“Öncü Savaşı” kavramını, kullanılan alet edevat biçimlerinden sıyırarak da düşünürsek, daha geniş bir çerçevede öncünün kendini kendi gücüyle inşası olarak yeniden algılayabiliriz. Kendini inşa etmek, önce kendini örgütleyip bir yol yaratmak, adım atmaktır. Aradan bunca yıl geçtiği halde Mahir’in binlerce insanın önderi olarak kabul görmesi, sadece kullandığı araç gereçlerle değil, öne çıkıp bir yapıyı ve bir müdahaleyi inşa etmesiyle de ilgilidir
Geçtiğimiz günlerde sendika.org sitesinde, sevgili Ali Ergin’in (Demirhan) imzasıyla ve “Direniş Fraksiyonu”[1] başlığıyla hayli ilginç, tartışılmaya değer bir yazı yayımlandı ve her zamanki gibi gündelik hay huy içerisinde kaynayıp gitti. Hayat epeydir böyle yürüyor maalesef, gündelik makaleler zaten çabucak tüketilip çöpe gidiyor, onu anlıyorum ama gelgeç aklımız, zaman zaman nispeten derinlikli çabalara da aynı hoyratlıkla davranıyor ve tartışma kapasitelerimiz gitgide daralıyor.
Benzer bir önemli yazı da Ali’den daha önce Yeni Yaşam’da sevgili Ayşe’nin (Düzkan) imzasıyla, “öncü değil yol arkadaşı”[2] başlığıyla yayınlanmıştı. Orada da aktüel mevzuları aşmaya çalışan bir çaba vardı ve günlük hayat onu da hızla öğüttü sanki.
Başlıktan da biraz anlaşılmıştır sanırım, bu çalışmada, her iki yazının ana fikirlerini ele alıp anlamaya çalışmayı ve dilim döndüğünce tartışmayı, en azından tartışma başlatmayı planlıyorum. Başlıktaki ‘polemik’ kavramı itici gibi görünüyor ama hiç değil aslında. Türkiye devrimci hareketinin son dönemde polemikler açısından kısırlaşmasının kötü bir şey olduğunu düşünüyorum. Eskiden, 70’lerde, özellikle biz taşra çocukları, “üniversite kantinlerinde strateji tartışmaları yapanlar” diye bir kategori icat etmiştik, kendimize de bir tür “pratik devrimcilik” atfederek pek sık kullanırdık bu suçlamayı. Haklıydık, değildik, ayrı bir mevzu ama şimdi geriye dönüp bakınca insanın “nerede o günler” diyesi geliyor. Bir devrimci yayının bir başka devrimci yayının temel stratejik görüşlerinin eleştirisine beş sayı ayırdığını bilirim örneğin ben. Tamam, o kadar laf kalabalığından, gösterişli atışmalardan sıkılırdık o vakitler ama yine de bir şeydi o. İnsanlar önemli bir iş yaptıklarını düşünüyorlardı ve bence önemliydi de. Dahası, az çok somut temeller üzerinden yürüyen polemiklerin geliştirici olduğu tarihte de zaten kanıtlanmış bir şeydir. Mahir’in özellikle ilk yazıları tümüyle polemiktir mesela, Marksizm’in en temel eserlerinin de çoğu (Anti-Dühring’den Devlet ve İhtilal’e kadar) polemikler üzerine inşa edilmiştir, vb. vb…
Neyse, lafı uzatıp durmayalım işte. Mademki kafa göz yarmaya niyetlendik, bir an önce başlayalım en iyisi.
Ali bize bir fotoğraf çekiyor. Tamam, önce hızını alamayıp hayli uzun bir siyasal durum çözümlemesi sunuyor ama sonuçta önümüze koyduğu şey bir fotoğraf. Okuyucuyu linkle uğraştırmamak için birkaç uzun bölümü buraya alıyorum. Şöyle diyor Ali: “Yenilgilerle ehlileşmiş Türkiye sosyalist hareketinde, temsil alanındaki siyaseti esas alarak sınıf mücadelesini talileştiren, anti-faşist mücadelenin gerekliliğini yadsıyarak mücadeleyi olağanüstü durumun sonrasına erteleyebilen eğilimlerin yanı sıra alttan alta gelişen bir başka eğilim söz konusu. Sosyalist hareketin dar örgütsel sınırları içinde değil, toplumsal muhalefetin en geniş yelpazesi içinde gelişen bir dinamizm. Var oluşunu yazı boyunca tarif etmeye çalıştığımız siyasal çatışmanın dayattığı gerçeklikten ve sokaktaki gerçek hareketten alan, hem sistemin diyalektik karşıtı hem de sol yapıların fiili eleştirisi olan bir ‘direniş fraksiyonu’ bu.”
Sorularla devam ediyor sonra ve yine aynı kavrama varıyor: “Kim örgütlüyor bu kadın hareketini? Boğaziçi’nden Melih Bulu’yu kim gönderdi? İşçilerin hareketlenmesinin ardında kim var? Ekoloji direnişleri hangi fraksiyonun? OHAL’de direnen kimdi, pandemi bahaneli muhalefet etme yasağını reddeden kim? Kürt düşmanlığına, mülteci düşmanlığına, dinin devlet işleyişinde ve toplumsal yaşamın düzenlenmesinde belirleyici hale gelmesine, LGBTİ+ düşmanlığına, sağcılaşmaya yüksek sesle karşı çıkan kim? Faşizmin saldırı ve tehditleri karşısında sinmek yerine sokağa çıkan, olası sert bir çatışmada barikatı kuracak olan kim? Özne, Türkiye sosyalist hareketini de yeniden şekillendirecek olan ‘direniş fraksiyonu’ dur.”
Ali’ye tercüman olacak değilim elbette ama ben bütün bunlardan ne anladığımı söyleyeyim. Sevgili Ali, bir dip akıntısından söz ediyor. Yani diyor ki, memleketimizde partiler, örgütler, sendikalar, meslek kuruluşları var, varlıkları da iyi bir şey, tamam, hepsinden Allah razı olsun ama pratikte, düzeni biraz daha güçlü çıkışlarla zorlayan somut hareketlilik, nispeten statik olan bu cenahtan değil, sokaktaki adı konulmamış başka bir “fraksiyon”dan, başka bir frekanstan geliyor. Sorular sorarak verdiği örnekler de bunun kanıtı aslında. Yaşadık, gördük bunları. Siz otuz adet kurum bir araya gelip bir şey planlıyorsunuz, gayet sönük geçiyor; ama öte yanda inşaat işçilerinin tepesi atınca holding önüne çörekleniyorlar ya da madenciler yollara düşüyor, şurada DEDAŞ bezgini çiftçiler yolları kapatıyor, burada öğrenciler ‘barınamıyoruz’ deyip battaniyeleriyle parklara çıkıyor, bir başka yerde kadınlar hızlıca organize olmanın yollarını buluyor, vb… Hatta Kürtlerde de öyle biraz. Polis barikatının önünde basın açıklaması yapılırken arkalarda kıpırdanıp duran ve ‘bitsin de ara sokakları şenlendirelim’ diye mırıldananları görmezlikten gelebilir miyiz?
Bu fotoğraf doğru mudur?
Doğrudur.
Bu fotoğrafta gördüğümüz şey, iyi midir?
İşte onu tartışmak gerekiyor. İyilik kötülük açısından değil, böyle bir enerjinin nereye varacağı açısından.
Ali bu tartışmayı yapıyor yazısında; kendince bir yol da buluyor ama şimdilik burada keselim ve ortalığı daha da karıştırmak için Ayşe’nin yazısına geçiş yapalım.
Ayşe de bir fotoğraf çekiyor aslında. Muhalefet hareketindeki ‘öncülük’ dayatmalarının bir fotoğrafını çekiyor ve o da bir önermede bulunuyor.
Uzun bir alıntı da ondan: “toplumsal muhalefet terimiyle sınıf hareketinin dışındaki muhalif hareketleri kastediyorsak, toplumsal muhalefetin öncüye ihtiyacı yok arkadaşlar. kürt özgürlük hareketinden kadın kurtuluş hareketine toplumsal muhalefetin çeşitli parçaları, strateji çizme, öznesiyle bağ kurma, öznesinin güvenini kazanma, toplumsal anlamda meşruiyetini sağlama gibi onlarca ayrı başlıkta başarılı olarak, yoluna devam ediyor; şükür. ben sınıf hareketinin başka hareketlerden öğrenecekleri olduğuna inanıyorum ama teklif var, ısrar yok!
işin teorik kısmına gelirsek, herhangi bir dönemde herhangi bir toplumsal harekete kimin öncülük ettiğini tarih yazar. kendini öncülüğe atamak, hele de kendi kapsamı dışındaki hareketlerin öncülüğüne, onlara eksen ve hedef kazandırmaya talip olmak, onları yönetmeye, onlara el koymaya kalkmak anlamına geliyor. kimsenin yöneticiye, öncüye ihtiyacı yok, hepimizin yol arkadaşlarına ihtiyacımız var. sokakta herkese yer var, sınıf hareketinin de odaklanması gereken kendi görevleri var. farklı önceliklerle, o büyük yolda birbirimize destek olarak ama kendi adımlarımızla yürümeye devam!”
Sanırım, Ayşe, “sınıf hareketi” derken, sendikaları, vb. değil, devrimci hareketleri, sosyalist örgüt ve partileri, yani sınıf adına davranma iddiasında olan güçleri kastediyor ve onların sokaktaki harekete hâkim olma çabasına odaklanıyor. Yazının bir yerinde “aklıma, örgütlemediği eylemlerin en ön safına kendi bayraklarını taşıyanlar da geldiği için bu öncülük kavramı üzerinde durmak istiyorum” derken kastettiği örneklerden bunu anlıyoruz. Umarım yanlış anlamıyorumdur ama benim anladığım bu.
“Su-i misal emsal olmaz” deyimini mutlaka biliyordur Ayşe ama Türkiye’de bazı ‘su-i misal’ biçimleri o kadar yaygın olunca ister istemez ‘emsal’ oluyor, onu anlıyorum bu bakımdan. Defalarca yaşanan ve artık bezginlik yaratan bir pratikten söz ediyor çünkü. Ancak, bana sorarsanız, yaygın ‘su-i misal’lerin yarattığı bu tablo, bir yandan ‘öncülük’ üzerine daha derinlikli bir tartışmanın da önünü kesiyor gibi. Burada Ayşe’yi kastetmiyorum; genel olarak sokakta bir şeyler yapmak isteyen/yapan insanlar arasında -haklı nedenler ve gözlemler sonucu- yayılmakta olan eğilim, öncülük fikrini askerileştirip karikatürize ediyor, politik muhtevasını karanlıklara itiyor. İnsanlar, öncülük iddiasındaki güçler ya da insanlar tarafından değersizleştirildiklerini, nesneleştirildiklerini düşünüyorlar ve giderek, bu tür bir yaklaşımı düzenin insanları sürüleştirme çabasıyla özdeşleştirmeye başlıyorlar. Böylece ortaya çıkan alerjik yaklaşım, kavramın kendisi üzerine ciddi tartışmaları da önlüyor.
Parantez açarak ilerleyelim; benzer bir karikatürizasyon, Marksist terminolojideki şu ünlü “dışarıdan bilinç” kavramında da gerçekleşiyor. Kavramın dayandığı felsefi/sosyolojik temeller bir kez karanlıkta kalınca, çoğu insan, bunu “okumuşların cahilleri uyandırması” biçimindeki bir karikatür olarak anlıyor. Hatta bazı Marksist hareketler bile, “işçicilik” adı altında bu karikatürü gönüllü olarak benimseyip “küçük burjuva devrimciliğini mahkûm etme” misyonunu kendilerine yüklüyorlar. Oysa burada kastedilen şey, cahillik/entelektüellik ikiliğinin ötesinde bir şey ve “bilgi” kavramıyla değil, “bilinç” kavramıyla ilgili. Politik bilgi, hele de çağımızda, her bireyde zaten mevcut olan bir şey. Köşedeki kasap da, altın günü sohbetindeki kadınlar da, memlekette neler olup bittiğine ilişkin değişik kaynaklardan beslenen bilgilere sahip durumda. Siz bizim mahalleye bir gelseniz, bir fırıncı abi var, iki poğaçayı poşete koyana kadar Ortadoğu’nun bütün sorunlarını çözüyor herif!
Ama problem şurada: Bütün bunlar, bilgi. Ya da belki Engels’in bir yerde kullandığı deyimle ‘yanlış bilinç’ dediğimiz şey. Binlerce kaynaktan akan bilgiler, insanların zihninde yargılar ya da fikirler oluşturuyor. Yani, Engels’in sonradan özeleştirisini verdiği gibi, insanların ekonomik yaşamları, sınıfsal pozisyonları, onların toplumsal/politik bilincini doğrudan şekillendirmiyor; tersine bir akış da söz konusu. Yoksa öyle olsaydı, şimdi cennette yaşıyor olurduk muhtemelen! İnsanların bilinci, yani çok kabaca hayata ve dünyaya bakış biçimleri, -özellikle dijital çağımızda- binlerce, milyonlarca etkenin belirlediği bir karmaşa içinden eğilip bükülerek, çarpılıp deforme edilerek oluşuyor. Bu, bildiğimiz anlamıyla cahillik değil. Hatta dijital çağda aşırı karmaşıklaşmış bir bilgi çorbası olarak önümüze geliyor çoğu zaman ve yine çoğu zaman ‘eğitimli’ olmak durumu daha da vahimleştirebiliyor.
Mesele şurada ki, bu, kötü fikirlerin karşısına iyi fikirleri koyarak, bildiriler, makaleler yazarak çözebileceğimiz bir sorun değil. Bu, ancak pratik hayat içinde çözümü mümkün olan bir sorun. İnsanlar yürürler, yürürken öğrenirler. Siz bu esnada, doğru yerde, yani onun yanı başında yürüyorsanız, yaşadıklarıyla sizin söyledikleriniz arasında bir ilişki oluşur, vb. vb…
Parantezi kapatarak “Öncülük” sorununa geldiğimizde de aslında benzeri bir durumla karşılaşıyoruz. (Böylece aslında parantezi kapatmamış oluyoruz)
Netleştirelim: Ayşe’nin de altını çizdiği gibi, öncülük, sizin kendinizi atadığınız bir makam değil her şeyden önce. Evet, örgüt kurmak için bir araya gelen o ilk üç-beş kişi, önlerine böyle muazzam bir hedef koyarlar; yaşamışım, biliyorum, müthiş heyecanlı bir şeydir o. Ama onun bir de ertesi günü vardır. Ertesi gün sokağa çıktığınızda, yemeniz gereken ekmek miktarının kaç fırına tekabül ettiğini öğrenirsiniz. Normaldir bu. Yani, bunları söyleyerek üç kişinin bir araya gelmesini değersizleştirmiyorum; yalnızca iddia ve yaşam arasındaki açının büyüklüğünü anlatmaya çalışıyorum ve zaten devrimcilik de o açıyı kapatma enerji ve zekâsının adıdır biraz.
Öncelikle tanımı iki noktada düzelterek gitmek gerekiyor. Politikada, toplumsal harekette öncülük, bir atmosferdir; daha fazlası değil. Bu bir.
İkincisi, öncülük, sizin başkalarından devşirdiğiniz bir şey değil, kendinizden yarattığınız bir şeydir.
İkisini de açabiliriz: Atmosfer dediğimiz şey, sizin görüşleriniz, eylemleriniz, davranışlarınız ile yarattığınız bir çekim alanıdır. Ortaya çıkarsınız, bütün bunları yapar edersiniz, eğer yaptıklarınız doğruysa, sürece ve insanların yakıcı ihtiyaç ve sorunlarına denk düşüyorsa, dahası güven veriyorsa insanlara, bir süre sonra bu yarattığınız atmosfer, bir çekim ve kerteriz etkisi yaratır. İnsanlar, bu ortam içinde zımni olarak sizin yaklaşım ve davranışlarınıza uygun davranmaya, yavaş yavaş sizinle birlikte ya da yan yana hareket etmeye başlarlar.
Tam burada, altını çok çok kalın olarak çizelim; “kitleleri örgütlemek”, kitleleri birebir olarak kendi örgütümüzde örgütlemek değildir. Devrimler tarihinde küçük bir gezinti, bunu anlamak için yeterlidir. Kitleleri örgütlemek, onları bizim partimizin, örgütümüzün üyesi yapmak anlamına gelmez; işin o kısmı bütün faaliyetin belki de en küçük bölümüdür. Önemsiz demiyorum; o bir kadro meselesidir, alttan alta kendi seyrinde yürür. Oranları da çok değişkendir, binlerce kişinin arasında çaba gösterirken ‘sürekli eleman’ olarak sana üç-beş kişi kalabilir, vb. ayrı bir tartışma bu. Ama esas olan, geniş insan topluluklarının kendi mücadelelerini yürütürken, pratikte seninle uyumlu olarak, yan yana hareket etmesi ve bütün bunların aslında çok da fark edilmeksizin, hayatın akışı içinde gerçekleşmesidir.
Atmosfer, tam olarak budur. Ve bu, kartvizitinizi göstererek sağlayabileceğiniz bir şey değildir. Bunu, değişik alanlarda zaten yürümekte olan mücadelelerin üstüne çökerek, onların süreçlerine fiziki ya da “ideolojik” müdahalede bulunarak da sağlayamazsınız. Şurada üç kişi yürüyor, ben gideyim onlara bir perspektif ayarı vereyim derseniz, aslında bozulan sizin ayarınızdır.[3]
Çok daha açık söyleyelim, alınan alınsın, gerçek bir öncülük, toplumsal alanlardaki örgütlerin, kurumların, hareketlerin yönetsel kademelerinde tek bir yönetim sandalyesine bile ihtiyaç duymaz. O kurumların, örgütlerin, hareketlerin genel davranış çizgisini yönlendiren bir atmosfer yaratmamışsanız, bizzat kendi varlığınızı hayatın içinde güven verici bir aktör haline getirmemişseniz, kurumların içindeki yönetsel pozisyonlar hiçtir! Daha doğrusu ‘hiç’ değil, sizin kendinizi yüceltme arzunuzun aparatlarıdır. Hiç olan, bu pozisyonunuzun toplumsal mücadeleye katkısıdır. Siz yukarıda sayılanları yapıyorsanız, yapmışsanız, insanların gözü zaten üzerinizde olur; herkes bir adım atarken sizin o meselede durduğunuz yeri merak eder ve karşılıklı ölçümler gerçekleşir.
Bir adım daha ilerisi var. Sıkıntılı bir konudur ama kısa bir parantez içinde onu da söylemeden olmaz. Bu öncülük ve örgütlenme tarzı, yani, parti ve partiye bağlı sendikalar, gençlik ve kadın örgütleri, vb. şeklinde saçaklanan model, tarihsel örneklerde ciddi sakatlıklar da yaratmış bir modeldir. Bu tarz, iktidar sonrasında da bütün toplumu tek bir potada örgütleme, dolayısıyla bağımsız/özerk alanları köreltme eğilimini içinde barındırmakta, süreç içerisinde ciddi bir apolitizasyonun da kapısını aralamaktadır. Hepsi partiye ve partinin iktidarına bağlı aparatlara dönüşerek canlı devrimci dinamiklerini, eleştirel yapılarını, yaratıcı enerjilerini yitiren ve politik sürece katılım kanalları tıkanan ya da kendi özgün alanlarının sorun ve çözümlerini genele kilitleyen kurumlar, gitgide bir bürokrasinin de temellerini atmaktadır. 135 milyon üyeye sahip Sovyetler Birliği sendikalarının küflenişi, aynı ülkede milyonlarca ‘örgütlü’ kadının varlığının devlet yönetimindeki etkisizliği, koca Vietnam Savaşı sırasında Sovyet gençliğinin bir defacık olsun zahmet edip Kızıl Meydan’da protesto filan yapmayışı, vb… sayılabilir ama uzatmaya gerek yok. Asıl sorun şu: Şimdi ya da gelecekte, öncülük, kendi saflarına fiziksel olarak kaç kişiyi kattığınla, hangi kurumu kendine fiziksel olarak bağladığınla değil, eylem ve davranışlarınla milyonlarca insanın ruhunu nasıl etkilediğinle ilgili bir şey; bu kesin.
Yukarıda andığımız ikinci mesele de bununla ilgili aslında. “Öncülük, sizin başkalarından devşirdiğiniz bir şey değil, kendinizden yarattığınız bir şeydir” derken kastettiğimiz şey, öncünün kendini var etmesiyle ilgili. Belki bazılarımıza tuhaf gelecek ama burada “Öncü Savaşı” kavramına geri dönmeyi deneyebiliriz. Evet, biliyorum, bu kavram, Mahir’de gerilla savaşının bir aşaması olarak şekillenmiştir ve elbette içeriği silahlı mücadeleye dayanır. Bunlar bilinen şeyler. Ancak, bir an için kavramı, kullanılan alet edevat biçimlerinden sıyırarak da düşünürsek, daha geniş bir çerçevede öncünün kendini kendi gücüyle inşası olarak yeniden algılayabiliriz. Kendini inşa etmek, önce kendini örgütleyip bir yol yaratmak, adım atmaktır. Aradan bunca yıl geçtiği halde Mahir’in binlerce insanın önderi olarak kabul görmesi, sadece kullandığı araç gereçlerle değil, öne çıkıp bir yapıyı ve bir müdahaleyi inşa etmesiyle de ilgilidir. Sierra Maestra’dakiler, şüphesiz tam da doğru yerde, tam da kullanılması gereken araçlarla oradadırlar ama yine de esas olan, orada olma iradesi, orada olmak için aylarca yıllarca gösterilen çabadır. Aynı şey, KÖH’ün başlangıç adımı için de geçerlidir. Sorun yine araçlarla değil, bir başlangıç yapma iradesiyle, kendini var etme çabasıyla ilgilidir. Yoksa araçlar siyasette her zaman görecelidir, ihtiyaca binaen vardırlar.
Ulvi ya da fantastik bir şeyden söz etmiyorum burada. Tabiî ki her ne olursa gerçek hayatın içinde olur; yoksa muhayyel bir yerde ve steril bir ortamda geceli gündüzlü antrenman yaparak maça hazırlanan bir kamp kadrosu değil kast ettiğim. Ama hayat da bize içinde dolanıp durduğumuz için, sadece mevcut deneyimlerin sıradan bir parçası olduğumuz ya da başkalarını dirsekleyip birazcık öne doğru çıktığımız için kendiliğinden rütbe sunmaz; ne kadar enerji ve zekâmız varsa o kadar yürürüz ve başka insanları etkileyecek olan şey, sözlerimiz, pankartlarımız değil, kendi yaptıklarımızdır. Burada yine Mahir’in kavram setine dönerek belki bir şey söyleyebiliriz. Bana sorarsanız, onun en az anlaşılan kavramlarından biri “Sürekli kriz” teorisidir. Aslında basittir de; ülkenin, iktisadi/sosyal/siyasi yapısının zayıflığından ötürü, bir “yönetememe/yönetilmek istememe” halinin düşük dozlarda, ‘olgunlaşmamış’ halde ama ‘sürekli’ yaşandığını söyler Mahir. Belini bir türlü doğrultamama durumu yani. Bu, öyle akşamdan sabaha devrim hali değildir ama bir fay hattının sürekliliğini anlatır. Asıl önemli olan ise, Mahir’in buradan çıkardığı ‘müdahale’ biçimidir. Yok, hemen ilk akla geldiği gibi, şiddet ya da barışçıl mücadele biçimlerinden söz etmiyorum burada; bir anlığına unutun onları. Sözünü ettiğim şey, onun ‘krizin bir parçası olma’ fikridir. Yani, krizi siz yaratamazsınız, o kudret kimsede yoktur zaten; ama krizin armutları pişirip ağzınıza düşürecek sıcaklığa ulaşmasını da beklemezsiniz. Burada anlatılan şey, krizin içine girerek onu derinleştirip fay hattını genişletirken, aynı zaman diliminde giderek artan sayıda insanın karşı tarafla olan aidiyet bağlarının zayıflaması ve belirli bir amacın etrafında yeniden şekillenmeye başlamasıdır. Bu, öncülük denilen şeyin de ‘inşası’dır bir yandan; yani siz üç kişi bir araya gelip kendinizi bir şey ilan edebilirsiniz ama o, daha derinlerde bir yerde karşılıklı güven duygusuyla inşa edilir ve kötü haber: Her gün yeniden sınanır.
O zaman, buraya kadar geldikten sonra, Ayşe’nin “öncülük ihtiyacı” konusundaki görüşüne itiraz edebiliriz belki. Diyebiliriz ki, hayır, toplumsal muhalefetin, daha doğrusu genel olarak toplumsal hareketin bir öncülüğe ihtiyacı var. Ama bu, tam bir itiraz mıdır, ondan da emin değilim; çünkü Ayşe’nin “herhangi bir dönemde herhangi bir toplumsal harekete kimin öncülük ettiğini tarih yazar” cümlesinden anladığım kadarıyla, asıl sorunu öncülüğün kendisinden çok “kendini öncülüğe atamak” diye ifade ettiği durumla ilgili. Dolayısıyla, asıl tartışma, öncülüğün ne olduğu, nasıl tanımlanması gerektiğiyle ilgili görünüyor. Ve bu, Ayşe’nin ve benim söylediklerimizin daha da geliştirilmesiyle çözülebilir bir sorun gibi duruyor.
Buradan yine Ali’nin “Direniş Fraksiyonu”na geri dönersek, tam da bu sorunla karşılaşıyoruz. Ali, fotoğrafı önümüze koyuyor ve aslında bunun bir öncülük imkânı olduğunu da söylemiş oluyor. Daha sonra da, “Direniş eğilimleri günün politik çatışmasında devrimci bir alternatifin mümkün olduğunu göstermektedir ancak mümkün olanın gerçekçi ve güvenilir bir adres olarak somutlaşması için ‘direniş fraksiyonu’ bir programa, eylem çizgisine ve örgüt yapısına kavuşturulmalıdır. Direniş eğilimlerinin örgütlenmesi ve devrimci birliğinin sağlanması da ancak böyle mümkün olur” diyerek bir yol gösteriyor, hatta temel başlıklar da veriyor ama bunun nasıl sağlanacağı yine de ciddi bir tartışma konusu. Daha doğrusu, kilit konu bu. Bütün bu güçlerin bir ‘çalıştay’da toparlanması örneğin? Sonra ‘atölyeler’ kurup alan sorun ve çözümlerinin tartışılması? Sonra bir sonuç bildirisi?
Yanlış anlaşılmasın, muhtemelen yanlış anlaşılıyor da şu anda, bütün bunları küçümsüyor değilim. Hepsi mümkün, hepsi yapılabilir. Ama yapıldı da bir taraftan. Ve sanki sorun daha derinde gibi. Bütün bunları birbirine bağlayacak başka türlü bir şeye ihtiyacımız var sanki. Ve sanki o şey olmadan, bir uç uca bitiştirme çabası, kendi mecralarında gürül gürül akan hareketlerin enerjisini düşürme sonucu da verebiliyor bazen.
Yani burada, Ali’nin “Direniş Fraksiyonu”na yüklediği “Türkiye sosyalist hareketini de yeniden şekillendirme” misyonunu önemli bulmakla birlikte, bunun nasıl gerçekleşeceği ile ilgili bir tartışmamız var ve bu öncülükle ilgili tartışmayı da yakından ilgilendiriyor. Ayşe’ninkiyle iç içe geçen bu tartışma önemli ve sürdürülmeli.
Ve bir şey daha; Mahir’in sonradan yerli yersiz dillere pelesenk edilen şu ünlü “Aynılar aynı yerde ayrılar ayrı yerde” sözünün geçersiz olduğu bir zamandayız şimdi. Bu söz, toparlayıcı bir gücün (güçlerin) ortaya çıktığı koşullarda oluşan saflaşmayı, berraklığı anlatıyordu bize; oysa şimdi, şu anda, yüzlerce binlerce iyi insanın -CHP bile dâhil olmak üzere en sağa kadar- değişik mecralarda aktığı ama bir yandan da süreç karşısındaki genel acizlik nedeniyle acı çekerek herkesin kendi mecrasından memnun olmadığı, yeni ve başka bir akışı umut ettiği koşullardayız. Bu acı çekme hali, acziyetten duyulan bu nefret bir imkân aynı zamanda. Bu insanlar var, gerçek kişiler olarak var, biliyoruz. Gezi günlerinde karşılaştık onlarla, kırk tane bildiriyle yaptığımız kırk tane davete icabet etmeyenlerin gerçek bir hareket söz konusu olduğunda fütursuzca sokağı doldurduğuna tanık olduk. Tarihin nasıl gelişeceğini kestiremiyoruz belki şimdi. Tarihte farklı kollardan, farklı mücadele alanlarından gelen insanların devrimci örgütler yarattığı örnekler yok değil. 68-69’un tütün-fındık mitinglerinin dönüşlerinde otobüslerde, yollarda nelerin pişirildiğini, iki-üç yıl sonrasında gerçekleşecek ne planlar yapıldığını bizzat yaşamış tanıklardan dinlemiştim. Oluyor yani, mümkün.
Peki nasıl?
Nasıl sorusunun programatik karşılığı bende de yok açıkçası. Eskiden olsa belki daha parlak fikirler püskürtebilirdim şuracıkta ama şimdi her şey daha karmaşık.
Belki birkaç şey… Örneğin, başlangıç olarak kendi geleneksel davranış ve örgütlenme tarzlarımızı onlara bulaştırmamayı deneyebiliriz.
Bazen, bir yolu tıkamamak da hayli önemli bir iştir.
Ama öte yandan, herkesin kendi işine baktığı dar çerçeveleri genişletmenin de yollarını arayabiliriz. Şipşak örgütlenip sahaya inen kadınlara, elde sopayla yol kesen orman köylülerine hayran hayran bakınmaktan bir adım öteye gidip belli bir senkron için çaba gösterebiliriz ve bunun Hill Otel salonlarında değil, yine sahada gerçekleşmesi için çaba gösterebiliriz.
Bütün bunlar kötü şeyler değil. Daha doğrusu biz onlara hâkim olmak istemedikçe kötü değil.
Tarih tekrarlanmaz ama tarihten öğrenilebilir ve yeni bir formatta yeni biçimler denenebilir. Ve belki o zaman Ayşe’nin bir başka yazısında dile getirdiği o umutlu beklenti gerçekleşebilir: “zamanı gelince, aramızdan ileriye koşup yolumuzu aydınlatanlar da olmuştu, yine olacak.”[4]
70’lerin sonunda, sanırım 79 filandı, bir gece yarısı Akhisar’ın bir köyünde, çardakta tam da çaylar içilirken evin sahibi demişti: “Bak tam o oturduğun yerde oturmuştu Rahmetli. Hem dinlemiş hem de konuşmuştu bizimle.”
Rahmetle andığı kişinin adı Mahir’di.
Oluyor yani, oldu. Biz engellemezsek, daha kolay olur belki de…
Dipnotlar:
[1] https://sendika.org/2021/09/direnis-fraksiyonu-630629/
[2] https://yeniyasamgazetesi2.com/oncu-degil-yol-arkadasi/
[3] İlgisiz gibi görünebilir ama Marks’ın tamamen farklı bir konuda, aşkla ilgili söyledikleri öncülük bağlamında da çok anlamlı değil mi? Tam olarak şöyle: “Karşılığında sevgi uyandırmadan seviyorsanız, yani sevgi olarak sevginiz karşılıklı sevgi yaratmıyorsa; seven bir kişi olarak dışavurumunuzla kendinizi sevilen bir kişi yapamıyorsanız, sevginiz güçsüzdür, bu bir talihsizliktir.”
Ama şöyle de diyebiliriz tabii: “Ya benimsin ya kara toprağın!” Zevk meselesi…
[4] https://sendika.org/2021/09/cesareti-bulastirmak-uzerine-632305/
Sendika.Org, yayın hayatına başladığından bu yana işçi sınıfı hareketinin, solun ve genel olarak toplumsal muhalefetin gündemine ilişkin, farklı politik perspektiflerden düşünsel katkılara açık bir tartışma platformu olagelmiştir. Sitemizde yayımlanan yazılar yayın kurulunun politik perspektifiyle uyumluluk göstermeyebilir. Amacımız, mücadelenin gereksinim duyduğu bilimsel ve politik bilginin üretimini zenginleştirecek tüm katkılara, yayın ilkelerimiz çerçevesinde, olabildiğince yer verebilmektir.