Kendinden önceki tüm erkek egemen düzen(sizlik)lerde olduğu gibi erkeğin iktidarı üzerine kurulu bir düzen(sizlik) olarak kapitalizmi de dayandığı paradigmadan kopuk ele alamayacağımız açıktır. En basit anlatımıyla gerçekliği ikili karşıtlıklar temelinde tekleştirerek birbirinden koparan ve birini diğerinin üzerinde konumlandıran düşünce sistematiği (düalizm) aklı ve ruhu bedenden, insanı doğadan ayırırken cinsiyetleri de aynı hiyerarşik parçalanmaya tabi tutarak erkeği hâkim cinsiyet olarak ilan eder, hakim olanın hükmettikleri üzerinde her türlü tasarrufunu mümkün gören bu düşünce yapısı bütünlükteki çeşitliliği inkar ederken ben ile öteki arasındaki karşılıklı bağları da yok sayar, oysa ki ben ve ötekinin var oluşu temelde bu karşılıklı ilişkiye bağlıdır
Ataerkil kapitalizmin çok yönlü yapısal krizini gözler önüne seren Covid-19 pandemisi tüm hızıyla sürerken, dünyada ve yaşadığımız coğrafyada egemen erkekliğin türlü biçimlerde yürüttüğü cinsiyetçi saldırılara karşı kadınların en az saldırılar kadar çeşitli mücadelelerine, direniş ve dayanışma pratiklerine tanıklık ettiğimiz bir haftayı daha geride bıraktık. Hapishanelerde, adliyelerde, salonlarda ve elbette evlerde ve sokaklarda. Yerküreyi baştan başa saran bu direnişlerin ortak noktası, ataerkil kapitalizm koşullarında hayatlarımızı adeta nefes alamaz biçimde kuşatan erkek egemen denetimin reddi ve kendi yaşamlarımız üzerindeki otonomimizi ele geçirme mücadelesi kuşkusuz.
Mücadelemiz sürerken bir yandan da pandemiden çıkışı “normale” dönmek yerine ataerkil kapitalizmden ve onun denetim mekanizmalarından topyekün özgürleşmek, yeni bir toplumsallığın inşası için kurucu bir süreç olarak ele alıp olanakları analiz etmek ve bu kapsamda inşa pratiklerine girişmek için yoğun tartışmalar da yürütüyoruz. Kadınlar olarak egemen erkekliğin tahakküm ve sömürü mekanizmalarını her açıdan deşifre edip karşı koyarken yeterince tartışmadığımız bir alan olarak erkek egemen tıp bilimi ve sağlık sistemi üzerine yoğunlaşmanın aciliyeti pandemi vesilesiyle bir kez daha görünür oldu.
Kendinden önceki tüm erkek egemen düzen(sizlik)lerde olduğu gibi erkeğin iktidarı üzerine kurulu bir düzen(sizlik) olarak kapitalizmi de dayandığı paradigmadan kopuk ele alamayacağımız açıktır. En basit anlatımıyla gerçekliği ikili karşıtlıklar temelinde tekleştirerek birbirinden koparan ve birini diğerinin üzerinde konumlandıran düşünce sistematiği (düalizm) aklı ve ruhu bedenden, insanı doğadan ayırırken cinsiyetleri de aynı hiyerarşik parçalanmaya tabi tutarak erkeği hâkim cinsiyet olarak ilan eder, hakim olanın hükmettikleri üzerinde her türlü tasarrufunu mümkün gören bu düşünce yapısı bütünlükteki çeşitliliği inkar ederken ben ile öteki arasındaki karşılıklı bağları da yok sayar, oysa ki ben ve ötekinin var oluşu temelde bu karşılıklı ilişkiye bağlıdır. Düalist paradigmaya dayalı olarak oluşan tüm yapılar yoğun şiddet kullanarak ve şiddeti sürekli yeniden üretecek biçimde oluşturulmuştur.
Tüm ataerkil kapitalist yapılar gibi modernist bilim de (pozitivizm) aynı düalist paradigmanın ürünüdür ve egemen erkeğin hâkimiyeti altındadır. Bilimin eril karakterine yapılan yoğun feminist eleştirilere kadar da kendini mutlak ve hakikate ulaşmanın ezeli ve ebedi yolu olarak ilan etmiş, farklı bilgiye ulaşma biçimlerinin tümünü ilkellik, barbarlık, sapkınlık vb. ilan ederek şiddetle yok edilmelerinde rol oynamıştır. Tarihi en kirli olanın ise erkek egemen modern tıp bilimi olduğu söylenebilir.
Tarihsel toplum modern tıbbın ortaya çıkmasından binlerce yıl öncesinde kendini sağaltma bilgisine ve becerisine sahiptir. Bu sağaltım bilgisinin ve eyleminin temel öznesi ise tarihsel olarak kadınlar olmuştur. Kapitalizmin şafağında toplumun şifacıları olagelmiş kadınların sahip oldukları toplumsal sağlık bilgi birikimi işkenceler ve katliamlarla gasp edilirken, sağlık alanından da dışlanırlar. Bu değişiklik basitçe kadın şifacının yerine erkek hekimin geçmesi olarak gerçekleşmez, elbette kadınlarla birlikte toplumsal şifa geleneğinde belirleyici olan dişil değerler de bütünüyle reddedilir. Kadın şifa geleneğindeki dişil değerler cinsiyet hiyerarşilerinin henüz gelişmediği bir düşün dünyasınını ve buna göre işleyen bir toplumsal düzenin izlerini yansıtır. Eril tıbbın insanı doğadan, bireyi toplumdan kopuk hatta bedeni dahi ruhsal ve fiziksel bütünlüğünü parçalayarak ele alan yaklaşımının tersine kadın şifa geleneğinde sağlığın bozulması bu bütünlüğün bozulmasıyla ilişkilidir.
Bedensel bütünlüğün parçalanmasıyla beden, akıl ve ruhtan kopuk bir makine olarak ele alınır. Bugün en küçük parçalarına kadar ayrıştırılan ve her parçası için ayrı bir uzmanlık alanının geliştiği bu makine üzerinde erkek hekim tek otoritedir. Birey toplum bağının parçalanması benzer bir çarpıtma ile sağlığın sosyal ve siyasal boyutunu görmezden gelir. Erkek egemen tahakküm ve sömürü koşullarında emek sömürüsünün, toplumsal adaletsizliğin, ayrımcılığın, şiddetin ve savaşların kol gezdiği bir dünyada birey olarak sağlıklı olmanın mümkün olamayacağı gerçeği yok sayılır. Ekolojik bütünlüğün parçalanmasının yarattığı sonuçları ve sağlıksızlığı ise bugün pandemi olarak tüm çıplaklığı ile yaşıyoruz. Ataerkil kapitalizm koşullarında tıbbın bu eril kuruluşunun temel işlevi, diğer tüm yapılarda olduğu gibi erkek egemen sermayenin çıkarlarını korumaktır.
Erkek egemen tıbbın ve aynı biçimde eril ve hiyerarşik sağlık sisteminin kadınlar açısından daha özgün sonuçları olduğu açıktır. Kadın sağlığı deyince ilk akla gelenin üreme sağlığı olması tesadüf değildir. Eril tıbbın esas aldığı normun 70 kilo, beyaz, orta sınıf erkek bedeni olduğu bilinmektedir. Kadın bedeni bu norm üzerinden ele alınan bedende ek bir uterustan ibarettir adeta. Sonuçta kadın bedenini savaşlarda ölmek ve sermaye tarafından sömürülmek üzere yeni emekçileri üretecek bir kuluçka makinesine indirgenmiştir. Bu makinenin denetiminde de yine temel otorite olarak eril tıp karşımıza çıkar. Kadınların doğurganlıkları üzerindeki otonomilerini kaybederek eril tıbba ve profesyonellere bağımlı hale gelmesi bilimsel gelişmenin bir sonucu olarak değil, kendi bedenine dair bilgisinin katliamlarla gasp edilmesi ve binyılların birikim ve deneyimine dayanan pratiklerden zorla dışlanmalarıyla mümkün olmuştur. Kadın bedenini doğurganlığını denetlemek üzere ele geçiren aynı eril tıp yaşamın doğal süreçlerini ise tıbbileştirerek hastalık olarak ele alır. Tarih erkek egemen tahakkümü ve sömürüyü, ataerkinin dayattığı kalıpları reddederek norm dışına çıkan ve bu yüzden histerik ilan edilerek kapatıldığı akıl hastanelerinde acılar içinde yaşamını yitiren kadın hikâyeleriyle doludur ya da bugün hala milyonlarca kadın erken tanı ve tedaviyle önlenebilecekken meme kanserinden hayatını kaybetmektedir. Eril tıp daha çok kadınlarda görülen fibromiyaljiyi cinsiyetçi iş bölümü ve görünmeyen kadın emeği sömürüsüyle bağını kurmadığı için, nedeni tam olarak bilinmeyen bir hastalık olarak tanımlar. Yine anoreksiya arkasında yatan cinsiyetçi toplumsal düzenin çarpıttığı beden algısı yok sayılarak tedavi edilecek bir hastalık olarak görülür. Örnekleri daha da çoğaltmak mümkündür.
Yazının başında bahsettiğimiz pandemi koşullarında süren kadın özgürlük mücadelesine ve ataerkil kapitalizmin krizini yeni bir toplumsallık inşasında sunduğu olanaklar açısından nasıl ele alacağımıza dair tartışmamıza geri dönecek olursak, temel tespitlerimizden biri pandeminin erkek egemen tıbbın krizini de tüm çıplaklığı ile gözler önüne serdiği olacaktır. Bu tespit kadınların erkek egemen tıbbın denetiminden özgürleşerek kendi bedenleri üzerindeki otonomilerini yeniden ele geçirmesi, sağlığa dişil değerlerin yeniden kazandırılması olanaklarını da işaret eder. Bir yanıyla eril tıbbı ve cinsiyet hiyerarşilerinden beslenen sağlık sistemini deşifre etmek, diğer yanıyla toplumsal sağlık bilgisini yeniden kazanmak ve sağlıkta bağımlılıktan kurtulmak ise ancak güçlü bir kadın sağlık hareketi ile mümkündür.
Kadın sağlık hareketi açısından bugün sıfır noktasında olmadığımızı, tüm görünmez kılma çabalarına rağmen kadın özgürlük mücadelesi içine gömülü güçlü bir tarihsel birikime ve deneyime sahip olduğumuzu bilmek ve bu tarihsel sürekliliğin bir parçası olarak yola koyulmak bizi güçlendirecektir. Yine güçlü olduğumuz bir başka nokta ise kadın hareketinin tüm dünyada mücadelelere öncülük eden özne konumunda olmasıdır. Sağlıklı olma halini her şeyden önce özgür olma hali olarak ele aldığımızda ataerkil kapitalizme karşı verilen tüm mücadeleler aynı zamanda sağlık mücadelesidir ve kadın sağlık hareketi tüm bu zeminlerde vücut bulmaktadır. Bunun yanında örgütlü olduğumuz her noktada ve örgütlenmenin de bir aracı olarak hiyerarşi üretmeyen yollarla kendi bedenimize dair bilgiyi ve deneyimleri paylaşmak olarak ifade edebiliriz kadın sağlık hareketini. Pratikleri açısından her zemindeki ihtiyaçlar ve öncelikler bağlamında çeşitlendirebileceğimiz kadın sağlık hareketi için ortak noktamız belirleyeceğimiz ilkeler olmalıdır.
Erkek egemenliği biçiminde tezahür eden bugünkü toplumsal düzene, hiyerarşi ve tahakküme karşı böylesine güçlü bir mücadele verirken elbette tersine iktidar üretecek bir dünya değil arzuladığımız, belirleyeceğimiz ortak ilkeler bu anlamda bizi eyleyişimizde olası tehlikelerden koruyacaktır. Kolektif kadın iradesiyle daha da zenginleştirilebilecek başlangıç ilkelerini ifade edecek şekilde, kadın sağlık hareketini cinsiyetçilikten, sömürüden, iktidardan/devletten, endüstriyel hegemonyadan arındırılmış, geleneksel birikimi de kapsayan, anti hiyerarşik, doğayla uyumlu, toplumsallığı esas alan bir hareket olarak tarif edebilir ve örgütleyebiliriz.
Brezilya’nın Covid-19 ile mücadelesine ilişkin Kongre’de yürütülen soruşturma tamamlandı, soruşturmayı yürüten senatör hükümetin hatalarının binlerce ölüme yol açtığını söyleyerek, Devlet Başkanı Jair Bolsonaro’nun cinayetle yargılanmasını istedi. Soruşturmayı yürüten Senato komisyonu için muhalefet üyesi Senatör Renan Calheiros tarafından hazırlanan yaklaşık 1200 sayfalık taslak rapor, Bolsonaro’nun hükümetin erken aşı edinme fırsatlarını geri çevirdiğini, bunun da ülkedeki aşı kampanyasını geciktirdiğini ve tahmini 95 bin cana mâl olduğunu öne sürüyor. Rapor, Bolsonaro’nun “enfeksiyon kapma yoluyla sürü bağışıklığı kazanma ve tedavinin varlığı gibi boş inanç tarafından yönlendirildiğini” söylüyor. Raporda ayrıca Bolsonaro’nun üç oğlunun da, senatör Flavio, milletvekili Eduardo ve belediye meclisi üyesi Carlos, yargılanması gerektiği kaydediliyor. Rapora göre bu kişiler “salgını kontrol altına almak için gerekli sıhhi kurallara uymamayı teşvik eden” yanlış bilgiler yaydılar. Rapor, Brezilya’daki yerli halkları virüse karşı savunmasız kılan eylemleri nedeniyle soykırım da dahil olmak üzere Bolsonaro’ya karşı 13 suçtan dava açılmasını öneriyor.
***
Covid-19, Ebola, HIV, Nipah virüsü ve Zika gibi ölümcül hastalıkların yanı sıra kuş gribi virüslerinin de mutasyona uğradığını belirten uzmanlar, dünyada şu anda hepsi insanlar için ölümcül olabilen 8 kanatlı olduğunu açıkladı. Özellikle H5N6 adlı virüsün bulaştığı insanların yarısını öldürdüğünü ve son haftalarda vakalarda artış olduğu konusunda uyaran bilim insanları, yeni pandeminin Covid-19’dan çok daha tehlikeli olduğunu söyledi.
***
İngiltere’de sağlık çalışanları hükümete, kış aylarında bir “kriz” yaşanmasından kaçınılması için acilen bazı Covid önlemlerini devreye sokma çağrısı yaptı. Ulusal Sağlık Hizmetleri (NHS) Konfederasyonu, kalabalık ve kapalı alanlarda maske zorunluluğu da dahil olmak üzere hükümetin “B Planı”nı şimdiden uygulaması gerektiğini söyledi. İngiltere’de vakalar keskin bir şekilde artıyor ancak can kaybı kış aylarının en kötü günlerinin çok altında. NHS Konfederasyonu Başkanı Matthew Taylor, “NHS bu kışın, kayıtlara geçen en zorlu kış olma ihtimaline göre hazırlık yapıyor” dedi. Taylor, “Panik düğmesine basmadan önce Covid vaka sayılarının fırlamasını ve NHS üzerindeki baskının aşırı yükselmesini beklememeliler” diye ekledi. NHS Konfederasyonu ayrıca, salgınla en önde mücadele edenlere yardımcı olmak için “B Planı artı” olarak adlandırdığı bir dizi önlem çağrısında da bulundu. Bu, insanları aşı olmaya, randevularına zamanında gitmeye ve hatta Ulusal Sağlık Hizmetleri’ni desteklemek için gönüllü olmaya teşvik etmeyi içeriyor. Hükümet, Covid önlemlerini geri getirmeyi “kesinlikle planlamadığını”, ancak verileri “çok yakından takip ettiğini” açıkladı.
***
Covid-19 vakalarındaki küresel düzeydeki düşüş eğilimi durdu. Farklı coğrafyalarda pandemi sık görülmeye, sık öldürmeye ve yaşamı altüst etmeye devam ediyor. Toplam vaka sayısı 244 milyon 90 bine, Covid-19 nedeniyle hayatını kaybedenlerin sayısı ise 5 milyona dayandı. Aktif hasta sayısı hala18 milyonun altında, 17 milyon 973 bin civarında aktif hastaya sahibiz. Düşme eğilimi de olsa hala yüksek aktif hasta sayısı bulaş tehdidinin ciddi olduğunu gösteriyor.
Günlük vaka bildiriminde Ağustos sonunda başlayan düşüş eğilimi durarak yeniden artışa geçti. Haziran ortalarında 360 binlere kadar inen ortalama günlük bildirim, Ağustos ayı ile birlikte 660 binlere kadar yükselmişti. İki hafta önce günlük ortalama vaka sayısı 402 bin 927 kişiye kadar gerilemişti. Geçtiğimiz hafta vaka sayısı yeniden kıpırdandı, ortalama günlük vaka bildirimi 412 bin 21 kişiye yükseldi. Avrupa’da salgının yeniden büyümesi küresel artışta etkili oldu.
Benzer kıpırdanma haftalık ölümlerde de gerçekleşti. Ortalama günlük ölüm sayısı iki hafta önce 6 bin 611 kişi idi, geçtiğimiz hafta 6 bin 645 kişiye yükseldi.
Küresel düzeyde son bir haftada Covid-19’un seyri aşağıdaki tabloda özetlenmiştir.
Bir önceki haftaya göre değişim |
||||
Kıtalar |
Son 7 gündeki vaka sayısı |
Son 7 gündeki ölüm sayısı |
Vaka sayısı |
Ölüm sayısı |
Dünya |
2,884,149 |
46,518 |
+ %2 |
+ %0.5 |
Avrupa |
1,378,888 |
18,745 |
+ %23 |
+%14 |
Asya |
751,615 |
10,045 |
– %8 |
– %4 |
Kuzey Amerika |
564,006 |
12,890 |
– %20 |
– %10 |
Güney Amerika |
135,013 |
3,219 |
+ %13 |
– %3 |
Afrika |
35, 929 |
1,465 |
– %15 |
– %9 |
Türkiye |
196,850 |
2,302 |
– %8 |
+%2 |
Yukarıda tabloda görüldüğü gibi dünya genelinde vaka sayısında %2 ve ölümlerde %0.5’lik artış gözlendi. Avrupa’da belirgin olmak üzere Güney Amerika’da da vaka sayısı artmaya başladı. Asya, Kuzey Amerika ve Afrika’da ise düşüş eğilimi devam etti. Ölümlerde de Avrupa’da artış varken diğer kıtalarda düşüş eğilimi devam etti.
Türkiye’de ise geçtiğimiz hafta vaka sayısında azalış, ölüm sayısında artış dikkatleri çekti. Türkiye’de bu son pikin oldukça uzun sürdüğünü de not etmeliyiz. Neredeyse bu pik kontrol altına alınamadan Kasım ayında beklenen daha büyü pik ile karşılaşacağız.
Haftalık yeni vaka sayısında Avrupa ülkelerinden İngiltere’de (%16), Rusya’da (%17), Ukrayna’da (%33), Almanya’da (%24) ve Güney Amerika ülkelerinden Brezilya’da (%19) artış dikkatleri çekiyor.
Ölüm sayısında da artışta dikkat çeken ülkeler şunlar: İngiltere (%13), Rusya (%5), Türkiye (%2), Ukrayna (%47), Hindistan (%40), Romanya (%23) ve Brezilya (%2).
Özetle pandemide düşüş eğilimi geçtiğimiz hafta durakladı, vakalar yeniden artışa geçti. Sonbahar ve kış dönemine ait kaygılarımız büyüyor. Delta varyantının bulaştrıcılığının yüksek olması (Ro: 8- 8.5) ve kuluçka süresinin 3 güne kadar düşmesi kaygıları daha da büyütüyor. Henüz DSÖ izlenmesi gereken varyant listesine almasa da Delta Plus varyantının tespit edildiği ülke sayısının artmış olması kaygıyı daha da pekiştirdi. Delta Plus varyantının, Delta varyantına göre %10 daha bulaşıcı olduğunu da not edelim.
***
Sağlık Bakanı Fahrettin Koca, illere göre 100 bin kişide haftalık vaka sayılarını paylaştı. Koca’nın paylaştığı vaka haritasına göre; 737,03 vaka ile Kastamonu en fazla vakanın görüldüğü il olurken onu 702,63 ile Zonguldak izledi. Her 100 bin kişide koronavirüs vaka sayısı İstanbul’da 292,33, Ankara’da 374, İzmir’de 47,99 oldu. Bakanlığın verilerine göre; 100 bin nüfusa karşılık gelen 737,03 vaka ile Kastamonu ilk sırada yer alırken; onu sırasıyla 702,63 vaka ile Zonguldak, 544,30 vaka ile Karabük, 514,56 vaka ile Düzce izledi. Koca, “9-15 Ekim arasında vaka yoğunluğu bir önceki haftaya göre en çok vaka artan 10 ilimiz: Kastamonu, Zonguldak, Karabük, Kilis, Tunceli, Ardahan, Çankırı, Kahramanmaraş, Osmaniye, Erzincan” diyerek son gelişmeleri paylaştı. En az vakanın görüldüğü iller ise, 34,03 vaka ile Şırnak, 34,45 vaka ile Van, 38,89 ile Antalya, 40,17 vaka ile Siirt oldu.
Sağlık Bakanı Fahrettin Koca da Twitter hesabından yaptığı paylaşımda, “Günlük vaka sayılarının 28-30 bin civarında olduğu son döneme ait veriler, her 1000 vakadan ortalama 4,2’sinin yatırılarak tedaviye ihtiyaç duyduğunu gösteriyor. Hastalarda zatürre oranı yine bu dönemde yüzde 4,2. Vaka sayısına kıyasla ağır hasta oranımız binde 6,6.” ifadesini kullandı.
***
Eğitim ve Bilim Emekçileri Sendikası’nın (Eğitim-Sen) son raporuna göre geçtiğimiz hafta Türkiye’de 32 il, 127 ilçe ve 24 köyde Covid-19 salgını sebebiyle 798 sınıf kapandı; 580 öğretmen, 2 bin 493 öğrenci ve 24 personel pozitif ya da temaslı oldu. Milli Eğitim Bakanı Mahmut Özer ise bugün Akşam gazetesinde yayımlanan röportajında, Türkiye’de 57 bin 108’i devlet okulu olmak üzere toplam 71 bin 320 tane okul ve 850 bin sınıf olduğunu, Cuma itibarıyla Covid-19’dan dolayı toplamda 2 bin 225 sınıfın kapandığını söyledi.
***
Küresel düzeyde şu ana kadar 6.82 milyar doz Covid-19 aşısı yapılabildi. Dünya genelinde en az bir doz Covid-19 aşı yaptıranların nüfusa oranı %48.8’e yükseldi. Tüm aşıları tamamlayanlar 2.91 milyar kişi, dünya nüfusunun %37.3’üne ulaşılabildi. Düşük gelirli ülkelerde tek doz aşı yaptıranlar hala çok düşük, %3 düzeyinde kaldı. Küresel düzeyde eşitsizlik ve ayrımcılıklar çok belirgin. Delta varyantı nedeniyle iki dozda güncellenen %80-85 hedefine ulaşan bir elin parmakları kadar ülke olduğunu hatırlatalım (Birleşik Arap Emirkleri, Portekiz, Küba, Uruguay, Şili, Çin gibi. Pandeminin küresel kontrolünün henüz çok uzağındayız.
Türkiye’de aşı yapılacak nüfus alt sınırının 12 yaşa indirilmesi, 3. doza rağmen halen günlük 1 milyon doza ulaşabilmiş değiliz. Günlük yapılan aşı sayısı hafta içi günlerde 200-400 bin aralığında seyrederken hafta sonları 100 bine kadar geriliyoruz. Sağlık Bakanlığı hızlı ve etkin aşılama için herhangi bir çaba göstermiyor, aşılama kendi ritminde devam ediyor. Sağlık Bakanlığı istatistiklerine göre: ‘’ 23 Ekim saat 19:00 itibariyle son 24 saatte 123 bin 898 doz aşı uygulandı.Türkiye’de bugüne kadar, 55 milyon 144 bin 241 birinci doz, 48 milyon 43 bin 489 ikinci doz, 10 milyon 949 bin 936 üçüncü doz aşı uygulandı. 18 yaş üstü nüfusa göre birinci doz Türkiye ortalaması %88,8 ikinci doz ortalaması %77.4 oldu.’’ Oysa sağlık otoriterleri tüm nüfusa göre aşı oranın hesaplanmasını öneriyor. Böyle ele alırsak birinci doz aşı oranı % 66.0, ikinci doz ise % 57.5 olduğunu görürüz. Buna göre salgını kontrol için hedeflenen nüfusun %70’inin ikinci dozu yaptırması hedefinin oldukça gerisindeyiz. Bölgeler ve iller arasında ciddi eştisizik devam ediyor. Mülteciler ve ötekileştirilen topluluklarda ne kadar aşı yapıldığı verisine ulaşamıyoruz. Dahası Delta varyantı nedeniyle bu oranın en az %85 olması gerektiği iddia ediliyor. Türkiye özgünlüğünde istatistik krtik bir konuda 2 doz Sinovac yapılanların ‘ikinci doz aşı oranı’ hesaplanmasına dahil edilmesi. Salgın kontrolü için iki doz Sinovac’ın yeterli olmadığı kabul ediliyor, bu nedenle bu kişilerin 3.doz aşı olunca (Sinovac ya da Biontech) hesaplamaya dahil edilmesi daha gerçekçi değerlendirmeyi sağlayacaktır. Özellikle yaşlı nüfusun 3. doz aşılanması konusunda ciddi sorunlar olduğunu sahadan elde ettiğimiz verilerle söyleyebiliriz
‘’Sinovac’ın koronavirüs aşısını olanlar için üçüncü dozu bekleme süresi yeniden üç aya düşürüldü.’’ Dün yapılan bu açıklama toplum bağışıklığı için ulaşılan nüfusun ancak %50 olduğunu tahmin edebiliriz. Aşı çalışmalarında ciddi düşüş, toplumsal hareketliliğin çok artması, toplumsal önlemlerden vazgeçilmesi, maske ve fiziksel mesafe önlemlere uyumun düşüklüğü, havalandırmaya dikkat edilmesi, toplu ulaşım, üniversitelerin açılması vb. bir çok olgusal gerçekliği dikkate aldığımızda sonbahar ve kışın oldukça sıkıntılı geçebileceğini söyleyebiliriz.
***
The New England Journal of Medicine’da yayınlanan Norveç’teki bir araştırmada 4 bin 500’ü düşük yapan 18 bin 500 hamile kadın incelendi. Hangi aşı olduğu fark etmeksizin (Moderna, AstraZeneca veya Pfizer/BioNTech) araştırmacılar Covid-19 aşıları ve hamileliğin ilk üç ayındaki düşük riski arasında bir bağ olmadığını belirtti. Hamile kadınlarda, Covid-19 komplikasyonları yaşama, hastane yatış ve bebeğin çok erken doğması riskinin daha yüksek olduğunu belirten araştırmacılar, “Ayrıca hamilelik sırasında aşılamanın yeni doğan bebeğe doğumdan sonraki ilk aylarda Covid-19 enfeksiyonuna karşı koruma sağlaması muhtemel” ifadelerini kullandı.
***
Pfizer/BioNTech aşısının 5-11 yaş grubunda %90.7 etkili olduğu açıklandı. Çalışmada, 5 ila 11 yaş arasındaki 2 bin 268 çocuğa 3 hafta arayla plasebo veya normal dozun 3’te 1’i ile aşı yapıldığı kaydedilerek, aşı olan çocukların bağışıklık sistemlerinin olmayanlara kıyasla antikor üreterek güçlendiğinin belirlendiği ve hastalığı daha hafif semptomlarla geçirdikleri belirtildi. Genç erkeklerde 2. dozdan sonra nadir görülebilen kalp iltihabı gibi yan etkilerin tespit edilebileceği kadar kapsamlı olmadığı ifade edildi. FDA, aşının 5-11 yaş grubu için onaylayıp onaylamayacağını kararlaştırmak için 26 Ekim Salı günü toplanacak, önümüzdeki cuma günü ise söz konusu çalışmaya ilişkin inceleme sonuçlarını yayınlayacak.
***
ABD Hastalık Kontrol ve Önleme Merkezi’nin (CDC) verileri, Covid-19 aşısı olmayan yetişkinlerin, aşı olanlara göre Koronavirüs nedeniyle hayatını kaybetme riskinin 11 kat fazla olduğunu gösterdi. CDC’nin ağustos verileri, Covid aşısının etkilerini ortaya koydu. Verilere göre, aşısız yetişkinlerin Covid testinin pozitif çıkma riski aşılılardan altı kat fazla çıktı. Aşısızların Covid nedeniyle hastaneye yatma riski de 19 kat daha fazla çıktı. ABD’de bazı eyalet ve yerel yönetimler, CDC’nin aşı durumuna göre Covid ölüm, hastaneye başvuru ve test pozitiflik verilerini paylaşmaya başladı.
***
İtalya’da yapılan bir çalışma Covid-19 aşısı olanların çok yaşlı veya virüse yakalanmadan önce çok hasta olmadıkları sürece hastalık nedeniyle ölme ihtimallerinin çok düşük olduğunu gösterdi. Aşısızlar arasındaysa hayatını kaybedenlerin yaş ortalaması 78, altta yatan hastalık sayısı dört olarak hesaplandı. Aşılandığı halde hayatını kaybedenlerde kalp rahatsızlıkları, demans ve kanser vakalarının daha yüksek olduğu görüldü.
***
Airfinity verilerine göre gelecek yıl BioNTech/Pfizer, 54,5 milyar dolar; Moderna ise 38,7 milyar dolar değerinde Covid-19 aşısı satacak. Bu yılki satışlarını neredeyse iki katına çıkaracak olan iki şirket, Çin dışındaki Covid-19 aşı pazarının dörtte üçüne hakim olacak. Rakipler AstraZeneca, Johnson Johnson, Rus Sputnik V ve Novavax ise gelecek yıl iki katına çıkarak 124 milyar dolara ulaşması bekleniyor. Covid-19 aşı pazarının gelecek yıl yüksek ve orta gelirli ülkelerdeki hükümetler tarafından ek dozlar satın alan ve yeni varyantlara karşı korunmak için stoklayan hükümetler tarafından destekleneceğini tahmin ediyor. 2022’den itibaren sadece 198 milyonu düşük gelirli ülkelere gitmek üzere 10 milyardan fazla takviye dozu sipariş edilecek.
***
DSÖ, Ocak 2020 ile Mayıs 2021 arasındaki dönemde 80.000 ila 180.000 sağlık ve bakım çalışanının COVID-19’dan ölmüş olabileceğini,ortalama olarak 115.500 ölüm gerçekleştiğini kamuoyu ile paylaştı. Eylül 2021 itibariyle, 119 ülkeden elde edilen veriler, her beş sağlık ve bakım çalışanından ikisinin tam olarak aşılandığını göstermektedir. Bölgeler ve ekonomik duruma göre farklılıklar mevcuttur. DSÖ’ye göre Afrika ve Batı Pasifik bölgelerinde her 10 kişiden 1’inden azı tam olarak aşılanmışken, çoğunlukla yüksek gelirli 22 ülke, personelinin %80’inden fazlasının tam aşılıdır. DSÖ tarafından yapılan açıklamada, sağlık ve bakım çalışanlarını korumak için acil ve somut eylem çağrısında bulunuldu: 1. COVID-19 nedeniyle sağlık ve bakım çalışanları arasında enfeksiyonlar, sağlık sorunları ve ölümler hakkında veri toplama ve raporlamayı güçlendirin; 2. Mevcut küresel COVID-19 salgını sırasında ve ötesinde sağlık ve bakım çalışanlarını koruyun; ve 3. Tüm ülkelerdeki tüm sağlık ve bakım çalışanlarının aşılanmasını hızlandırın.
***
Covid-19’un sadece damlacıklar değil, hava yoluyla da bulaşabildiğini belirten göğüs hastalıkları uzmanı Doç. Dr. Haluk Çalışır, “Kapalı alanlarda maske, mesafe, hijyen korunmak için yeterli değil. Bunlar bir güven duygusu oluşturuyor ama yetmiyor. Enfeksiyon olasılığını azaltan en önemli faktörlerden biri havalandırma” dedi. Okullarda sıralar arasında şeffaf bariyer kullanımını doğru bulmayan Çalışır, ‘bariyerlerin ortamın hava akımını bozduğunu ve sabit kalmasına neden olduğunu’ kaydetti. Çalışır’ın verdiği bilgiye göre virüs taşıyan aerosoller kapalı mekanlarda uzun süre havada asılı kalabiliyor ve fiziksel mesafe kriteri olarak tanımlanan 1-2 metreden daha uzağa gidebiliyor. Virüs yüklü parçacıkların ortam havasında artmasına, yoğunlaşmasına neden olan diğer bir faktör ise insan sayısı. İnsan sayısı arttıkça ve süre uzadıkça havada asılı kalan virüsü taşıyan parçacık sayısındaki artış kaçınılmaz. Bu tür kapalı mekanlarda bulunup ortam havasını soluyan çok sayıda kişide hastalığın gelişmesi mümkün. Kapalı yerlerdeki pencerelerin açılabilmesinin Covid-19’dan korunmada büyük avantaj olduğunu belirten Çalışır, şu ifadeleri kullandı: “Diğer önlemlerin yanısıra, pencerelerin açık olması hastalıktan korunmada en kıymetli, basit, ucuz ve cihaz gerektirmeyen bir yöntem. Bir de pencerenin karşısında kapı varsa ve açılarak, halkın ‘cereyan’ dediği iç ortamda rüzgar estirilebiliyorsa virüs ortamdan hızla uzaklaştırılabiliyor. Üşüyenler, kolay hastalandığını söyleyenler daha sıkı giyinebilirler. … kapalı alanlardaki herkese, özellikle de hastane, üniversite, okullar, toplu çalışılan işyerleri, toplu taşıma araçlarında, AVM’ler vb. filtrasyon özelliği güçlendirilmiş (N95, FFP2, FFP3), yüze iyi oturan, valfli olmayan maskeleri öneriyoruz.”
***
Türkiye’de öğrenci yurtlarında dahi önlemlerin gevşetilmesine karşın Çin’de son vakalar sonrası, yüzlerce uçak ve tren seferi iptal edildi. Salgının ülkenin kuzeyindeki son vaka patlamasının izi, geçen hafta bölge içinde seyahat eden yaşlı bir çifte kadar sürüldü. Yaşlı çiftin geçtiği başkent Pekin dahil beş eyalette onlarca vaka birden ortaya çıktı. Çin Covid salgınına “sıfır tolerans” yaklaşımını sürdürüyor. Bu kapsamda vaka sayısını sıfırlamak amacıyla sık sık bölgesel kapatma önlemleri ve testlerin yoğunlaştırılması yöntemlerine başvuruyor. Çin’in kuzeyinde salgının görüldüğü bölgelerden üçünü en çok etkileyen kapatma önlemleri arasında okulların kapatılması da var. Çin Sağlık Komisyonu’nun verdiği bilgiye göre yetkililer, 20 Ekim günü itibarıyla ülke içinde bulaştığı anlaşılan 13 yeni vaka tespit etti. Böylece 16 Ekim’den bu yana görülen vaka sayısı 42’ye ulaşmış oldu. Ülkenin kuzey ve kuzey batısını etkileyen yeni vaka dalgası Pekin ve komşusu Hebei eyaletini de kapsıyor Burada, 2022 Kış Olimpiyatları öncesi hazırlıklarla birlikte virüse karşı önlemler de iyice sıkılaştırıldı.
***
Hızlı antijen testleri başta ABD ve Avrupa olmak üzere birçok ülkede kullanılıyor. Türkiye’de de bilhassa okul ve üniversitelerin açılmasıyla Covid-19 vakalarının erken yakalanması ve yayılımın engellenmesi için hızlı antijen testlerinin uygulanması çağrıları yükselmeye başladı. Meslek örgütleri, uzmanlık dernekleri ve hekimler çok sayıda insanın birarada bulunduğu ve çalıştığı ortamlarda hızlı antijen testlerinin uygulanması için peş peşe uyarılar yapıyor.
***
İstanbul Üniversitesi Cerrahpaşa Tıp Fakültesi Çocuk Enfeksiyonları Ana Bilim Dalı Başkanı Prof. Dr. Haluk Çokuğraş, önemli bir kısmının Covid-19 hafif geçirse de bulaştırıcılık açısından bir risk oluşturan çocuklara aşının güvenle yaptırılabileceğini bildirdi. Çokuğraş, çocukların yüzde 15’inde hastalığın semptomlarının ortaya çıktığını, yüzde 5 kadarında da ağır seyrettiğini dile getirdi. Çokuğraş, çocukların da tıpkı erişkinler gibi diyabet, kalp hastalığı, akciğer ya da obezite gibi birtakım ek hastalıkları nedeniyle daha riskli konuma geçebildiğini ifade etti. Bu dönemin özellikle bir yaşından küçük olanlarda ve 14-18 yaş arası ergenlerde daha riskli olduğuna değinen Çokuğraş, şöyle konuştu: “Bunlar erişkinlere benzer şekilde ağır geçiriyor. Çocukların önemli bir kısmı Kovid-19’u hafif geçirse de bulaştırıcılık açısından bir risk oluşturuyorlar. Çocuklarda da erişkinlerde olduğu gibi aşı güvenle yapılabilir. Yeni vakaların yüzde 40’ı 25 yaşından küçük. Bunların önemli bir kısmını çocuklar oluşturuyor. Çocukların bir kısmı yoğun bakıma yatacak kadar hasta oluyor. Özellikle büyük çocuklarda Multisistem Inflamatuar Sendromu (MIS-C) denilen Kovid-19 ile oluşan bir tablo var. Bütün sistemleri, beyni, kalbi, bağırsakları, deriyi ve eklemleri tutuyor. Çok ağır bir tablo, bununla çok uğraşılıyor. Çocukların aşılanması son derece önemli.”
HDK Sağlık Meclisinin ‘’pandemiler yeni yaşama çağırıyor’’ sempozyumu 16-17 Ekim tarihinde İstanbul’da gerçekleştirildi. Pandemi koşullarında gerekli tedbirler alınarak gerçekleştirilen oturumlara ilgi yoğundu. Uzun zamandır online buluşmalarla yürütülen tartışmaları yüzyüze gerçekleştiriyor olmanın mutluluğu Barış Manço Kültür Merkezine uğrayan herkesin paylaştığı bir duygu oldu. Oturum başlıklarının altında başlıca notları aşağıda paylaşıyoruz.
Pandemi- Ekoloji
Kapitalist modernitenin karı maksimize etmek için doğayı sınırsız bir kaynak olarak gören yaklaşımı yaşamış olduğumuz ekolojik krizin en önemli sebebi. Türkiye’de Kuraklık, yangınlar ve seller olarak deneyimlediğimiz bu krizi yönetmesi beklenen iktidarın bu krizlerin kaynağı olduğu artık her geçen an netleşmekte. Bir kriz rejimi olan kapitalizm yaşadığı krizi aşmak için kaynakların daha fazla sömürülmesi dışında herhangi bir hamle kabiliyetinden yoksundur. Çoklu kriz olarak tanımlanan bir dönemde ortaya çıkan Covid-19 pandemisinin ortaya çıktığı Wuhan’ın da sermayenin daha sorumsuzca hareket etmek adına oluşturduğu serbest ticaret bölgesi olması asla şaşırtıcı olmadı. Tıpkı domuz gribinin ortaya çıktı ABD Meksika sınırındaki serbest bölge gibi. Kaynaklarının sınırsız sömürüsü için yaratılan bu bölgelerde gerçekleştirilen endüstriye hayvancılık, ham maddeye erişimim ve transfer için hızlı dönüşümler yaşayan bu bölgeler aynı zamanda pandemiler için bir kuluçka görevi görmekte. Yaşamak zorunda bırakıldığımız kentler, sermaye için karlılık alanı iken geri kalan tüm canlılar için hastalık kaynağına dönüşmekte. Yaşamsal ihtiyaçları merkeze alan bir üretim yerine ya ihtiyaçmış gibi hissettirilen veya ihtiyaç olmayan ürünlerin daha fazla ve daha hızlı bir üretimine odaklanmış olan kapitalist sistem pandemileri yönetmek bir tarafa yeni pandemilerin sebebi olarak karşımızda durmakta. Pandeminin tıbbı bir alana daraltılarak değerlendirilmesi, pandeminin kök nedenlerinin ortaya çıkarılmasının önünde en büyük sorun olarak kendini hissettiriyor. Pandeminin ilk aylarında tüm dünyada üretimin nispi olarak durması ekolojik tahribatın hızını bir miktar yavaşlatsa da krizin kaynağına dair tartışmaları zenginleştirmişti. Aşı tartışmalarıyla beraber bu ortam yerini ‘’yeni normal’’ kavramıyla büyüme hedeflerine odaklanan bir üretimle karşımızda durmakta. İktidarların ve sermaye sahiplerinin ekolojik krizi hafifletmek adına 2015’te imzaladıkları Paris Antlaşması nasıl krizi durdurmak bir yana derinleştirdiyse 7-10 Kasım’da Glasgow’da toplanacak Birleşmiş Milletler İklim Zirvesi de bu krize çözüm olmaktan uzaktır.
Endüstriyel tarım, dünya genelindeki tarım alanlarının en az %75’ini ve doğal kaynakların çoğunu, dünya nüfusunun %30’unu beslemek için kullanıyor. Diğer taraftan dünya genelinde 500 milyondan fazla yerel üretici/köylü, dünya nüfusunun %70’ini doyurabilmek için tarım alanlarının %25’inde üretim yapıyor ve neredeyse hiçbir fosil yakıt ve kimyasal kullanmıyor. Yani endüstriyel tarım, hem kullandığı kimyasallarla ve fosil yakıtlarla doğaya zarar verip, iklim değişikliğini körüklerken hem de ekolojik üretim için ayrılabilecek toprağı ve doğal kaynakları, hem de bu üretimi geliştirmek için kullanılabilecek parayı harcıyor.
Pandemiyle mücadele çerçevesinde Danimarka’da gerçekleştirilen vizon itlafı da pandemi döneminin en çarpıcı fenomenlerinden biriydi. Kürk yapımı için çiftliklere kapatılan vizonlarda korona virüsün mutasyonlara uğradığını iddia eden raporlar sonrasında bu 2 milyon 860 bin vizon katledildi. Bu çarpıcı örnekten anlaşıldığı gibi kapitalist modernite dünya kaynakları sınırsızca ve sorumsuzca tüketip milyarlarca insanı açlığa mahkum ettiği gibi doğal yaşama verdiği zararlarla pandemiler üreten bir sistem olarak karşımızda duruyor.
Ekoloji mücadelesi pandemilerin önüne geçerek yaşam inşasında önemli bir köşe taşı olarak kendini hissettirmekte.
Emek- pandemi
Pandeminin ortaya çıktığı ilk zamanlarda en çok duyduğumuz virüsün ayrım gözetmediği, hepimizin aynı gemide olduğu söylemiydi. Tabi ki bunun yalan olduğu çok kısa süre içerisinde anlaşıldı. Pandemi önlemleri çerçevesinde evde kal çağrıları yapılırken toplum evde kalabilenler ve kalamayanlar olarak 2 ayrı katmana bölündü. Evde kalamayanları oluşturan, her koşulda çarkların dönmesi için işliklerin yolunu tutmak zorunda bırakılan emekçiler oldu. Hali hazırda var olan ekonomik krizi aşmak, dünyada nispeten yavaşlamış olan üretimi kendisi için bir fırsat olarak gören iktidar emekçileri açlık ve hastalık arasında seçim yapmaya zorladı. Ve nihayetinde Covid-19 en çok yoksul ve emekçi kesimi etkiledi. Sokağa çıkma yasakları ve kapatmalar üretimin var gücüyle devam etmesi için tasarlandı. Bunun en net sonucunu, kapatmaların yaşandığı dönemlerde yoksul mahallerinde tırmanışa geçen vaka sayılarında görmek mümkün. Barınma ve beslenme koşullarında yetersizliğin üzerine çalışanların eve taşımak zorunda kaldıkları virüs, pandeminin yoksulları daha çok etkilemesinde en önemli etken olmakta. Gözetim toplumu yaratmanın önemli tartışmaları da bu dönemde yaşandı. Mobil uygulamalar veya elektronik kelepçelerle çalışanların takibi, cami avm ve okuldan oluşan çalışanların aileleriyle birlikte yaşayacağı izole çalışma kampları (akla nazi dönemindeki çalışma kamplarını getiren) emek sömürüsünden emek yağmasına doğru keskin bir geçiş anlamına gelir. Online çalışma ile çalışma alanını eve taşıyarak 24 saat esaslı bir çalışmayı dayatmaları, her an erişilebilir olunması talebi ve artan iş yüküyle boğuşmak zorunda bırakılan emekçiler. Çalışma rejimindeki bu dönüşümler sermaye için maliyetleri azaltma (ofis, kırtasiye enerji vb giderler) karlılığı arttırmak için büyük imkanlar yaratmış olacak ki; büyük şirketler pandemi bitse dahi online çalışmaya devam etme planlarını açıkladılar.
Cinsiyetçi iş bölümüyle kadınlar çalışma hayatını daha erken terk etmek zorunda bırakıldı. Pandemiyle beraber tekrar önemi anlaşılan bakım emeği yine kadınların üzerine yığıldı. Kamusal alandan el çekmek zorunda bırakılan kadınlar, en çok şiddete, tacize ve tecavüze uğradıkları evlere kapanmak zorunda kaldılar. Güvenli alanlar olarak düşünülen evler birer suç mahalline dönüştü.
Sağlık emekçileri pandemi koşullarında yıkımın en büyüğünü göğüslemek zorunda kaldılar. Pandemi yönetimini sarayda toplayan, meslek örgütlerini ve sendikaları dışlayan, alınan kararlara hiçbir şekilde dahil edilmeyen binlerce sağlık emekçisi aradan geçen sürede ciddi bir yıkımla karşı karşıya. Emeklilik, izin, tayin vb yasaklarla çalışmaya zorlanan sağlık emekçileri ciddi bir tükenmişlik içindeler. Sağlık emekçileri, Khk’larla derinleşen güvencesiz çalışma ve yandaş sendikalarla örgütlenmenin engellemesinin en acı sonuçların yaşamaya devam ediyor.
Tüm toplum ciddi bir proleterleşme dalgasıyla karşı karşıya. Ve beraberinde sınıfın karakterini de belirliyor. Güçlü kollarıyla simgeleşen emekçi figürü yerini üretimin tüm alanlarında kendini gösteren Salgın proletaryası, yeni proletarya, bilgili proletarya, endüstri 4.0 proletaryası, kadın proletarya ve göçmen proletarya olarak devam ediyor. İşçi sınıfının geçirdiği bu dönüşüm örgütlendiği takdirde büyük devrimlerin habercisi olarak kendini hissettiriyor. Bu örgütlü yapı iktidara ve sermaye sınıfına gereksinim duymadan, ihtiyaç odaklı üretimiyle yeni bir toplumsallığın inşasını sağlayabilir. Pandemiler tarihinde bu dönüşümleri etkilerini görmek mümkün. Nasıl ki veba feodalizm sonunu getirip, kent mimarisini şekillendirip, halk sağlığı hizmetlerinin temeli oluşturduysa, Covid-19 pandemisi de kapitalist modernitenin sonunu getirme potansiyelini sahiptir. Bu dönüşümde sağlığın toplumsallaşması tartışmaları kıymetlidir. Sağlık bilgisinin toplumsallaşması ve sağlık hizmetlerinin demokratikleşmesi iki önemli hedeftir. Sağlık bilgisinin taşıyıcısı konumunda olan şifacı kadınlardan alınıp önce kiliseye sonrasında akademiye tekeline geçen ve son olarak da sermayenin el koyduğu bu kadim bilgi yeniden sahibi olan toplumla buluşmasını sağlamak gerekir. Muhalif kesim tarafından bile Bilimsel üretimin her alanının sorgulanıp sağlık alanına dair bilginin sorgulanmaması bu alanda akademinin ve sermayenin manipülasyon yeteneğini gösterir. Sağlık hizmetlerinin demokratikleşmesinden kasıt ise iktidar üreten tüm ilişki biçimlerinin sorgulanmasıdır. Sağlık alanında varolan hiyerarşik yapı (başhekim, hekim, hemşire temizlik personeli vs.) sağlık endüstrisinin alanda kurduğu devasa yapı, akademinin yarattığı iktidar odağı, tedavi edici hizmetlerin koruyucu hizmetler üzerinde baskısı mücadele hattımız tanımlar.
‘’Rojavada komünal olanın inşası’’ sunumu ise 2 günlük sempozyumun en heyecan verici kısmıydı. Tek adam rejimi altında pandemiyi deneyimlemiş bir kitlenin rojavada bu sürecin nasıl örgütlendiğine dair kafasında var olan soruların büyük bir kısmının cevap bulduğunu söylebilirim. Sağlık emekçileri ve toplumun katılımıyla oluşan sağlık meclislerinin pandeminin kontrolündeki rolü başarısı, ambargo ve savaş koşullarında dahi yaşamsal ihtiyaçların üretilmesinde hiçbir sorunun yaşanmaması, komün ve meclis çalışmalarına kesintisiz devam edilmesi bu ortak çalışmanın sonucudur. İhtiyaçların belirlenmesi, üretimin planlanması sonuçların değerlendirilmesi ve yeni dönemin tekrar kurgulanması gibi bir dinamik döngüyle işleyen kooperatif tipi üretimin yaratıcılığı ve zenginliği Rojava Devriminin en güçlü yanı. Komün ve meclislerde bir araya gelen, Siyasi olarak farklı düşünen insanların yaşamlarıyla ilgili ortak kararları hayata geçirme iradeleri bize ilham olması gereken başka bir boyutu. Rojava devrimini savunmanın en önemli görevi de tüm yaşam alanlarımızda komün ve meclis fikriyatını hayata geçirmek olmalı…
Pandemi Sürecinde Hak ihlalleri ve Ayrımcılık
Tecrit içinde tecrit yaşatılan mahpuslar, 65 yaş üstü yaşlılar uygulanan ayrımcı yasaklar, ülkeler arası pazarlıkların nesnesi haline getirilen ve her zaman ırkçı saldırılarla muhatap bırakılan göçmenler bu pandemi sürecinde en ağır hak ihlallerine yüzleşmek zorunda kaldılar. Başta İmralı adası olmak üzere tüm cezaevlerinde pandemi döneminde mahpuslara dayatılan kabul edilemez uygulamalar, cezaevlerini pandeminin en sert yaşandığı yerlere çevirdi. Görüş kısıtlamaları, keyfi cezalar sağlık hizmetlerine erişim, hali hazırda var olan ihlalleri daha da derinleştirdi. Buradan kaynağını alan tecrit fikri tüm topluma hızlıca yayıldı. Cezaevlerinde yaşanan ihlallere karşı yapılacak mücadele pandemiyle mücadeleni en önemli ayağı olarak kendini dayatmakta.
Sempozyumda en çok dikkat çeken başlık ise göçmenlerin yaşadığı ayrımcılıklar oldu. Ekolojik kriz, savaşlar ve ülkelerdeki siyasi krizler sonucu yollara düşen milyonlar tarihte eşi görülmemiş bir göç hareketliliğine sebep olmakta. Göçmenlerin ucuz iş gücü olarak kullanılması ve yaşanan ekonomik krizlerin göçmen karşıtlığını kışkırtması iktidarlar eliyle gerçekleşmekte. Tüm dünyada göçmenlerle beraber oluşturulacak mücadele hattı krizlerin çözümünde tetikleyici potansiyelini göstermekte. Bu aynı zamanda ırkçı politikaların önüne geçmek ve sorunun kaynağına dair çözümleri bulmamızı kolaylaştıracaktır.
Pandemi ve kadın
Beyaz yaşlı erkeğin yarattığı hastalığın kadınlar üzerindeki yıkıcı etkileri…
Eril politikalarla doğayı ve emeği sınırsız bir kaynak olarak gören kapitalist moderniteye en güçlü direniş yine kadınlardan gelmekte. Cinsiyetçi iş bölümü ile emeği değersizleştirilen, kamusal alanı terk etmesi istenen kadınlar pandeminin en ağır yüklerini göğüslemek zorunda bırakıldı.
Yeni yaşamın inşası
Sovyetler birliğinin dağılması sonrası yıkılmaz ve ebedi bir sistem olduğunu iddia eden kapitalizm 21 yy’la birlikte pandemiler çağına girmiş durumda. domuz gribi, ebola, mers vb salgınlarla pandemilerin ne kadar sıklaştığı ortada. Son olarak Covid-19 pandemisiyle beraber kağıttan bir kaplan olduğunu gösteren bu sistem yarattığı devasa sağlık endüstrisiyle bile çözümden ne kadar uzak olduğunu bir kere daha ortaya koydu. Sürekli yıkım getiren bu sisteme karşı neler yapmalıyız tartışması olarak yeni yaşamın inşası bize çeşitli ödevler getirmek;
Sorunların doğru tanımlanması belki de ilk önemli adımız olacak. Pandeminin tıbbileştirilmesinin önüne geçen bu tartışmalar kök nedeni daha kolay bulmamızı yardımcı olacak.
Örgütlenme tarzı; tüm ezilen kesimleri kapsayan bir örgütlülükle çözümün muktedirden beklemeyen, tahakküm ilişkilerini her alanda ters yüz eden bir yöntem kazandıran bir tarz olarak karşımızda duruyor. Parçalı görünen mücadele alanlarını ortaklaştırmak bu mücadelenin önemli bir ayağı. HDK alan meclislerinin (emek, kadın, ekoloji, yaşlılar ve emekliler meclisi) ortak tartışma zeminlerini ve örgütlenme alanlarını tanımlaması güçlü bir hamlenin ortaya çıkmasına vesile olabilir.
Salgının başlarında en prestijli tıp ve bilim dergilerinin sayfalarında salgının sosyolojik ve politik boyutuna dair yazılar görüyor, bunlara günlüklerimizde yer veriyorduk. Süreç ilerledikçe aşı başta olmak üzere kapitalist üretim ilişkileri içinde üretilen metalara dair tıbbi yayınlar haliyle ön plana çıktı. Bu köşede de o yayınlara yer vermeye başladık. Bir taraftan tartışmaların tıbbileşmesinin bir aracı gibi görünebilecek bu yaklaşımımızı sürdürüyor olmamızın gerekçesi elbette mevcut. Kendi meşrebince krizine çözüm arayan sermaye fraksiyonlar ve devletlerin ellerindeki araçların ne denli kuvvetli olduğuna, bunlarla mücadele yalnızca protesto boyutuyla sınırlı kaldıkça sonuç almanın güçlüğüne vurgu yapmak istiyoruz. Kurucu devrimci özne olma iddiası, sorunlara çözüm üretmeyi zorunlu kılar. Bugünün dünyasında teknikten ve teknolojiden uzak kalmayı öne çıkaran bir devrimci tutumun sonuç alması pek mümkün görünmüyor.
Bu duruma bu hafta da başka bir örnekle dikkat çekmek istiyoruz: Nanoteknolojinin tıbbi meta üretiminde kullanımı. Bu konuda Nature Biotechnology’de 7 Ekim tarihinde yayımlanan bir makaleden özetler aktarıyoruz.
Son zamanlardaki bir dizi makale, nanomateryallerin antiviral olarak kullanımına artan ilginin altını çiziyor. Viral replikasyonu veya hücresel girişi engelleyen geleneksel mikromoleküller veya antikorlarla karşılaştırıldığında, nanoteknoloji, ilaç geliştiricilere, geleneksel antiviral tedavileri tamamlayabilecek virüs bağlayıcılar, hücre zarı tuzakları veya viral zarf inhibitörleri üretme gibi imkanlar sunuyor. Bazı araştırmacılar, COVID-19 pandemisinin teşvik ettiği fon akışının yardımıyla bu materyallerin yakında klinik çeviriye geçebileceğine vurgu yapıyor.
Nanomateryaller, SARS-CoV-2 ile mücadelede zaten önemli bir rol oynuyor. Pfizer-BioNtech ve Moderna aşılarının her ikisi de mRNA’yı hücrelere taşımak için lipid nanoparçacıkları kullanmaktadır. Nanoparçacıklar ayrıca, nano ölçekli ilaç dağıtım sistemleri ile onlarca yıllık ilerlemeye dayanan küçük moleküllü antiviral ilaçlar için taşıyıcı araç olarak umut vaat ediyor.
COVID-19 pandemisinin aciliyeti, sadece ilaçlar veya aşılar için dağıtım araçları olarak işlev görmek yerine virüsleri kendi yollarında durdurabilen terapötik nanomalzemelere ilgi uyandırıyor. Güney Kore’deki Sungkyunkwan Üniversitesi’nden Joshua A. Jackman, “Bu nanomalzemelerin çoğu, virüs parçacıklarıyla doğrudan etkileşime geçmek, onları bozmak veya onlara bağlanmak için geliştiriliyor” diyor.
Belirli bir viral türü hedef alma eğiliminde olan ve virüs mutasyonları biriktirdikçe etkinliklerini kaybedebilen geleneksel terapötiklerin aksine, antiviral nanomateryaller birçok virüs türünde ortak olan kimyasal ve fiziksel özellikleri hedefler. Yakın tarihli birkaç makale, virüsleri yakalamak veya hücre zarı tuzakları olarak işlev gören modifiye polimerleri kullanmak için DNA tabanlı nanoyapılara dayanan antiviral stratejiler gösterildi. Bu nanomateryallerden bazıları, potansiyel olarak hızlı bir şekilde formüle edilebildiklerinden ve çok çeşitli virüs ailelerinde aktiviteye sahip olduklarından, pandemik karşı önlemler bağlamında avantajlar sunabilir.
Kaynakça:
Peplow, M. (2021). Nanotechnology offers alternative ways to fight COVID-19 pandemic with antivirals. In Nature Biotechnology (Vol. 39, Issue 10, pp. 1172–1174). Springer Science and Business Media LLC. https://doi.org/10.1038/s41587-021-01085-1
Sendika.Org, yayın hayatına başladığından bu yana işçi sınıfı hareketinin, solun ve genel olarak toplumsal muhalefetin gündemine ilişkin, farklı politik perspektiflerden düşünsel katkılara açık bir tartışma platformu olagelmiştir. Sitemizde yayımlanan yazılar yayın kurulunun politik perspektifiyle uyumluluk göstermeyebilir. Amacımız, mücadelenin gereksinim duyduğu bilimsel ve politik bilginin üretimini zenginleştirecek tüm katkılara, yayın ilkelerimiz çerçevesinde, olabildiğince yer verebilmektir.