Görünen odur ki, Erdoğan ve AKP’nin içeride iktidarın korunması ve muhalefetin bastırılması için stratejik olmasa da bir “taktik dış savaşa” ihtiyaçları bulunmaktadır. İçeride muhalefetin açıktan bastırılmasının “Batı’ya pazarlanabilmesi” için ise bu “taktik dış savaş”ın Rusya ve Suriye’ye karşı olması ve sanki Batı’nın stratejik yörüngesinde hareket ediyormuş görüntüsünün oluşturulması zorunludur
Erdoğan ile rejimi gittikçe derinleşen ve birbirlerini besleyen bir ekonomik ve politik kriz içerisine sürüklenmiştir. Ekonomik göstergelerin olumsuz bir şekilde büyük oranda bozulmasının en önemli nedenlerinden birisi, Tek Adam Yönetimi’nin elde ettiği politik güçten dolayı ekonomiye yaptığı keyfi müdahalelerdir. Ekonomik alanda her yol ile yeşil sermayenin palazlanmasını, politik alanda da devletin bütün kurumlarının yeni ideoloji temelinde dönüştürülerek ele geçirilmesini ve nihayetinde toplumsal alanda da yeni kuşakların bir dinci ideoloji ve kültür ile şekillenmesini öngören bu politikalar, bir yandan ekonominin yıkımına neden olurken, öte yandan da AKP’nin seçmen tabanının daralmasına ve meşruiyet üretim krizine neden olarak politik bir kriz içerisine sürüklenmesine neden olmuştur. Birçok anket şirketi bu gerçeği açıkça ortaya koymaktadır.
İşte bütün sorun tam da bu noktada başlamaktadır.
Görünen odur ki, mevcut politik manzaradan, özellikle yasal demokratik hareket (daha çok HDP’nin dışındaki Millet İttifakı odaklı yasal muhalefet kastedilmektedir) çok yanlış sonuçlar çıkarmaktadır ya da gerçeği bildiği halde başka çaresi olmadığından, sorunun özüne dokunmayan bir tutum almayı uygun görmüştür/görmektedir. Bu politik tutumun büyük bir hüsranla bitmesi kuvvetle muhtemeldir.
Seçimler yaklaştıkça büyük bir politik yanılsama bütün muhalefeti neredeyse etkisi altına almıştır. Mevcut politik krizden AKP’nin nasıl çıkacağı yönünde yürütülen politik analizler ve söylemler, “bazıları”nın tarihten hiç ders almadıklarını ve bu gidişle de ders almayacaklarını göstermektedir. Bu politik anlayışın devam etmesi durumunda, içine girilen süreçte en büyük yıkımı kısa dönemli olarak (orta ve uzun dönemde elbette AKP yıkıma sürüklenecek ama şimdi sorun bu değil!) AKP’nin değil ama yasal muhalefetin yaşayacağı hemen hemen kesindir. Çünkü yasal muhalefetin yanlış bir Erdoğan ve AKP, bununla da birlikte yanlış bir AKP rejimi analizi söz konusudur.
Yasal muhalefet uzun zamandan beri, freni patlamış kamyon gibi (tek AKP’nin değil ama yasal muhalefetin de aynı problemi söz konusu!), bütün siyasetini tek bir seçeneğe yani seçimlerde göreceli bir başarı elde etmeye bağlamış durumdadır. Yasal muhalefete göre, Cumhurbaşkanlığı ve milletvekili seçimlerinde yüzde ellinin üzerinde bir başarı, mevcut faşist rejimin demokratikleşmesi için yeterli olacaktır. Seçimi kazanan yasal muhalefet, AKP’den iktidarı tıpış tıpış alacak ve AKP de “ne yapalım seçimleri kaybettik ve iktidarı size verelim” diyecek! Sanki Erdoğan ile AKP, iktidarını ve rejimini tek seçim sistemiyle örmüştür! Ergenekon Komplosu ile başlayan ve 15 Temmuz Olayları ile devam eden ve de uzun bir sürece yayılan AKP’nin “üstü örtülü darbe” sürecinin sanki hiçbir toplumsal ve tarihsel ağırlığı yokmuş gibi hareket etmenin bedelini yasal muhalefet çok ağır ödeyecektir. Bu komplolar süresince AKP, orduyu, polisi, MİT’i ve bürokrasiyi tamamen dönüştürerek ele geçirmiş ve SADAT gibi özel ordu oluşturmuş ve de kendi iktidarını da bu temele oturtmuştur. Seçimlerin kaybedilmesi durumunda bu gerici temelin hiç harekete geçmeyeceğini varsaymak aymazlıktır. Bundan birkaç yıl önceki Anayasa referandumunda, mühürsüz oyların YSK tarafından kabul edilmesine, “sokağa çıksaydık katliam olurdu” diyerek cesaret edemeyen yasal muhalefetin, seçimleri kazandığı takdirde AKP’nin iktidarı vermemesi durumunda ne yapacağı gerçekten büyük bir merak konusudur!
Yasal muhalefet kendisini tek bir seçeneğe bağlarken, AKP kendisini yasal muhalefetten daha gerçekçi olarak tek bir seçeneğe bağlamamaktadır ve bundan dolayı kazanacaktır. Çünkü Erdoğan daha gerçekçi olarak olaylara yaklaşmakta ve “kediye kedi” demektedir. Erdoğan ve AKP, yasal muhalefete “düşman” gibi yaklaşmaktadır ve onlara da “düşman hukuku” uygulamaktadır. Seçim sisteminin siyasetin bir yönü olduğunu ama tamamı olmadığını, yasal muhalefetten çok iyi bilmektedir ve bütün her şeyini de bu tek seçeneğe bağlamamaktadır.
Hiç kuşkusuz seçim sistemi aracılığıyla toplumsal meşruluk elde etmek ve bu meşruluğu üretmek önemli bir politik kazanımdır ve küçümsenmemesi gerekir. Ama bütün siyaseti “normal olamayan koşullarda” bu seçenek üzerine oturtmak tek kelimeyle “siyasi kumar”dır! AKP rejimi bizim tarihte örneklerini gördüğümüz klasik faşist rejimlerin günümüz versiyonudur. Bu tür rejimlerin tek seçimler ile yenileceğini varsaymak ve bütün politik hamleleri buna göre ayarlamak politik intihardan başka bir şey değildir. Bugün Türkiye’de yasal muhalefet tarihte örneği olmayan bir yol denemektedir ve faşist-militarist bir rejimi tek ajitasyon ve propaganda ile yeneceğini sanmaktadır. Ama bu politik anlayışın tarihte hiçbir olumlu örneği yoktur. En son 1970’lerde Şili’de denendi ve yol açtığı sonuçları da herkes biliyor. Bugüne kadarki tarihsel tecrübenin insanlığa öğrettiği temel bir ilke söz konusudur: Sadece söz silah karşısında her zaman yenilir. Söz sadece silahın kazanımı üzerinde pekiştirici etkide bulunur. Eşit koşullardaki bir mücadelede bir söz diğeri üzerinde üstünlük kurabilir. Ama eşit olmayan koşullarda yalnızca söz, karşısındaki silah-söz birlikteliği karşısında her zaman yenilecektir.
Seçim sistemi aracılığıyla sıkıştırılan ve bir meşruiyet krizine itilen Erdoğan ve AKP’nin hiçbir çıkış yolunun olmadığı anlayışı baştan sona yanlış bir anlayıştır. Erdoğan seçim sistemiyle sıkıştırılırken buna vereceği politik refleks, hiç kuşkusuz politik tekeline almış olduğun devletin şiddet araçlarını kullanmak ve yasal muhalefete “kan banyosu” yaptırmak olacaktır. Yasal muhalefeti acımasız bir şekilde bastırmak için Erdoğan’ın bir sorunu yoktur. Onun sorunu başka bir yerdedir ve önce bu sorunu çözmesi gerekmektedir.
İçinden geçtiğimiz süreçte Erdoğan’ın en önemli problemi, içeride muhalefeti “açık bir diktatörlük” ile bastırıp ya da bastıramayacağı değildir. Çünkü bunu yapacak gücü ve olanakları çoktan beri mevcuttur. Özellikle 2015’ten itibaren ve 15 Temmuz Olayları’ndan yine Başkanlık sistemine geçtikten sonra, devlet içerisinde yapılan büyük tasfiyeler sonucunda Erdoğan, devlet kurumlarını büyük oranda ele geçirmiş ve devletin şiddet araçlarını istediği gibi kullanma olanağına kavuşmuştur. Eskiden politik gücü varken, devletin şiddet araçları üzerindeki etkisi zayıftı şimdi ise tersi olup, politik temeli daralırken devletin şiddet araçları üzerinde sınırsız egemenlik sahibidir. Bu durum ona muhalefeti daha önce gördüğümüz gibi (7 Haziran-1 Kasım 2015 arası) ve hatta ondan daha da acımasızca bastırma olanağı vermektedir ki, zaten Erdoğan bunu açıkça muhalefete söylemektedir. Bu noktada Erdoğan blöf yapmamakta ama gerçekleri konuşmaktadır. Bu haliyle de politik arenada açıkça konuştuğu için herkesten daha “dürüst”tür.
Ama içeride muhalefetin “açık bir diktatörlük” ile bastırılmasının en önemli sonucu Erdoğan’ın dış politikada sorun yaşamasına neden olacaktır. Çünkü Erdoğan’ın denge politikası hem Batılı hem de Doğulu güçler ile ilişkilerin birbirlerini dengeleyecek şekilde kurulmasını gerektirmektedir ve içeride muhalefetin açıktan bastırılması, Batılı güçler ile meşruiyet krizine neden olarak, denge politikasının bir ayağını yok ederek daha fazla Rusya’ya yanaşmasına neden olacaktır. Batılı devletler iç politikaların hassaslığından dolayı Erdoğan’ın bu açık diktatörlüğünü kabul edemezler ve Türkiye’yi tecride alırlar. Bu Erdoğan’ın istediği bir şey değildir çünkü Rusya karşısında elini zayıflatacaktır.
Peki Erdoğan bu sorunu nasıl çözecek yani içeride muhalefetin açıktan bastırılmasını Batı’ya nasıl pazarlayacaktır?
Bunun tek bir yolu vardır o da Batı’nın Rusya ve Çin stratejisini kabul ederek ve denge politikasını bırakarak Batı stratejisinin sağlam bir parçası haline gelmektir. Erdoğan ise bu yoldan ısrarla uzak durmak istemektedir. Her ne kadar taktik olarak zaman zaman Batı’nın stratejisine angaje olacağı görüntüsü oluşturuyorsa da kendisini tamamen Batı’ya kaptırmak da istememektedir. Ama içerideki ekonomik ve politik kriz, Erdoğan’ın bütün manevra alanını yok ederek onu çok riskli bir politik tercihe doğru sürüklemektedir. Bu tercih tek iç politikada bir kırılmaya değil ama bölge ve dünya politikasında da önemli bir kırılmaya yol açarak bütün dünyayı dolaylı ve dolaysız olarak genel bir dünya savaşının içine çekebilecek bir yapıya sahiptir. Yasal muhalefet kafasını çok fazla iç politikaya gömdüğü için, Erdoğan ve AKP’nin dış politikadan iç politikaya doğru çekeceği vektörlerin yönü ve şiddetini yeterince kavrayamamaktadır.
Erdoğan’ın ilk tercihi seçimleri bütün devlet olanaklarını kullanarak kazanmak ve diktatörlüğüne bir meşruiyet zırhı ve görüntüsü oluşturmaktır. Ama bunu yapamadığı andan itibaren de açıktan diktatörlüğe başvuracaktır ve bunun tek yolu da bir dış savaş çıkarmaktır ki, son dönemlerde bu dış savaş zaten açıktan konuşulmaktadır.
Erdoğan yaptığı bazı açıklamalarında Suriye’de hem Esad rejimini hem de PYD/YPG’yi hedef alacağını belirterek, denge politikasına uygun olarak her iki tarafı da hedefe koymaktadır. Böylece diğer tarafa yüklenirken, öteki tarafın kısmi desteğini almaya ya da onu belirli bir süre hareketsiz tutmaya çalışmaktadır. Bu hareketiyle de belirsizlik konumunu koruyarak, her iki tarafın beklentilerini yönetmeye ve taviz politikasını devam ettirmeye çalışmaktadır. Ancak Türkiye’nin bu seferki Suriye’deki operasyonunun politik çerçevesi ve dinamiği farklı olup, “evdeki hesabın çarşıya uymaması” ile sonuçlanabilir. Gelecek Suriye savaşı bir dış gereklilikten ziyade rejimin ömrünün uzatılması ve iktidarda kalmasının bir sonucu olacağı için yani içerideki siyasetin tamamen katılaşmasının sonucu olduğu için, dış politikada başka devletlerin (özellikle Rusya ve Suriye), kabul edemeyeceği ve farklı bir karşılık vermesine neden olacağı bir duruma yol açarak içinden çıkılamaz bir sürece evrilebilir.
İçeride iktidarda kalmanın bir ürünü olan bir savaş, zorlama bir savaş olacağı için, başka devletlerin (örneğin Rusya gibi) kırmızı çizgilerinin aşılmasına neden olarak sert bir karşılığın ve bundan dolayı da büyük bir prestij kaybına neden olabilir. Bu prestij kaybını giderme anlayışı ise daha fazla Batılı güçlere yanaşarak ve onların stratejilerinin bir parçası haline gelerek sürekli bir savaşa dönüşebilir. Erdoğan ve AKP istemeye istemeye içinden çıkamayacağı bir savaşa ve politikaya sürüklenerek genel bir kaosun provokatörü haline gelebilir. İçinden geçtiğimiz süreçte hem dış hem de iç konjonktür buna oldukça uygundur. Erdoğan’ın hareket tarzı III. Napolyon ve Hitler’in hareket tarzına çok benzemektedir. Her iki lider iç politikada rejimlerini ayakta tutmak için dış politikada aşırı hareketlere sürüklenerek büyük savaşlara girişerek politik açmazlarla karşı karşıya kaldılar. Erdoğan da aynı yolda ilerlemektedir.
Görünen odur ki, Erdoğan ve AKP’nin içeride iktidarın korunması ve muhalefetin bastırılması için stratejik olmasa da bir “taktik dış savaşa” ihtiyaçları bulunmaktadır. İçeride muhalefetin açıktan bastırılmasının “Batı’ya pazarlanabilmesi” için ise bu “taktik dış savaş”ın Rusya ve Suriye’ye karşı olması ve sanki Batı’nın stratejik yörüngesinde hareket ediyormuş görüntüsünün oluşturulması zorunludur. Batılı güçler AKP’nin Batı’nın çıkarlarına hizmet ettiği anlayışına kanaat getirdikleri zaman onun içeride muhalefeti açıktan bastırmasına sessiz kalacaklardır. Ama bu savaş politikası kontrolden çıkarak istenmeyen bir stratejik tercihe yol açarak, denge politikasının temelinin de yok olmasıyla sonuçlanacaktır. Bizim tahminlerimize göre Erdoğan ve AKP, Rusya ve müttefikleriyle bir savaşa sürüklenerek Batılı emperyalist güçlerle stratejik bir ilişkiye sürüklenecektir. İçeride muhalefetin açıktan bastırılmasıyla, dışarıda savaşın yönünün Rusya ve Suriye’ye karşı olması arasında bir bağlantı bulunmaktadır. Eğer Türkiye böyle bir duruma sürüklenirse, Batılı devletlerin gözünde bir Suudi Arabistan, Katar ve Birleşik Arap Emirlikleri gibi olacak yani Batı’nın çıkarlarını gözettiği için içeride eli kolu serbest bir devlet haline gelecektir.
Savaş aracılığıyla seçimlerin ertelenmesi ve hatta bunun sürekli kılınması (mevcut Anayasa buna olanak tanımaktadır), sürekli bir açık diktatörlük durumunun fiili olarak oluşması, her türlü muhalefetin bastırılmasını olanaklı kılmaktadır. Yukarıdaki savaş senaryosunun hayata geçmesi durumunda seçimler de hiçbir zaman olmayabilir ya da dış savaşın başarısına bağlanarak uygun bir zaman beklenilecektir. Ama savaşta alınacak sürekli kötü sonuçlar, rejim açısından içinden çıkılamayacak bir duruma neden olarak, faşist diktatörlüğün “açık diktatörlük” biçiminde koyulaşmasına ve ülkenin büyük bir karanlığa gömülmesine neden olacaktır. Büyük bir olasılıkla da olaylar bu yönde gelişecektir.
Böyle bir olasılık ortaya çıktığı zaman (ki bu büyük bir olasılıktır) yasal muhalefet ne yapacaktır ve nasıl hareket edecektir? Yasal muhalefetin politik söylemi tek bir seçeneğe bağlıdır ve bu seçeneğin olumsuzluğu durumunda ne yapacağı noktasında hiçbir planı yoktur. Bu planın olmadığının en açık göstergesi, CHP’nin İyi Parti ile yapmış olduğu ittifaktan bellidir.
Peki böyle bir durumda yani AKP’nin seçim sonuçlarını tanımayarak açık bir diktatörlüğe başvurduğu bir durumda nasıl bir mücadele yöntemi oluşturmak gerekmektedir?
AKP rejiminin açık bir diktatörlüğe Batılı emperyalistlerin yanında savaşa girerek geçtiği bir politik durum, yasal muhalefetin yıkımı üzerinde ortaya çıkacağı için, seçim sistemi odaklı bir muhalefetin artık imkansızlaşacağı ve bu yolun uzun süre kapalı kalacağı kendiliğinden anlaşılır. Türkiye devrimci hareketi, parlamenter zemin üzerinde yasal muhalefetin toplumsal meşruiyet üretme çabasını takdir etmektedir ve büyük önem vermektedir. Ama kendi politikasını asla tek bu seçeneğe bağlı kılmamaktadır ve kılmayacaktır. Bundan dolayıdır ki, devrimci hareketin “işi” yasal muhalefetin yıkımından sonra başlayacaktır.
Böyle bir durumda “Ne Yapmalı?” sorusuna cevabı da başka bir makalede ele alacağız.
Sendika.Org, yayın hayatına başladığından bu yana işçi sınıfı hareketinin, solun ve genel olarak toplumsal muhalefetin gündemine ilişkin, farklı politik perspektiflerden düşünsel katkılara açık bir tartışma platformu olagelmiştir. Sitemizde yayımlanan yazılar yayın kurulunun politik perspektifiyle uyumluluk göstermeyebilir. Amacımız, mücadelenin gereksinim duyduğu bilimsel ve politik bilginin üretimini zenginleştirecek tüm katkılara, yayın ilkelerimiz çerçevesinde, olabildiğince yer verebilmektir.