Velhasılı, HDP’nin kapatılması ve yöneticilerinin siyasetten men edilmesi davasının AYM’de olduğu, HDP’nin ırkçı kışkırtmalarla saldırılara uğradığı, pek çok yöneticisinin hapiste olduğu, kazandığı belediyelerin neredeyse hepsine kayyum atandığı, zaten kendi içinde Kürt karşıtı, halkların eşitliği karşıtı pek çok milletvekili ve üyeyi barındıran, dokunulmazlıkların kaldırılmasına, K.Suriye ve K.Irak’a yapılan bütün askeri operasyonlara destek vermiş bir CHP ve İyi Parti’nin ana gövdesini oluşturduğu bir Türkiye’de Millet İttifakı Kürtlere ne vadedebilir?
Seçimlere henüz bir seneden fazla bir zaman olmasına rağmen, uzun zamandan beri siyasal istikrarsızlıklarla çalkalanan Türkiye’de muhalefet partilerinin oluşturduğu Millet İttifakı (Mİ) çok daha aktif bir şekilde politikaya müdahale etmeye başladı. Asıl mimarlarının CHP ve İyi Parti olduğu bu cenahın en önemli seçim sorunu HDP, çünkü HDP seçmeninin desteğini almadan AKP-MHP blokunu yenemeyeceklerini biliyorlar. Bu kadar basit ve bir o kadar da önemli. Şüphesiz, HDP seçmeninin hem sayısal hem de politik hassasiyetinin merkezi meselesi açısından en önemli kesimi Kürtler. Bu merkezi mesele de tabiî ki Kürt sorunu. Bu sorun etrafında son günlerde bir tartışma başladı.
CHP ve İyi Parti HDP’ye oy veren Kürtlerin oylarını nasıl Mİ’ye katacakları gibi bir sorunla yüzleşmek zorunda kaldılar. Önce 12 Eylül’de Kemal Kılıçdaroğlu bir belgesel serisinin ilk bölümünün yayımlanması sırasında 2013-2015 arasındaki çözüm süreci üzerinde konuşurken şunları söyledi:
“… Siyaset kurumunun 35-40 yıldır çözemediği bir Kürt sorunu var. Kürt sorununu çözmek için meşru bir organa ihtiyacımız var. Devlet dediğimiz kurum gayrı meşru organla muhatap olamaz. Erdoğan bunu yaptı. Devleti İmralı’yla muhatap kıldı. İmralı meşru bir organ değil. Meşru organ kimdir? HDP’yi meşru bir organ olarak görebiliriz.”[1]
Kılıçdaroğlu, Çözüm Süreci zamanlarından beri Kürt sorununun Meclis’te çözülmesi gerektiğinden zaten bahsediyordu. Bu seferki önemli fark HDP’nin meşru muhatap olduğu beyanıydı.
Bunun üzerine HDP’nin eski eş genel başkanı Sezai Temelli 19 Eylül’de attığı Tweet’le tartışmalara yol açtı. Şöyle diyordu Temelli: “1. Kürt sorununun çözümünün yegâne muhatabı HDP değil ama bu sorunun çözümü adına bugün demokratik siyaseti var eden ve kolaylaştıran başlıca aktör HDP’dir. Ama asla unutulmaması gereken şey demokratik çözümün adresi ve asıl muhatabı İmralı’dır.”[2] Temelli ile Kılıçdaroğlu arasında önemli bir fark ortaya çıkmıştı. Kılıçdaroğlu, “meşru muhatap HDP’dir” derken aslında asıl muhatap HDP’dir demiş oluyordu, çünkü İmralı ve Kandil’i -yani Öcalan’ı ve PKK’yi- meşru görmüyordu. Temelli ise, “adres ve asıl muhatap İmralı’dır” diyerek Öcalan’a işaret ediyordu. Ciddi bir farklılık.
Araya, beş yıldır Edirne’de mahpus tutulan, Temelli’den önceki eş genel başkan ve muhtemelen HDP’nin en etkin ismi Selahattin Demirtaş girdi. 21 Eylül’de attığı Tweet’lerde şöyle dedi: “1. Benim bildiğim HDP, Kürt sorunu dahil olmak üzere, Türkiye’nin tüm sorunlarının çözümüne taliptir, irade sahibi bir aktördür ve elbette muhataptır. Çözümün doğal adresi de doğal olarak TBMM’dir. 2. Tabiî ki HDP, Kürt sorununun çözümünde tüm tarafların ve her kesimin, açık ve şeffaf katılımını, muhataplığını bilecek siyasi birikime ve deneyime sahiptir. Faydasız ve çoktan tükenmiş tartışmalar gündeme getirmek çözüme katkı sunmaz.”[3] Demirtaş, çözümün yeri olarak Meclis’e işaret ediyor, HDP’nin yetkin ve meşru bir muhatap olduğunu, tarafların kim olduğunu bildiğini ve açık ve şeffaf bir şekilde tüm tarafların katılımını sağlayacak bir rol oynayacağını vurguluyor. İmralı-Öcalan’ı da, açıkça söylemese de, muhataplardan biri olarak görüyor, ama ağırlığı kolaylaştırıcı, toparlayıcı, yürütücü ve gözetleyici olarak HDP’ye veriyor.
Eş Genel Başkan Mithat Sancar da yaptığı açıklamada hem HDP’nin hem İmralı’nın rolüne işaret etti: “Şimdi burada İmralı ile HDP’nin rolünü karşı karşıya getirmek Kürt sorununa bütünlüklü bir yaklaşımı zorlaştırıyor. HDP kendi siyasi aktör rolünü ve toplumsal gücünü elbette hem muhataplık hem de çözüm için sonuna kadar kullanmaya hazırdır.”[4] Sancar Temelli gibi İmralı-Öcalan’ı ‘asıl muhatap’ olarak görmüyor, Demirtaş’ın tutumuna daha yakın.
Bu arada Öcalan’ın avukatları da bir açıklama yaparak, “Öcalan’sız Kürt sorununun çözümünü konuşmanın, kalıcı bir çözüm yolu olmadığını,” söylediler. Hem Kürt sorununun anayasal düzenlemelere ihtiyaç duyması yüzünden Öcalan’ın zaten Meclis’i işaret etmiş olduğuna hem de uygulanan tecridin “çözümsüzlük” olduğuna işaret ettiler. Bu açıklamaları, avukatlar da asli muhatap olarak Öcalan’ı işaret ediyorlar diye ve böylesine kritik bir zamanda bu açıklamayı yaptıklarına göre bundan sonra söyleyeceklerini dikkate almak gerekir diye yorumladım.[5]
Bu arada Mİ’nin CHP’den sonraki önemli ayağı İyi Parti’nin ne dediği de önemli. Kökeni MHP olan, Türk-üstünlükçülüğü vurgusu görüşlerinde ve propogandasında daima var olan İyi Parti, Kürt sorunu ve çözüm konusunda ne diyor? Grup Başkanvekili Musavvat Dervişoğlu Habertürk’e yaptığı açıklamada şöyle dedi: “HDP’li TBMM Başkanvekili oturumları yönetiyor ve hepimiz de onun yönetimi ile katılıyor muyuz? Bu meşru mu gayri meşru mu tartışmasına en iyi cevaptır. HDP ile AK Parti arasına sıkışan seçmen çıkış yolunu, üçüncü alternatifi arıyor. Hiç kimse Kürt seçmen kitlesini HDP’nin sadık bendesi olarak görmesin. Siyasetin görevi onlara gidecek yeri göstermektir.”[6] Dervişoğlu, HDP alerjisini iyice açığa vurmuş, meşruiyet meselesinde Türkiye’nin üçüncü partisi olduğundan bahsetmeyi bile kendisine yediremiyor. Daha da önemli bir şey; çözümü, tamamen, HDP seçmenini HDP’den koparmak projesi olarak, onlara ‘üçüncü alternatif’ projesi sunmak olarak görüyor.
Ne CHP’nin ne İyi Parti’nin ne de İttifak içindeki diğer partilerin ne bu sorundan ne anladıklarını ne de nasıl çözülmesi gerektiğine dair ne düşündüklerini biliyoruz. Ama AKP ve MHP’den farklı olarak, bir ‘Kürt sorunu’ olduğunu beyan ediyorlar. Belki de Türk siyasi hayatında ilk defa böyle büyük bir blok Kürt sorununun varlığını teyit ediyor. Bu önemli bir gelişme. Diğer yandan son yüzyılın belki de en büyük halklar/uluslar sorunu olan, Türkiye ile sınırı olan üç ülkeyi de yakından ilgilendiren -çünkü Kürtlerin tarihsel yurdu bu ülkeler arasında bölünmüş- bir soruna yüz yıl sonra ‘evet, vardır’ demek aslında Türk milliyetçilerinin/sağcılarının nasıl kafalarını kuma gömdüklerini gösteriyor. Kürt sorununun çözümünün önündeki en büyük engel de bunun altındaki ideolojik tutum. Bunu sadece düşünceler düzeyinde bir tutum olarak düşünmemek lazım.
Bütün kurumları tepeden inşa edilmiş, halk ile bir toplumsal mutabakatı hiçbir zaman olmamış bir devlet Türk devleti. Kendisini tesis ederken kurduğu ideolojik hegemonyanın en önemli bileşeni Türk üstünlükçülüğü ve günlük hayatımızda karşımıza çıkan buna dair yaratılmış mitler ve heyulalardır. Devletin bütün asli kurumları ve etrafındaki örüntüleri hegemonyanın asli unsurunun sorgulanmaya başladığı, yerinden oynatılmaya başladığı andan itibaren şiddete başvurmaktan kaçınmayan tepkilerini hemen gösterir.
Kürt sorununun doğası gereği en önemli talebi eşit yurttaşlıktır. Diğer bir deyişle Türkiye’de etnik/ulusal olarak Türk olmayan farklı halkların varlığını ve bir halk olarak kendi devamını ve yaşamını düzenleme hakkını kabul etmektir. Bu, potansiyel olarak, Türk devleti için belki de ilk toplumsal mutabakat ve demokratikleşme sınavı ve fırsatı olma şansı demektir.
Benzer sorunla karşılaşmış, silahlı çatışmayı da içermek üzere uzun anlaşmazlık süreçlerinden geçerek iç barışı tesis eden bir anlaşma ile çözmüş ülkelerdeki sonuca bakarak belki eşit yurttaşlıktan neyin kastedildiği hakkında bir fikir sahibi olabiliriz.
Avrupa’daki uzun yıllar otonomi için mücadele etmiş topluluklardan biri Basklar. Ekim 1936’da ilk defa otonomi/muhtariyet statüsü kazanıyorlar. Bask Milliyetçi Partisi (PNV) muhtariyet hükümetini kuruyor ve İç Savaş’ta (1936-39) Franko’ya karşı Cumhuriyetçilerle ittifak yapıyor. Frankocular galip gelince Bask Ülkesi’ndeki otonomiyi ortadan kaldırdılar ve liderlerini sürgüne zorladılar.
PNV içinden çıkarak 1959’da kurulan, içinde Marksistleri de barındıran ETA (Bask dilinde ‘Bask Yurdu ve Özgürlüğü’ demek) silahlı mücadeleyi benimsedi. 1970’e gelindiğinde liderliği büyük ölçüde ya Franko’nun hapisanelerinde ya da öldürülmüşlerdi. Bask Ülkesi, Franko’nun ölümüyle başlayan demokratikleşme sürecinin bir parçası olarak 1979’da ikinci defa otonomi statüsünü kazandı. Bu sürecin en önemli politik destekçisi Bask Ülkesi’nde en etkin milliyetçi güç olan PNV’ydi. Şiddet eylemlerine devam eden ETA 2011’de silahlı eylemlerine son verdiğini, 2018’de ise kendisini lağvettiğini açıkladı.[7]
Üç ilden müteşekkil olan Bask Ülkesi otonom topluluğunun büyüklüğü 7235 kilometre kare. Nüfusu 2 milyondan biraz fazla, bir parlamentosu ve hükümeti var. Komşusu Navarra ilinde de bir otonom topluluk var, İspanyol anayasası, etnik olarak Bask olan Navarra eğer Bask Ülkesi otonom topluluğuna katılmak isterse bunu kabul edeceğini vadediyor.[8]
Daha yaygın olarak bilinen bir diğer örnek ise K.İrlanda. İrlanda 1921’de İngiltere’ye karşı bağımsızlığını kazandı ve İrlanda Cumhuriyeti kuruldu. Adanın kuzeyinde, nüfusun çoğunluğunu Kraliyete bağlı Protestanların oluşturduğu 6 vilayetten oluşan Ulster vilayetinde, İngiltere’ye bağlı Kuzey İrlanda devleti ortaya çıktı. Kuzey İrlanda Parlamentosu tarafından yönetilmesi de yasa ile bağlandı. 1970’lerin başından itibaren Cumhuriyetçi-Katolik İrlandalıların Kraliyetçi-Protestanlara karşı eşit yurttaşlık mücadelesinin yarattığı toplumsal çatışma başladı. Kuzey İrlanda Parlamentosu düzeni sağlamayı başaramayınca İngiltere tarafından askıya alındı. İki topluluk arasındaki çatışmalar artarak devam etti; şehirler, kasabalar tarafların birbirlerinin bölgesine giremeyeceği şekilde fiilen ikiye bölündü. Her iki tarafta da günlük yaşama silahlı yasa dışı örgütler hâkim oldu. Cumhuriyetçilerle sık sık çatışan İngiliz ordu birlikleri düzeni sağlayıcı asıl güç haline geldi. Geçenlerde Economist’te okuduğum bir makale İngiltere’nin İrlanda ile İskoçya üzerindeki egemenliğini kıyaslarken, “İngiltere İskoçya’yı rıza ile İrlanda’yı zorla yönetmiştir” diyordu. “Zor” K.İrlanda’da çözümü gündeme getirdi, Galler ve İskoçya da bu çözümden yararlanmış oldu.
1997’de uzun yıllar sonra hükümet olan İşçi Partisi’nin en önemli başarısı bence K.İrlanda barışı ve K.İrlanda, Galler ve İskoçya’da ulusal parlamentoların ortaya çıkmasıdır. İngilizcede “devolved parliament” denilen, Türkçeye “hakların devredildiği parlamento” diye çevirebileceğimiz ve başta sağlık ve eğitim gibi konularda karar verme yetkisine sahip parlamentoların her üç ülkede de ihdas edilmesidir. (Ben demiyorum ‘ülke’ diye; Birleşik Krallık’ın dört ülkeden meydana geldiği genel geçer kabul gören, yerleşik bir gerçekliktir.) Londra’daki parlamentonun kendisinde tutmaya devam ettiği “reserved Powers”, yani “tutulan yetkiler” ise en başta tabiî savunma ve dış siyasettir. Bu arada, K.İrlanda’nın yüzölçümü 14 bin kilometrekare, nüfusu ise 2 milyona yakın.
K.İrlanda barış görüşmesini izleme fırsatım oldu. En çarpıcı ve hayati öneme sahip yanı İngiltere Başbakanı Tony Blair ve ekibi ile muhatabı olan, K.İrlanda muhalefetini temsil eden Sinn Fein’in Başkanı Gerry Adams ve ekibi arasındaki gözle görülür eşitlik, açıklık ve bu işi sonuca vardırma kararlılığı idi. Yani hükümetteki partinin lideri kararlı olmalı ve planı olmalı, çözümden ne kastettiğini, nereye kadar gidebileceğini en azından kendisi/partisi bilmeli. “Yeri Meclis’tir” demek Türkiye gibi egemen ulus milliyetçiliğinin düzen partilerinin hepsinin politik tutumlarında başat olduğu bir yerde çözümün ne büyük zorluklarla karşı karşıya olduğunu gösteriyor.
“Muhatap”lık meselesinde de kafasını kuma gömüyor Mİ. Bu tip çatışmaların çoğunlukla bir yasa dışı, şiddet kullanan kanadı vardır. İspanya’da ETA, K.İrlanda’da IRA bunun örnekleri. Toplumsal barışı, birlikte yaşama kapasitesini dinamitleyen ve milyarlarca dolarlık savaş harcamalarına sebep olan, komşu ülkelere de askeri operasyonlara yol açacak kadar metastas yapmış bir durumdan çıkabilmek için önce gerçeği olduğu gibi kabul etmek gerekir. İngiliz hükümetinin akılcı tutumunun ve başarısının bir göstergesi de budur. K.İrlanda Bakanı Mowlam, hapisteki IRA liderleriyle bizzat görüşmüş ve fikirlerini almıştı.
Velhasılı, HDP’nin kapatılması ve yöneticilerinin siyasetten men edilmesinin AYM’de olduğu, HDP’nin ırkçı kışkırtmalarla saldırılara uğradığı, pek çok yöneticisinin hapiste olduğu, kazandığı belediyelerin neredeyse hepsine kayyum atandığı, zaten kendi içinde Kürt karşıtı, halkların eşitliği karşıtı pek çok milletvekili ve üyeyi barındıran, dokunulmazlıkların kaldırılmasına, K.Suriye ve K.Irak’a yapılan bütün askeri operasyonlara destek vermiş bir CHP ve İyi Parti’nin ana gövdesini oluşturduğu bir Türkiye’de Mİ Kürtlere ne vadedebilir?
Ortadoğu/Türk/Şark adetlerinden olduğu üzere uzun bir süre peşrevle geçer, ziyaretler-karşı ziyaretler, hazırlanan bazı raporların okunması falan. Dişe değer ne olabilir Kürtler açısından? Muhtemelen yerel idarelerin güçlendirilmesi, hükümetin-içişleri bakanının-valinin yerel idareler üzerindeki yetkilerinin kaldırılması, ki bu zaten gerekli. İstanbul’daki UKOME rezaleti bile anti-demokratik yetkilerin kalkmasının elzem olduğunu gösteriyor. Belki yerel idarelere Kürt illeri için bazı ek yetkiler daha verilebilir. Kürtçe’nin hem eğitimde hem kamusal hayatta ikinci dil olması. Anayasa’da anadili ve yurttaşlık tanımı üzerinde değişiklik gündeme gelecektir. Birincisi hariç diğer ikisinin Mİ’ye çok zor kabul ettirilebilir olduğunu söylemek yanlış olmaz. Gerçekçi-karamsar olabilirim. Ama bu kadar geriden başlayan bir çözüm süreci(?) bile şu andaki durumdan daha iyidir, çünkü hem Kürtlere hem de Türkiyeli sosyalistlere tartışma, siyaset yapma olanakları sağlayacaktır.
Mİ’nin çözüm kapasitesine dair bir fikrimiz var. Ya HDP? HDP herhalde tarihte böyle bir durumla karşı karşıya kalmış partiler arasında işi en zor olan. Karşı taraftan alacağı destek, karşı tarafın kendisine tanıdığı haklılık payı, karşı tarafın sorunu çözme isteği çok düşük. Sorunun Türkiye’de demokratikleşmenin çok önemli bir ayağı olduğu görüşünde olan, muhtemelen HDP’ye oy vermiş geniş bir yelpazedeki milyonlarca insan ve hatta onun hemen etrafındaki ilk halkayla beraber daha da çok insan gözünü HDP’ye dikecek. Gidişatı değerlendirirken HDP’nin politika yapma kapasitesi büyük rol oynayacak. Bence şu ana kadar, özellikle Temelli’nin Tweet’leri, hatta avukatların açıklaması, bu konuda iyi bir başlangıca yol açmadı diyebiliriz. Çok muhataplı bir sorun olduğu doğru, ama ana muhatap HDP’dir. HDP Türkiye’nin üçüncü büyük partisi olan meşruiyetini kanıtlamış bir partidir. Umarım verdiği sınavla, tazelediği güvenle üçüncü parti olma konumunu da devam ettirir.
Dipnotlar:
[1] https://www.bbc.com/turkce/haberler-turkiye-58647321
[2] https://twitter.com/SezaiTemelli/status/1439620747576627202?s=20
[3] https://twitter.com/hdpdemirtas/status/1440279343691796488?s=20
[4] https://www.bbc.com/turkce/haberler-turkiye-58647321
[5] https://www.bbc.com/turkce/haberler-turkiye-58647321
[6] https://www.bbc.com/turkce/haberler-turkiye-58647321
[7] https://www.britannica.com/topic/ETA
[8] https://www.britannica.com/place/Basque-Country-region-Spain
Sendika.Org, yayın hayatına başladığından bu yana işçi sınıfı hareketinin, solun ve genel olarak toplumsal muhalefetin gündemine ilişkin, farklı politik perspektiflerden düşünsel katkılara açık bir tartışma platformu olagelmiştir. Sitemizde yayımlanan yazılar yayın kurulunun politik perspektifiyle uyumluluk göstermeyebilir. Amacımız, mücadelenin gereksinim duyduğu bilimsel ve politik bilginin üretimini zenginleştirecek tüm katkılara, yayın ilkelerimiz çerçevesinde, olabildiğince yer verebilmektir.