Kesişimsel sınıf mücadelesinin tarihi, beyaz üstünlüğüne, ataerkiye, emperyalizme ve diğer toplumsal baskı biçimlerine karşı zengin bir antikapitalist işçi sınıfı hareketleri geleneğini barındırmaktadır
21. yüzyılın beşte biri geride kalmışken, dünyamız çatışma ve felaketlerle parçalanıyor ve COVID-19 pandemisi de krizi körüklüyor. Milyonlarca insanı öldüren küresel salgının ölüm oranlarında belirleyici etken ırk, yoksulluk ve cinsiyet oldu. Sermaye sahipleri ve sanayi devlerinden oluşan küçük bir kesim, işçilerin sırtından eşi görülmemiş bir servet devşirirken, küresel gelir dağılımındaki uçurum büyümeye devam ediyor.
Amazon’un kurucusu Jeff Bezos tek başına 200 milyar doları kontrol ediyor ve ABD milyarderler sınıfı, çoğu ilaç sektöründen olan yeni milyarderler doğurarak pandemi sürecinde toplam 1,8 trilyon doların üzerinde kazanç sağladı. Wall Street, bir dizi spekülasyon yoluyla, bir avuç teknoloji ve lojistik firmasının servetini şişirirken, bu sektörlerdeki “asli işçiler” virüse maruz kalıp hızla ölme riskleri altında çalışmaya mecbur bırakılıyor. Özellikle sağlık çalışanları, tarım işçileri, hayvansal gıda sektöründe çalışanlar ve market işçileri büyük darbe almış durumda.
COVID-19 pandemisiyle birlikte eşitsizlik ve sınıf mücadelesinin kesişen doğasıyla yüz yüzeyiz, ancak biz aktivistler ve akademisyenler bu anı görmek ve ona uygun yaşamakta güçlük çekiyoruz. Gerçekten de gerek ana akım gerekse sol söylem, pandemiyle açığa çıkan 21. yüzyıl sınıf mücadelesinin çeşitli ve karmaşık doğasını kavramak konusunda başarısız oldu.
Böylesi benzeri görülmemiş küresel krizler karşısında gelecek kurtuluş hareketleri için, mülkiyet iktidarına ve mücadele alanlarımızın tamamının karşılaştığı kesişen baskılara doğrudan karşı koyan işçi sınıfı hareketlerine ihtiyacımız var. Bu küresel salgın, dünyamızın doğasını fark edip, gidişatı tersine çevirecek kesişimsel kitle hareketleri inşa etmemiz için bir uyarı işaretidir.
COVID-19 pandemisi, sınıf ve ırkın, birbirini pekiştiren mevcut eşitsizlik krizlerini şiddetlendirdi. Şu rakamları bir düşünün: Birleşik Krallık’ta bugün Siyah Karayipli, Afrikalı ve Bangladeşlilerin yarısından daha azının 1.000 sterlinlik birikimi varken, Siyah nüfus ancak beyazların servetinin yaklaşık sekizde biri kadarına sahip. ABD’de, Siyah ailelerin toplam ortalama serveti 17.150 dolar; bu miktar beyaz ailelerin sahip olduğunun ancak onda biri kadar. Brezilya’da, ülkenin en zengin altı milyarderi (hepsi beyaz) nüfusun en yoksul yüzde 50’sinin, yani kabaca 100 milyon insanın sahip olduğu paranın toplamına sahip; Afro-Brezilyalıların yoksulluk oranı beyazların iki katı. Pandemi vurduğunda, “asli işçiler” olarak kabul edilenlerin, riski göze alıp ön saflarda hizmet ve lojistik işlerinde hastalığa maruz kalarak çalışmaktan başka pek az seçeneği vardı.
COVID-19 ölüm oranlarının yoksulluk ve ırkla doğrudan ilişkili olduğunu görebiliyoruz. Küresel yoksullar kalabalık evlerde yaşarken, sağlık hizmetlerine kısıtlı erişim, yetersiz hastalık izni ve acil durumlar için daha az kaynağa sahipler. Bütün bunlar daha fazla ölümle sonuçlanıyor. Latin Amerika’da Afrika kökenli halk COVID-19’dan orantısız ölçüde fazla etkilendi: Siyahların beyazlardan yüzde 30 daha yüksek oranda öldüğü Brezilya örneğini tekrar hatırlayalım. ABD’de Yerli, Siyah ve Pasifik Adaları kökenliler arasında, beyaz ve Asyalı popülasyona oranla bir buçuk ila iki kat daha fazla ölüm olduğu görülüyor. Birleşik Krallık’ta Siyah ve POC toplulukları daha yüksek enfeksiyon riski taşıyor.
Ama belki de sınıf, ırk ve salgın arasında aşı mülkiyet hakları ve küresel patentlerin korunmasından daha büyük bir kesişim yoktur. Almanya, Fransa ve ABD de dahil olmak üzere batılı ülkeler büyük miktarlarda ürün stoklayıp, büyük aşı karşıtlığı hareketlerine sahne olurken, gelişmekte olan dünyanın büyük bölümü, nüfuslarının yüzde birini bile aşılamakta güçlük çekiyor. Afrika kıtasının tamamında, nüfusun yalnızca yüzde biri aşılanabildi; Afrika Birliği’nin mütevazı yüzde 20 hedefine yıl sonuna kadar ulaşmak zor olacak gibi gözüküyor. Çad, Burkina Faso ve Kongo Cumhuriyeti’nde aşılama oranları yüzde bir seviyesinde. Dünyanın başka yerlerindeyse Pakistan nüfusun yüzde 2’si, Jamaika’da yüzde 4’ü ve Hindistan’da yüzde 7’sinden biraz fazlası aşılanmış durumda.
Bu dağıtım krizinin nedeniyse kısmen Almanya ve ABD’deki üretimde patent kısıtlamalarını kaldırmayı reddeden ilaç şirketleri. Bu esnada şirketler muazzam karlar elde ederken, Dünya Ticaret Örgütü inatlaşmaktan patentlerden feragat etme konusunda bir anlaşmaya varabilmiş değil.
Pfizer, on milyarlarca dolar ek gelir bekliyor; 2021 için ilk çeyrek rakamları şimdiden 14 milyar dolardan fazla, bu rakam 2020’ye oranla yüzde 45 daha fazla. Pandemi başladığından beri ilaç endüstrisi yedi yeni milyarderi yarattı; Pfizer ve Moderna gibi şirketler Avrupa ülkelerine COVID-19 aşısı işin fiyat yükseltecek. OXFAM International, aşı kârlarının küresel COVID halk sağlığı girişimlerinin maliyetini beş kat artırdığını bildiriyor.
Küresel Güney’de sayısız insan mülkiyet hakları ve şirket çıkarları uğruna hayatını kaybedecek.
İçinde bulunduğumuz koşulları ve bizi buraya getiren süreci düşündüğümüzde, sınıf kavramının toplumun önemli bir belirleyicisi ve mevcut krizlerimizin birincil nedeni olduğu her zamankinden daha açıkça ortada duruyor. Yine de uluslararası solun sınıfla ilgili fikirler bizi yüzüstü bırakıyor. Bunun sebebiyse, ana akım uluslararası söylemde, solun kendi içinde bile, sınıfın toplumsal bir kavram olarak yeterince anlaşılmamış olması.
Sınıfa dair ana akım fikirler onu gelir veya eğitimle ilişkilendirirken, sol perspektif sınıfı kesin olarak “üretim araçları” ile ilişkilendirir. Günümüzün kimi aktivist çevrelerinde sınıf bir kimlik olarak ele alınır ve “sınıfçılık” ırkçılık veya cinsiyetçiliğe benzer bir ayrımcılık biçimi gibi düşünülür.
Sınıf kavramına dair bu fikirler yanlış olmamakla birlikte eksik kalırlar. Bu yaklaşım karmaşık bir sosyal olgu olarak sınıfın sadece bir kısmını vurgulamakla kalır. Bu konuda belki de en kötü örnek ABD ve İngiltere. Sınıfa dair egemen söylem, işçi sınıfının büyük bölümünü, ne zengin ne de fakir olarak kategorize edilen, kötü tanımlanmış bir grup olan “orta sınıf” ile bir tutar. Sınıfa ortayolcu yaklaşım, göz önünde bulundurmayı tercih edip etmediğimiz apaçık ortada olan günlük yaşamın sınıf mücadelesini gizleme eğilimindedir.
Solda, Jakobin gibi sol dergiler farklı, ama aynı zamanda sınırlı bir bakış açısı sunar. Bunlar sınıfın temelde diğer toplumsal mücadele biçimlerinden farklı ve diğerlerinden daha temel bir “maddi” koşul olduğunu iddia etme eğilimindedirler. Bu fikirler, maddi koşullara sıkı sıkıya bağlayarak, üretim araçlarıyla ilişkilendirerek, işçi sınıfı mücadelesini gereksiz yere sınırlandırırlar.
İngiliz tarihçi E.P. Thompson’ın 60 yıl önce gösterdiği gibi, sınıf mücadelesi yalnızca maddi değil, aynı zamanda birçok farklı kimlik, deneyim ve çatışma vektöründen gelebilen sınıf bilincinin bir ürünüdür.
Hemen gözlerimizin önünde hem işçi hareketlerinde hem de bu mücadelelerden doğan fikirlerde mevcut olan (benim adına “kesişimsel sınıf mücadelesi” dediğim) başka bir sınıf siyaseti geleneği yatıyor. Çok basit olarak, kesişimsel sınıf mücadelesi beyaz üstünlüğüne, ataerkilliğe, emperyalizme ve diğer toplumsal baskı biçimlerine karşı antikapitalist işçi sınıfı hareketlerinin bir geleneğidir.
Toplumda ve işyerlerimizde mevcut olan ırk, cinsiyet, cinsellik, yetenek, vatandaşlık, etnik köken vb. vektörler göz önüne alındığında, işçi sınıfı mücadelesinin bu şekillerde kesişimsel bir yapıda ortaya çıkmaması şaşırtıcı olurdu.
Güney Afrika’daki apartheid karşıtı mücadeleye veya 2011’deki Arap Baharı’na ya da 2019’daki Şili feminist ayaklanmasına bakacak olursak, hareket yaptıkları, taleplerinin doğası ve karşısında çatıştıkları güçler bağlamında hepsinin kesişimsel sınıf mücadeleleri olduğunu apaçık görürüz. İşçi sınıfı mücadelesinin tarihi ve mevcut biçimleri, her direniş hareketinin zorunlu olarak kesişimsel olduğunu gösteriyor.
20. yüzyılın sonlarından 21. yüzyıla doğru, akademisyen ve kuramcılar işçi sınıfının deneyimlerini yakalamaya başladılar. Bu düşünürlerin çoğu, kapitalizmin Marksist maddesel ve yapısal analizini kültürü, cinsiyeti, ırkı, toplumsal baskıyı ve iktidarı kapsayacak şekilde inşa ve tadil etti. Burada, Cedric Robinson’dan ırksal kapitalizm, Silvia Federici ve Selma James gibi düşünürlerden materyalist feminizm, Patricia Hill Collins ve Combahee River Collective gibi teorisyenlerden Siyah feminizm kuramlarının tamamı ırk, cinsiyet ve sınıf mücadelesini birer değişken olarak ama toplumsal mücadelenin de eşit birer parçası olarak ele alan anlamlı bir kesişimsel analize doğru ilerledi.
Bugün akademisyenler bu bariz gelenekler çerçevesinde çalışmaya devam ederken, kesişimsel sınıf mücadelesi, feminist, ırkçılık karşıtı ve anti kapitalist düşünceyi bir araya getiren işçi sınıfı hareketinin pratiklerinde açıkça görülen tüm bu fikirlerin bir sentezidir. Bu sayede, Rudolf Rocker gibi İbrani yazarlardan, toplumsal bölünmelerden bağımsız olarak tüm işçiler için “büyük bir sendika” örgütleyen Dünyanın İşçileri (Workers of the World) gibi örgütlere kadar anarşist fikirler ve toplumsal hareketler mirası üzerine inşa edilir. Anarşistler, farklı ırk ve etnisiteden halklar arasında, tüm cinsiyetler için, özgürleşmiş bir insanlığın en geniş çıkarı doğrultusunda sınırları aşan bir işçi sınıfı dayanışması tesis etmenin yollarını aradılar.
İşçi mücadelesi gelenekleri ve bir dizi sosyal kuramın kaynaşmasından gelen kesişimsel sınıf mücadelesi, sınıf siyasetinin hem maddi hem de kültürel yapısına vurgu yapar. Bu da bireyler ve kimliklerin, kolektif bir sosyal çatışma içinde, toplumsal yapının mülkiyet, beyaz şiddeti ve ataerki gibi kilit yapıtaşlarına bağlı olarak inşa edildiğini ortaya koyar. Bu, farklılıklarımızla birlikte hepimizin sermaye ve baskıya karşı savaşan ortak çıkarlarımız olduğu anlamına gelir.
Nihayet, kesişimsel sınıf mücadelesi bize bir direniş yolu, daha insanca ve özgürleştiren bir gelecek için örgütlenme ve mücadele etme yolunu ortaya koyar. Bu yolla, kesişimsel sınıf mücadelesi, özgürleştirici toplumsal mücadeleyi anlamamıza (ve daha da önemlisi tesis etmemize) daha iyi yardımcı olabilir.
Belki de kesişimsel sınıf mücadelesinin en iyi çağdaş örneği Kolombiya’daki ulusal genel grev olarak kabul edilebilir. Mevcut yoksulluğun üzerine bu Güney Amerika ülkesi 2020’nin temmuz ayı başında yüzde 7 artarak pik yapan ölümlerle COVID-19 pandemisiyle perişan oldu. Başkan Duque yönetimindeki hükümet, sıradan Kolombiya halkına ağır yük bindirecek vergi reformlarını geçirmeye çalıştığında, eylemciler Cali’de sokaklara döküldü ve ülke genelinde 53 kişinin ölümüne yol açan acımasız bir polis müdahalesiyle karşılaştılar.
Büyük bir genel grev ortaya çıkarken, vergi reformu önerisi hızla geri çekildi ve bakanlar istifaya zorlandı. Yine de grev, herkes için sağlık hizmeti, dünya standartlarında bir maaş paketi, polis şiddetine son verilmesi ve yeni reform talepleriyle bastırarak devam etti.
En etkileyici olanıysa, genel grev koordinasyon birimi, Siyah, Yerli, köylü ve genç nüfusun katkılarıyla sendikalar, öğrenci grupları ve toplumsal hareket örgütlerinden oluşuyordu. Yerli öz savunma grupları grevi desteklemek için öne çıktıklarında, ekolojik çöküşü ve yerli halklara yönelik devlet şiddetini durdurma hedeflerinin grevcilerle uyumlu olduğunu kabul ettiler. Her ikisi de devlete ve sermayeye karşı savaş veriyordu ve bu nedenle Yerli hareketleri, işçilerin vergi zamlarına karşı ve sağlık hakkı mücadeleleriyle kökten bir şekilde bağlantılıydı.
Hareket güç kazandıkça, mücadelenin kesişimsel doğası, hareketin hem taleplerine hem de yapısına yansımaktadır.
Başka bir güncel örnek olarak, şirket pandemi sırasında işçileri umarsızca riske attığı için Amazon’a yönelik küresel grevler gösterilebilir. Amerika’nın güneyinde Alabama’nın çoğunlukla siyah nüfuslu şehri Besseme’de, bir sendikalaşma girişimi, Amazon’un aleni kanun ihlalleri de dahil güçlü karşı koyuşu karşısında başarısız oldu. Kampanyanın odağında, çoğunlukla Siyah işgücü için onur ve kimlik adaleti davası bulunuyordu.
Amazon’da ön saflardaki işgücü orantısız bir şekilde siyah işçilerden oluşur ve Bessemer’deki Amazon çalışanlarının yüzde 85’ini siyah işçiler oluşturur. Kampanya sürecinde sendika örgütçülerine ırkçı hakaretler yağdırıldı, işçiler sendikalaşma kampanyasını işte insanca muamele görmenin bir yolu olarak gördüler.
Bessemer işçileri örgütlenirken, aynı dönemde İtalya’daki Amazon işçileri de greve çıktılar. “İnsanca çalışma saatleri” talebi ve “Piacenza’dan Alabama’ya – Tek Büyük Birlik” yazan pankartlarla çıkılan tek günlük grev ve boykotta aynı amacı benimsediler. Alabama’daki ilk yenilgiye ve İtalya’daki bir günle kısıtlı eyleme rağmen, Amazon’da onur ve kendi kaderini tayin etme mücadelesi devam ediyor.
Bu çağdaş mücadelelerin tamamı sınıf mücadelesinin kesişen doğasına işaret etmektedir. Emekçiler devlet ve sermaye ile çatışmaya girdiğinde, çatışmalar kesişimli bir hal alır. Patronlara karşı verilen mücadele, sınırlara, ırkçılığa ve diğer baskı biçimlerine karşı mücadeleye dönüşür. Ve hareketler geliştikçe, aynı anda iktidarın farklı biçimine karşı savaşmaları gerekir.
Büyük Buhran döneminden siyah bir işçi olan Clarence Coe, bu konudaki fikirleriyle geçmişten bir örnek. Coe, ırkçı şiddete maruz kaldığı Tennessee kırsalında büyüdü. Kurtulmak için, yatak ve lastik fabrikalarında kötü koşullarda çalıştığı Memphis’e taşındı. Sendika kampanyaları düzenlediğinde, hem sendika faaliyetleri hem de Siyah olması nedeniyle ırkçılar tarafından dışlandı, saldırıya uğradı.
O dönemde aynı anda hem ırkçılığa hem de kapitalist sömürüye karşı örgütlü mücadele veriyordu. Beyaz ırkçılığına karşı sendikalar kurarak tüm işçileri bir araya getirmeye çalıştı. Bir röportajında “Herkes aynı gemideydi ve herkes bunun farkındaydı” demişti. Coe, beyaz ırkçılığına karşı savaşmak ve proletarya iktidarını inşa etmek konusunda ortak, kolektif bir çıkarımız olduğuna işaret ediyor.
Bir diğer örnek de endüstriyel kapitalizmin tam da merkezinde bulunan Lowell, Massachusetts’teki işçi kadınlar. Kendilerine verdikleri isimle “fabrika kızları”, giderek artan verimlilik talepleri ve azalan ücretlerle günde 12 saat çalışıyordu. Emek sorunu hakkında konuşmak için bile, kadınların sesine engel olan ve kadınları ev içi alana iten ataerkil normlarla savaşmak zorundaydılar. Fabrika kızları vardıkları noktada “biz bir kız kardeşler grubuyuz” ve “birbirimizin dertlerine sahiplenmemiz gerekir” dediler.
Kapitalizm ve ataerkil sömürünün kesişim noktalarına karşı grevlere, dilekçe kampanyalarına ve aleni sert eleştirilere başvurdular. Gerçekten de aralarındaki daha militan sesler bunu açıkça kabul edip “liyakatin izin verdikleri dışında rütbelerden gelen baskının her biçimine karşı savaşa” girdi. 1840’larda sınıf mücadelesinin öncüsü oldukları halde, erkek egemen sendikaların pek çoğu onları desteklemedi. Politik olarak aktif işçi kadınlar oldukları için alay konusu edilirken, aynı anda hem ataerkiye hem de kapitalizme karşı mücadele etmek zorunda kaldılar.
Bu mücadeleler ırk, cinsiyet, ulusal köken ve diğer faktörlere göre farklılık gösterse de hepsi sınıf mücadelesinin birer parçasıdır. 1860’larda, Amerikan işçi örgütçüsü William Sylvis, ortaya çıkan toplumsal düzeni emek ve sermaye arasında “sonsuz bir karşıtlık” olarak adlandırmıştı. Sylvis’e göre, sınıf mücadelesi mülkiyet için veriliyordu; zenginlik ve mülkiyet bir avuç kişiye mi ait olacak (ve sadece bu azınlığın yararına mı olacak) yoksa mülksüzler, kolektif, ilerici insanlığın çıkarına zenginlerden kontrolü zorla almak için etkin bir şekilde örgütlenebilecek mi?
Sylvis’in kapitalizmde kalıcı bir karşıtlık olduğu öngörüsü 21. yüzyılda hala haklı çıkıyor. Bireysel, kısa vadeli kâr arayışlarında, onyıllar, yüzyıllar boyunca insan yaşamını ve gezegenin kaderini hiçe sayan iş dünyasına tanık olduk. Sylvis’in tahmini bugün olduğu gibi o zaman da netti: sermayenin “her durumda saldırgan olduğu” kalıcı bir karşıtlık içinde yaşıyoruz. Saldırgan olsa da kapitalizm mücadelenin tek vektörü değildir. Onun zamanından bu yana, işçi sınıfı hareketleri ve kuramcıları, beyaz ırkçılığının, ataerkilliğin, devletin hepsinin aynı anda mücadele edilmesi gereken biçimler olduğunu öğrendiler.
Kesişen sınıf mücadelesini tanımak bir adım ancak kendimize bu bağlantılara dayalı hareketleri nasıl en iyi şekilde inşa edeceğimizi de sormalıyız. Çoğu zaman, ırk ve cinsiyet, cinsellik ve yetenek, milliyet ve etnik köken farklılıkları, bizi bir araya getirmekten ziyade işçileri bölmek için kullanılageldi.
Bugünün solu da sıklıkla bu bölünmelere oynuyor ve inatla kırılma ve marjinalleşmeye odaklanmış görünüyor. Farklılıklar üzerinden dayanışma inşa etmek, şu ya da bu güçsüzleştirme konumundan konuşmaya çalışmaktan ve fikirlerimizi yeterince paylaşmayanlara saldırmaktan ya da onları dışlamaktan çok farklıdır.
Solun bir o kadar sorunlu bir başka kampı, sınıfın maddi ve ekonomik yönlerini diğer mücadele biçimlerine üstün kılarken, kendisini bu diğer hayati, gündelik meselelerle boğuşan işçi sınıfından yalıtır. Çağdaş toplumsal hareketlerin pek çoğunda, bu farklılıklar arasında dayanışmayı inşa edecek bir sınıf örgütlenmesi geleneği unutulmuştur.
Ama yakın tarihimizde bile bir alternatif bulunuyor. Charles Payne, ABD bağlamında buna “örgütlenme geleneği” diyor. Sıradan halkın bir asırdan fazla süren mücadeleyle geliştirdiği örgütlenme geleneği, insanları ortak çıkarlar etrafında bir araya getirme, işçilerle bire bir konuşma ve ezber bozan örgütleri sürdürme pratiğidir. Özünde, proletarya iktidarını ileri taşımak için meseleler ve insanlar arasında bağlantılar kurma hedefi bulunur.
Bu gelenek, insan hakları aktivisti Ella Baker’ın dediği gibi, yavaş ve sabırla “kürek çekmek” gerektiğinin altını çizer; halk eğitimi, mücadele örgütleri yaratmak, dayanışmayı inşa etmek için farklılıkların ötesindeki insanlarla konuşmak.
Kolombiya’daki Siyah, Yerli, öğrenci ve işçi hareketi bize bu şekilde bir araya gelmenin gücünü gösteriyor. Kolombiya’daki ulusal genel grev, en fazla ezilenlerin üstün yararına öncelik verecek şekilde, Kolombiyalı işçilerin zenginlere karşı zafer kazanacağı bir hareket için bastırıyor. Farklılıklar arasında dayanışma yaratıyor ve bunu etkili bir şekilde gerçekleştirebilmek için bir halk gücü oluşturuyorlar.
Kesişimsel direniş
Tüm bu deneyimlerde tek bir işçi sınıfı ya da tekil bir işçi sınıfının çıkarı bulunmaz. Aksine, çoğul ve çeşitli bir işçi sınıfı, ırk, cinsel yönelim, yetenek, cinsiyet beyanı, emek ve diğer bileşenleri farklı şekilde deneyimler. Ancak farklılık ve çeşitlilik, sınıf olarak ortak çıkarlarımız olmadığı anlamına gelmez. Örneğin, başkalarının kârı için çalışmamızı sağlayan bir sömürü sistemi olan maaş sistemine karşı duruş. Ya da kapitalizmin bizi sömürmesine yardımcı olurken, aynı zamanda yaygın olarak kadınlar tarafından yapılan ev içi emeğine pranga vurup değerini düşüren ücretsiz ev işine.
Hepimizin kapitalizm ve baskıya dair türlü deneyimleri vardır ve hepimiz bunları farklı şekillerde tecrübe ederiz. Kesişen sınıf mücadelesi, işçi sınıfının tüm renkli, çeşitli ve çelişkili deneyimlerimizle birlikte bizden, kendimizden oluştuğunu kanıtlar. Bizi bölmeye ve ezmeye çalışan güçler karşısında kolektif bir şekilde savaşabileceğimizi gösterir.
Günümüzde hareketlerinde verdikleri mücadele birebir aynı olmasa da Amazon işçileri, sağlık çalışanları, tarım işçileri, güvencesiz akademisyenler ve esnek çalışma işçilerine kulak verecek olursak göreceğiz ki mücadeleleri derin ve tanıdık yankılar taşıyor. Kesişen sınıf mücadelesi bize sadece üzerimizdeki baskıların birbiriyle bağlantılı olduğunu değil, onlara karşı başarılı bir şekilde mücadele etmenin yollarını da gösterir.
Kolombiya’da, İtalya’da ve Alabama’da emekçi halkların mücadeleleri, mücadeleye giriştiğimizde direnişin zorunlu olarak kesişimsel olduğunu gösteriyor. Ayrıca, sektörler arasında (işçiler, öğrenciler ve ezilen topluluklarla) örgütlendiğimizde mücadelelerimiz daha da güçlü olacaktır. Bize düşen, bu kesişimleri dikkate almak olacaktır.
Halkların huzurunu yüzyıllardır kaçıran temel sorunları geçiştirmenin bir yolu yok; ileri taşıyacak tek yol kapitalizme, beyaz ırkçılığına ve ataerkilliğe karşı yürünecektir. Ve mevcut pandemi krizinde olduğu gibi, hayatta kalmayı istiyorsak, çare hepimizi bir arada kapsamak zorundadır.
21 Ağustos 2021
[roarmag.org’daki İngilizce orijinalinden Sena Çenkoğlu tarafından Sendika.Org için çevrilmiştir]
Sendika.Org, yayın hayatına başladığından bu yana işçi sınıfı hareketinin, solun ve genel olarak toplumsal muhalefetin gündemine ilişkin, farklı politik perspektiflerden düşünsel katkılara açık bir tartışma platformu olagelmiştir. Sitemizde yayımlanan yazılar yayın kurulunun politik perspektifiyle uyumluluk göstermeyebilir. Amacımız, mücadelenin gereksinim duyduğu bilimsel ve politik bilginin üretimini zenginleştirecek tüm katkılara, yayın ilkelerimiz çerçevesinde, olabildiğince yer verebilmektir.