Afgan kadınlarının isimlerini istediği günlerde, bir başka kadın mücadelesi zafere ulaşıyordu bir başka coğrafyada. “Güneş’in Kızları” adıyla bir film gösteriliyordu dünya sinemalarında. IŞİD’e karşı savaşan Kürt ve Ezidî kadınlarının mücadelesini büyüleyici bir şekilde anlatan muhteşem film. Jin Jîyan Azadî sloganında birleşen aydınlık yüzlü kadınların yaşam ve özgürlük destanı. Bugün Afgan kadınları bu destana çevirmeli gözlerini. Meena Keshwar Kamal’ın şiirlerini omuzlayıp, Güneşin Kızları’nı izlemeli…
Ben uyanan kadınım/ Yolumu buldum ve asla geri dönmeyeceğim.
Cehaletle kapatılan kapıları açtım/ Tüm altın bileziklere veda ettim
Ah yurttaş, eski ben değilim/ ben uyanan kadınım
Yolumu buldum ve asla geri dönmeyeceğim.
Meena Keshwar Kamal
“Erkekler bize karşı o denli vicdansız ve zalim ki, bizleri her türlü özgürlükten uzak tutmak istiyorlar; kendi cinsimizden olanlarla serbestçe birlikte olmamıza izin vermektense bizleri kendi evlerine ya da yataklarına tıpkı mezara koyar gibi gömmeyi tercih ediyorlar; gerçek şu ki biz kadınlar yarasalar ya da baykuşlar gibi yaşıyor, hayvanlar gibi çalışıyor ve solucanlar gibi oluyoruz” diyordu 17. yüzyılın ortalarında Newcastle düşesi Margaret Lucas Cavendish. İngiltere’de çoğu kadın yazarın kitaplarını isimsiz olarak yayımladığı bir dönemde eserlerini kendi adıyla yayımlayan ilk kadın yazar olarak geçecekti tarihe.
Tam üç asırı aşıp günümüze kadar gelebilmiş bir söz. Hala güncel, hala gerçek, hala iç yakıcı. Aradan geçen onca yıla rağmen ara sıra gökkuşağı renkleri görünse de hep bulut, hep yağmur ve kasırga düşmüş “gökyüzünün yarısı”nı oluşturan kadınların payına. Hele de Afganistan’da. Hele de şeriat kurallarının geçerli olduğu ülkelerde. Ölümü gösterip müebbete razı olun mu demek istiyorlar acaba biz kadınlara, bunca zulüm ve akıl dışı uygulamalarla.
Halbuki daha dün bambaşka bir yaşam varmış oralarda da.
Bütün dünya ayakta alkışlarmış o kadınları da.
Önce, 1981 yılı sonlarında görüyoruz onları, Fransa’da. Ekim ayının son günlerinde. Mitterand önderliğinde iktidarı alan Sosyalist Parti’nin 63. Olağan Kongresi. Hani şu “Kopuş” yerine “Toplumsal Uzlaşma” formülünün benimsendiği ünlü Kongre. Tüm delegelerde heyecan dorukta. Değişik ülkelerden gelen delegasyonlar da kongrenin heyecanına kapılmış, ilgiyle izlemektedeler. İşte yabancı ülke delegasyonlarının tanıtımı, tek tek selamlamaktalar salondakileri. Sıra Afganistan’a gelir, nefesler kesilmiş gözler salonu taramaktadır, sadece Afgan delegesi değildir merak edilen, Sovyet delegelerinin tavrı da da merak konusudur, iki yıldan beri işgal ettikleri ülkenin delegasyonu karşısında takınacakları tavır. Arka sıralardan biçimli saçları ve avrupai kıyafetiyle genç bir kadın kalkar yerinden, dudaklarında utangaç bir gülümsemeyle sağ kolunu havaya kaldırıp “zafer işareti” yaparak selamlar tüm salonu, “Afgan Direniş Temsilcisi Meena Keshwar Kamal!” anonsu eşliğinde. Direniş abidesi gibidir adeta, “biz kazanacağız” demektedir duruşuyla.
Tüm delegeler ayakta, heyecan dorukta, salon alkıştan yıkılmakta. Enternasyonal söyleniyor hep bir ağızdan, coşkuyla. Kameralar Sovyet sıralarına dönüyor bir an, kös kös oturmaktalar, başlar önde. Çok uzak da değiller halbuki Meena’nın oturduğu sıradan, birkaç sıra önünde, çaprazındalar. İzlediğim kısacık video (https://youtu.be/mzjXTw8Pqto) burada bitiyor ama devamı da varmış aslında. Sovyet heyeti terk edivermiş salonu. En yüksek düzeyde temsil ediliyorlarmış halbuki, başlarında SBKP Merkez Komitesi Enternasyonal Büro temsilcisi Boris Ponamaryev, apar topar terketmişler salonu. Direniş Temsilcisi anonsunu protesto babında. Kendilerini gericiliğe karşı direnişin sembolü sanıyorlardı ya Afganistan’da, hem de 10 yıl boyunca.
Sonra İtalya, İspanya… Diğer ülkeler. Her yerde ayakta alkışlanmalar…
1956 yılında Kabil’de doğmuş bu varlığıyla anlı şanlı Sovyet heyetine kongre salonunu dar eden Meena Keshwar. O yıllarda şimdikinden çok farklıymış elbette bu şehir. Kadınlar toplumsal hayata katılır, toplu taşıma araçlarına rahatça binerler, üniversite kampüslerinde de erkeklerle birlikte neşe içinde boy verirlermiş. Annelerin çocuklarını parklara götürdüğü, parklardan neşeli çocuk seslerinin yükseldiği bir dönemmiş bu. Öyle bir dönemmiş ki radyolardan çeşitli müzikler dinlenebilirmiş, hatta skeçlerin, arkası yarınların sanat ya da çocuk programlarının bile dinlendiği bir dönemmiş. Tıpkı bizlerin çocuklukları gibi değil mi. Gerçekten de hiçbir ilgisi yokmuş bugünkü karanlık yüzlü Afganistan’la o dönemin.
***
Muhammed Zahir Şah iktidarındaymış tüm bunlar ama asıl babası Emanullah Han zamanında başlamış Afganistan’daki modernleşme hareketleri. Bizdeki Mustafa Kemal reformlarıyla at başı gitmiş ülkesinin eski kurumlarını modernize edip, laiklik, eğitim, kılık kıyafet gibi konularda siyasal ve sosyal reformlar başlatması.
Yine bizimle aynı dönemde imzalamış onlar da1920’lerde ilk Dostluk Anlaşması’nı Sovyetler Birliği ile. “Medeniyetin büyük, insancıl savunucusu, Doğu halklarının samimi koruyucusu ve özgür Afgan Devleti ve milletinin dostu” şekilinde hitap ettiği mektuplar yazmış Lenin’e.
Düşündüklerinin çoğunu da gerçekleştirmiş o dönemde.
Çocuk yaştaki evlilikleri, çok eşlilikleri yasaklamış. Başörtüsüne karşı çıkmış. Ancak ortaçağ karanlığında yaşayan köktendincilerin isyanıyla tahttan çekilmek zorunda kalmış 1929’da.
10 yıldan fazla sürmüş iki dünya, iki çağ arasındaki savaş. Nihayet 1933’te babasının yerine geçmiş Zahir Şah. Ülkeyi modernleştirme hareketini başlatmış yeniden kaldığı yerden. Laiklik, kadın hakları, eğitim, öğretim konularında köklü değişiklikler yapmış.
Yeni bir anayasa hazırlatarak hükümdarın yetkilerini daraltmış, yönetimi seçilen bir meclisle paylaşacağı Anayasal Monarşi’yi ilan etmiş.
Her ne kadar bütün çabalarına rağmen yaptığı reformlar başkent Kabil ve birkaç büyük şehir dışında fazla etkili olmamışsa da çok şanslı sayıyorlarmış büyük şehirlerde yaşayan kadınlar kendilerini.
İşte bu “şanslı” kadınlardan biriymiş Meeline, 1970’li yılların başlarına, büyük kuraklık diye anılan yıllara kadar. Kuraklık demek kıtlık demek. Kıtlık da açlık, huzursuzluk…
İşte Pakistan, uzun süredir sesleri çıkmayan Peştunlar uzatmışlar kafalarını yine, reform karşıtı söylemlerle özerklik istemekteler.
Çok sürmez, 1973’te sürgün yolları görünür Zahir Şah’a, İtalya’nın yolunu tutar, iktidar Peştun asıllı Davut Han’a devredilir.
Monarşiyi kaldırmasının ardından Cumhuriyet’i ilan eder çevresindekilerle, adım adım inşa eder tek adam rejimini. Sırtını çevirmiştir artık Sovyetler’e, büyük bir muhabbetle diker gözlerini İslam ülkelerine. Kadın hakları ile ilgili yasalar ve diğer reformlar tek tek alınır askıdaki yerlerine.
İşte bu dönemde başlamıştır üniversite yaşantısı Meena’nın.
***
Bütün sol alarma geçmiş, gericiliğin karşısında hep bir ağızdan “No Pasaran” demişler.
Öğrenci hareketleriyle sarsılmaktadır büyük şehirler.
İnsan hakları demektedirler, kadın hakları, üniversiteler özerk olmalı.
1976’da evlenir Faiz Ahmad ile; aynı yıllarda kurulan Marksist-Leninist bir örgüt olan Afganistan Kurtuluş Örgütü’nün (ALO) kurucu lideriyle. Eskiden Maoist bir partinin gençlik faaliyetlerini yürütüyormuş kendisi. Örgüt içerisindeki ideolojik tartışmalar ayrılıkla sonuçlanınca 1973 yılında örgüttün ayrılıp kendi ALO’yu kurmuş. Yeminli düşmanıymış Sovyet yanlısı partilerin, hele de 1978’de iktidara geldiklerinde.
Meena 1977’de evlendikten bir yıl sonra terketmiş üniversiteyi. Tek amacı insan hakları mücadelesini yükseltmek ve kadınları devrim mücadelesinde örgütlemektir artık.
RAWA’yı kurarak başlar işe, Afganistan Devrimci Kadınlar Derneği’ni (Revolutionary Association of the Women of Afghanistan). Ülkede laiklik ve demokrasinin yerleşmesi ve her iki cins için de. Hem kadınlar hem de erkekler için seçme ve seçilme hakkının tanınması olarak açıklar öncelikli hedefini. Herkes için olmalı inanç özgürlüğü der Meena, derneğin amaçları doğrultusunda gece gündüz çalışır. Hem günlük yaşamın dertleriyle baş etmelerinde yanlarındadır onların, hem de toplum içindeki konumlarının düzeltilmesinde. Canla başla çalışır. Kapı kapı dolaşır, derneğin amacını anlatır. Toplantılar düzenler, durmadan anlatır. Okuma kursları düzenler bütün kadınlar için. Zengin-fakir, köylü-şehirli fark etmez, herkesle aynı şevkle ilgilenir. “Hiç de erkeklerden daha aşağı değiliz biz kadınlar” der, “ne erkeklerin ne de yönetimin haksız uygulamalarına boyun eğmek zorundayız.” “Uyuyan aslanlar gibidir Afgan kadınları” diye yazar bir makalesinde, “ama uyandıklarında herhangi bir toplumsal devrimde öyle harika bir rol oynayabilirler ki.” Bütün hayatı bu “harika rol”e adanmıştı sanki. Kadınların bu uyanışını hızlandırmak için durmadan, bıkmadan anlatır da anlatır…
Her geçen gün hem üye sayıları artar derneğin hem de kapasitesi gelişip hedefleri genişler.
***
1979’daki Sovyet işgaline karşı ilk ses çıkaranlardandır RAWA. Sayısız toplantı ve gösteriler düzenler işgale karşı. 1981’de, işgal altındaki ülkesinde Kadınlar’ın Mesajı (Payam-e-Zan) adlı dergiyi çıkarır. Hem de Afganistan’da yaygın olan iki ana dilde; hem Paştun hem de Afgan Farşçası da denilen Darı dilinde. Hiçbir yardım kuruluşundan mali destek almadan üstelik de.
Dizelere de dökmeye başlamıştır duygularını, düşüncelerini. Serbest vezinle şiirler yazar. En ünlüsüdür Asla Geri Dönmeyeceğim şiiri.
Eşi Faiz Ahmad’ın aksine sırf Sovyet işgaline karşı çıktıkları için “ılımlı” mücahitlere hiçbir sempati duymaz. Afgan kadınlarının düşmanı olan Afgan ülkesinin de düşmanıdır, kurtuluş için çalışamaz der. Derginin her sayısında teşhir eder onların gerici, yobaz, kadın düşmanı yanlarını.
Çok geçmeden hem işgalciler hem de mücahitler öfkelerini kusmaya başlar, ölüm tehditleri alır peş peşe, ama nafile; ne geri adam atar ne sesini kısar. Daha bir güçlü sarılır mücadeleye, ülkesinin kurtuluşu için, kadınların kurtuluşu için. Buram buram özgürlük kokan şiirler yazar, inatçı ve inançlı bir kavgayla kuruludur dizeleri. Dilden dile dolaşır bir baştan diğer başa bütün ülkeyi. Kadın erkek herkesin dilindedir artık
“Ah yurttaş, ah kardeşim, beni zayıf ve aciz sanma artık
Ülkemin kurtuluşu yolunda tüm gücümle yanınızdayım”
dizeleri.
O kadar çoğalmış ki ‘suçları’, o kadar artmış ki hakkında çıkarılan fetvalar, Afganistan’ı terk edip Pakistan’a sığınmak zorunda kalmış.
Burada da boş durmamış tabiî. RAWA’nın çalışmaları yanında sığınmacı çocukları için okul, hastahane ve kadınlara konfeksiyon atölyeleri kurulmasına yardımcı olmuş.
O kadar koşturmaca arasında etrafındaki çemberin daraldığını bile fark etmemiş.
4 Şubat 1987’de Pakistan’daki evinde katletmişler kendisini.
3 ay önce, eşi Faiz Ahmad’ın de katili, Hikmetyar’ın önderliğindeki Hizb-i İslam örgütü yaptı demiş kimisi. Afganistan Gizli Servisi KHAD (Khadamat-e Aetla’at-e Dawlatı) demiş diğerleri. Ne fark eder ki? Sonuçta ikisi de can düşmanı değil miydi?
Katlinden bir yıl sonra imzalanır Cenevre Anlaşması, Afganistan ve Pakistan arasında; Amerika ve Sovyetler’in garantörlüğünde. Buna göre Sovyetler işgale son verecekler, karşılığında da Pakistan mücahitlere verdiği desteği kesecektir. Ancak durum tam tersi olur. Sovyetler çekilir çekilmesine Afganistan’dan ama Pakistan desteği kesmek şöyle dursun daha da arttırır. Yeni yeni üsler verir onlara, Amerikan silahlarıyla donatır hepsini, sürgünde İslam Hükümeti bile kurdurur el çabukluğuyla.
Sonrası uzun bir kaos.
***
O günleri yaşayanalar hatırlar, o dönemde bütün İslam dünyasından olduğu gibi Türkiye’den bile gençler gitmiştir akın akın ilan edilen cihat için Afganistan’a. Burunlarının dibinde, bir başka İslam ülkesi Filistin boğazlanmaktadır halbuki. Kimsenin gözleri görmez orada yaşanan zulmü. Devir “Yeşil Kuşak Projesi” devridir çünkü. Amerika’nın, “komünizm” tehlikesine karşı İslam’ı kullanmaya başlama devri.
Ve 1996 Taliban iktidarı…
Ve… Yaşayan Ölüler’e çevirir kadınları… Newcaster Düşesi mezarından çıkıp gelse gözlerine inanamazdı herhalde; o denli korkunçtur yaşantıları, hele de mezardan farksız “Burka”ları içinde…
Ve hoppp…
“Kadın hakları” bahaneli Amerikan işgali.
20 yıl süren işgal boyunca aklına bile gelmez elbette kadın hakları.
Kadının adının anılmasının bile günah olduğu bir ülkedir Afganistan. Gerçek anlamda hem de. Falancanın kızı, filancanın kardeşi, öbürünün eşi, bilmemkinin annesi şeklinde anılırlar hala. Ölünce bile yazılmazmış adları, ne ölüm kağıtlarına ne de mezar taşlarına. Daha geçtiğimiz yıl BBC duyurmadı mı korona nedeniyle hastalanan kadının sırf reçetede adı geçti diye evli olduğu erkek tarafından öldüresiye dövüldüğünü bütün dünyaya.
2017 yılında sadece adlarını istiyordu kadınlar, unuttuk mu? “Benim Adım Nerede?” kampanyası başlatmışlardı da şeriat yanlılarının saldırılarına hedef olmuşlardı. Daha geçtiğimiz yılın temmuz ayından beri yazılıyor sanırım kadınların isimleri nüfus kütüklerine.
Afgan kadınlarının isimlerini istediği günlerde, bir başka kadın mücadelesi zafere ulaşıyordu bir başka coğrafyada. “Güneş’in Kızları” (Girls of the Sun) adıyla bir film gösteriliyordu dünya sinemalarında. IŞİD’e karşı savaşan Kürt ve Ezidî kadınlarının mücadelesini büyüleyici bir şekilde anlatan muhteşem film. Jin Jîyan Azadî sloganında birleşen aydınlık yüzlü kadınların yaşam ve özgürlük destanı.
Bugün Afgan kadınları bu destana çevirmeli gözlerini.
Meena Keshwar Kamal’ın şiirlerini omuzlayıp,
Güneşin Kızları’nı izlemeli…
Sonra da yüksek sesle,
Asla Geri Dönmeyeceğim diyerek,
Jin Jîyan Azadî’nin
Afgancasını yazmalı…
Sendika.Org, yayın hayatına başladığından bu yana işçi sınıfı hareketinin, solun ve genel olarak toplumsal muhalefetin gündemine ilişkin, farklı politik perspektiflerden düşünsel katkılara açık bir tartışma platformu olagelmiştir. Sitemizde yayımlanan yazılar yayın kurulunun politik perspektifiyle uyumluluk göstermeyebilir. Amacımız, mücadelenin gereksinim duyduğu bilimsel ve politik bilginin üretimini zenginleştirecek tüm katkılara, yayın ilkelerimiz çerçevesinde, olabildiğince yer verebilmektir.