“Kapı kapı açılsın hayat size; bulun kendinizde, ona güvenme yeteneğini ve hayatın yüklerine, acılarına alabildiğine güven verme cesaretini”
Zordur hayat.
Bu hayata çok uyumlu bir element-öğe olarak yerleştik. Ve dahası, biz, yani sessiz kaldıkça bahtiyar bir mimikizmle bizi çevreleyen tüm şeylerden ayırt dahi edilemez hâle gelen biz, binlerce yıllık bu adaptasyonla, bu hayata benzemeye başladık muazzam bir şekilde. Dünyamıza karşı şüphe duymamız için hiçbir nedenimiz yok, çünkü dünya bize karşı değil. Dünya korkunçsa, bu bizim korkumuzdur. Onun uçurumları varsa, işte bu uçurumlar bize aittir. Ola ki bu uçurumlarda tehlikelerle karşılaşırsak, onları sevmeye çalışmalıyız. Ve eğer hayatımızı her zaman zor olana bağlı kalmamızı tavsiye eden ilkelere, yani şimdi bize en ama en yabancı görünen ilkelere göre kurarsak, işte o zaman bu yabancı görünen ilkeler bizim için en güvenilir ve en sadık olanlar hâline gelecektir. Daha en başından itibaren, tüm halkları kuşatan son anda prensese dönüşen ejderha efsanelerini, o eski mitleri nasıl unutabiliriz ki; belki de hayatımızın tüm ejderhaları, bizi bir vakit güzel ve cesur görmek üzere bekleyen prenseslerdir. Belki de her şeydeki en ama en derin manada korkunç olan biçarelik, bizden çare isteyendir.
Tüm bunların içerisine, tıpkı bir dokuma parçasındaki iplikler gibi örülmekteyiz: Görüntüler oluşturarak ve hangisinin hangisi olduğunu bilmeyerek.
Ve sanat! Çoğu zaman kendimizi içerisinde bulduğumuz bu karışıklığa ilişkin hiçbir şey yapmadı. Bizi sessizleştirmek ve sakinleştirmektense korkuttu, her birimizin farklı farklı adalarda yaşadığını ortaya koydu. Yalnız ve kayıtsız kalacak kadar uzak olmayanlar, sadece adalardı. Biri diğerini rahatsız edebilir, korkutabilir ya da mızraklarla takip edebilir, ancak kimse kimseye yardım edemez!
Adadan adaya ise tek bir olasılık vardır: Ayaklarınızdan daha fazlasını tehlikeye attığınız, tehlikeli atlayışlar. Sonsuz bir ileriye ve geriye atlayış ise tesadüfler ve soytarılıklarla birlikte ortaya çıkar. Çünkü iki kişi aynı anda birbirlerine doğru atlarlar, böylece birbirleriyle sadece havadayken karşılaşmış olurlar. Ve işte bu zahmetli değişiklikten sonra, biri diğerinden tıpkı eskisi kadar uzaktadır.
Nasıl da son ana kadar tehlikeli ve merhametsizdir hayat; iyi evcilleştirilmiş bir varlık, ancak o varlığın içinde kendisini vahşi hayvanlar gibi tehdit eden kaç açgözlü-hırslı kuvvet.
Lâkin biz serüvenciler tarafından dehşete düşürülenlerdik. Neden? Çünkü onlar, en ama en önceki ve üçüncü ve dördüncü serüvenlerinde, gerçekten bu serüvenleri çözmüş olarak bulunamadıkları için, kendi serüvenleriyle baş edemeyenlerdi. Bu nedenledir ki onlar, zaten gerçekten peşinde olamadıkları şeyler için ava çıkmaya devam ediyorlar ve sadece avcı olarak kalırlarsa, her yeni avı kaçırmaya da mahkûm olacaklar.
Bu mektup, sadece küçük bir pazar günü mektubu olacak, çünkü hayli önemli bir işim var: Küçük evimi tüm kaygılarıyla, tüm olanaklarıyla, bütün anlarının büyük mülkiyetiyle eski özgürlüğüne taşımak. Beklentiler içerisindeyim ve mutluyum.
Ah, bu başlama özlemi ve hep tıkanmış olan bu yollar! Benim bu hâlim ne olacak? Her sabah, beyhude ve hasretini çektiğim bu bekleyişe uyanıyorum. Her uyandığımda acizliğimden dayak yemiş, yılmış ve hayal kırıklığına uğramış bir hâlde tekrar uyumaya gidiyorum. Ah, keşke her gün yapabileceğim, biraz hissedebileceğim bir zanaatım olsaydı. Bütün bu beklemeler ise çok uzaktaki şeyler için. Bir abartı mı bu? Ah, iradeleri sarsılanları dünya sarsar.
İnsanları tanımak için izole olmak gerekiyordu. Ancak uzun bir hayat deneyiminin ardından, bireysel gözlemleri tekrar bir mukayese içerisine sokmak ve olgun bir bakış açısıyla birlikte çoğalan jestlerle buna eşlik etmek, çok amiyane.
Gençler, size sadece şunu söylemek istiyorum (şimdiye kadar neredeyse emin olduğum tek şey bu):
Her zaman zor olana bağlı kalmamız gerekiyor. Bizim rolümüz bu. Hayatın, onun en üstte, bizim üstümüzde kalabileceği kadar derin yerlerine dalmalıyız. Hayatı, bizi sarmalayan bir zevk olarak değil, yaşam olarak, üzerimizde taşıdığımız bir ağırlıkmışçasına yanımıza alıp, hayata dalmalıyız.
Arkamda bırakmak istediğim tek şey bu doğum, ki bu benim için tam bir doğum ve istediğim bir erteleme. Ancak umarım bu, çocuk dünyaya geldiğinde kendini haklı çıkaracak bir doğum olur. Az da olsa, etrafındaki zamanla dönen bir doğum, hayattan bir geri çekilme; demek istediğim de bu kadar az. Ondan geri çekilmek, onunla özel bir temas içinde olmak, mümkün olan her yerde tamamen bunun için toparlanmak. İstediğim, geri çekilme değil. Ancak kalabalıktan kaçamazsam, kendimi, onunla çatışmanın bana tamir edilemeyecek bir zarar verebileceği ve beni etkileyebileceği bir zaman içerisinde bulabilirim. Ve kalabalığı, sadece bana zarar verebileceği bir zamanda değil, bilâkis manevi zürriyet halkalarımın kaç binincisine dek zarar verebileceği bir zamanda görmek ve endişelenmek istiyorum.
Aynı durumdaki her sanatçı, benzer bir itina gösterme arayışına girecektir. Kendime zarar verme riski olmadan tutamayacağım silahları, elime almamak üzere direniyorum şu anda.
Hayatın kendisini düşünün hadi. İnsanların alabildiğine hantal jestleri ve olağanüstü büyük sözleri olduğunu unutmayın. Eğer bu insanlar, sadece bir süreliğine dahi olsa, Marco Basaiti’nin güzel azizleri kadar sessiz ve olgun olabilselerdi, arkalarında bıraktıkları ortak bir manzarayı onlarda da bulabilmeniz gerekirdi.
Varlıklarının yeterli ve sağlıklı olduğunun ortaya çıkmasına izin verilen nice çocuk, şu veya bu nedenle, “saf yaşam”dan daha fazlasını fark dahi edememiştir. Bir başına bunu fark etmek ve sonrasında da insanlar arasında itiraz eden hâline gelmek en kötü şey değildir: Güçlü, gayretli, hatta hatta en büyük denilen insanların çoğu, -kendinizi bir tanesiyle teselli etmek isterseniz-, koruma altına alınan, yoksul ve sınırlı olanaklarla büyüyen, kendisini sürekli haklı gören bir korumadan çok daha ivedi olan, böyle bir savunmasızlık altındaki çocuklar arasından çıkıp gelişenlerdir!
İnsanların çoğu, hayatın onlara sınırsız bir şekilde hediye vermek istediği günlerde dahi, bunu almakta hata yaparlar; hatalı alırlar, ya da farklı bir niyetle alırlar, ya da kendilerine bir iyilik yaparmış gibi alırlar ve işte tam da bu süreçte kaybederler.
Başkalarını sevindirme ayrıcalığı, bir açıdan çoğunlukla almakta beceriksizce hareketsiz kalmanın bir sonucu olarak, başka bir açıdan da kafa karıştırıcı zamanlarda her daim bir engel oluşturabilecek insanlar arasındaki ataletsizlik ve sendelemenin daha da artması nedeniyle, düşünülebileceğinden çok daha nadir gösterilebilen bir ayrıcalıktır.
Son olarak, hayatın en uygun hediyesi bile, alıcının çok hassas bir ayarlama yapmasını gerektirir, ki vermenin “doğru” olduğu durumlarda dahi bu randıman, alıcının doğal hareketlerinin içerisinde sağlanır.
* Resim: Muzaffer Oruçoğlu
[Bu yazı, Rilke’nin (1875 Çekya-1926 İsviçre) “Hayata Dair” tüm yazılarının derlendiği, Insel Verlag tarafından 2012’de yayımlanan kitabın, 2016 tarihli dördüncü baskısından (sf. 63-68) alınarak Ganime Gülmez tarafından Sendika.Org için çevrilmiştir]
Sendika.Org, yayın hayatına başladığından bu yana işçi sınıfı hareketinin, solun ve genel olarak toplumsal muhalefetin gündemine ilişkin, farklı politik perspektiflerden düşünsel katkılara açık bir tartışma platformu olagelmiştir. Sitemizde yayımlanan yazılar yayın kurulunun politik perspektifiyle uyumluluk göstermeyebilir. Amacımız, mücadelenin gereksinim duyduğu bilimsel ve politik bilginin üretimini zenginleştirecek tüm katkılara, yayın ilkelerimiz çerçevesinde, olabildiğince yer verebilmektir.