/2021/10/yeldan787_27ekim2021_rekabetcikur_tfp.pdf
Sendika.Org, yayın hayatına başladığından bu yana işçi sınıfı hareketinin, solun ve genel olarak toplumsal muhalefetin gündemine ilişkin, farklı politik perspektiflerden düşünsel katkılara açık bir tartışma platformu olagelmiştir. Sitemizde yayımlanan yazılar yayın kurulunun politik perspektifiyle uyumluluk göstermeyebilir. Amacımız, mücadelenin gereksinim duyduğu bilimsel ve politik bilginin üretimini zenginleştirecek tüm katkılara, yayın ilkelerimiz çerçevesinde, olabildiğince yer verebilmektir.