Eko-kırıma karşı mücadele hem sermayeye hem de mevcut saray rejimine karşı mücadelede, sistemin tıkanıklık ve kriz noktalarına işaret eden kilit bir noktada yer almaktadır. Artık ekolojiye dair bir bakış açımız var mı sorusundan öte, devrim stratejimizde ekolojik mücadeleyi nasıl konumlandırdığımızı düşünmeliyiz
Son birkaç yıldır genel olarak tüm gezegende, iki yıldır ise kendi coğrafyamızda meydana gelen, doğal felaket olarak adlandırdığımız ancak esasen kapitalist uygarlığın doğa tahribatının bir reaksiyonu olan afetler dizisi, bizleri (Marksistleri ve özelde Türkiye sosyalistlerini) davranış ve düşünüş alışkanlıklarından kopuşa çağırıyor.
Bu çağrının ne yazık ki genel olarak “doğal felaketler” sonucu fark edilmesi zaten mevcut cephede bir şeylerin yolunda gitmediğinin başlı başına göstergesidir.
Zira eko-kırıma dair bütünsel bir program çıkartmak için yangını beklemek felaket “eyyamcılığının” ötesine geçemiyor. Elbette ki milyonlarca ağacın bir çırpıda yanıvermesinin bizleri “memleket gerçekten mahvoluyor” kaygısına sürüklemesi doğaldır fakat Kuzey Ormanları Savunması’nın açıkladığı veriler doğrultusunda sadece 3. Havalimanı’nın (İstanbul Havalimanı) yapımı aşamasında 13 milyon ağacın katledilmesi aynı şok etkisini yaratmıyorsa bu her şeyden önce ekolojiye dair bütünsel-yapısal şaşmaz bir teorik-pratik programa, işlevsel örgütlenme araçlarına, ideolojik bir altyapıya ihtiyacımız olduğu anlamına gelmektedir.
Bu durum karşısında neoliberal kapitalizm yalnızca doğa tahribatıyla yetinmiyor. Soruna dair çözüm arayışlarını bulandırmak niyetiyle, tüm çözüm odaklarını da programsız bırakmaya çalışarak yeşil propagandaya sarılıyor. Marketlerdeki bez torba ticaretinden, vegan ürün piyasasına, “yeşil” metalardan, çevreci reklamlara kadar kapitalizmin hâkim olduğu bu hem ticari hem de ideolojik alandan sıyrılarak devrimci çözüm üretmek için de haliyle önce sistemin üzerimize giydirdiği kalıplardan kurtulmak gerekiyor.
Dolayısıyla ekolojik krize dair alışılmış kalıplarımızdan öteye geçmenin tek yolu, meseleye tarihten kopmayan ancak günceli de yakalayabilen ilke, kriter, anahtar kavramlar, stratejik bağlamlar üretmektir.
Ancak belki de tartışmaya yapısal krizin bugüne kadar sosyalistler açısından kimi zaman kompleks, karmaşık, kimi zaman ise fazlasıyla indirgemeci bir tarzla kavranması nedeniyle, ilkeleri ve prensipleri saptamadan önce olumsuzlama yoluyla hatalı soyutlamaları parçalayarak başlamak gerekiyor.
Tartışma, düşünme ve davranma alışkanlıklarımız nedeniyle ekolojik krize dair yöntem arayışlarımızı bulandıran, en geri eğilimli bakış açısından başlayarak gelmiş olduğumuz en ileri noktaya kadar bir öz-eleştiri zinciri ile işe koyulmak lazım.
Hem yeşil solu hem de kimi zaman devrimci solu peşine takabilen, mevcut kapitalist üretim biçimlerinin alternatiflerini aramak şeklindeki yönelim, bizi krizin devrimci çözümünden uzaklaştırdığı gibi, kapitalizmin ötesine (sosyalizme) de kapitalist üretim tarzının muadillerini götürmeye çabalamak gibi çürük bir zemine gittikçe yaklaştırıyor.
Unutulmamalıdır ki bu zemin de tüm insanlığa, yaşam alanlarımızı tahrip eden, kapitalizm tarafından bir çıkış yolu olarak sunuluyor. Öyle ki mevcut talanın bir birikim modeli olarak uzun vadede sürdürülemeyeceğini anlayan “yeşil” kapitalizm sürekli olarak sürdürülebilir bir tahribatın arayışındadır. Bu arayışın düşünsel laboratuvarı olarak da ne yazık ki ön kesme maksadıyla devrimci çözümlerin merkezleri kullanılıyor.
Dolayısıyla hem veganizm hem de ekolojik kriz tartışıldığında mutlak bir soru olarak karşımıza çıkan, “Peki çözümümüz ne olacak?”, “Alternatifini şimdiden üretmek lazım değil mi?” minvalinde sorular çoğunlukla kapitalizmin dayattığı geleneksel üretim biçimlerinin kalıbından hareketle sorulmaktadır. Yani işe, kapitalizmin (uygarlığın) doğa üzerindeki, türler üzerindeki tahakkümüne dair sorunlarına cevap aramadan, mevcut üretim düzenine bakarak bir sonraki üretim düzenini tahmin etmeye çalışmakla koyuluyoruz.
Oysaki mevcut krize üretilecek en temel alternatif, kapitalizmin meta dünyasında muadil aramak değil, doğrudan krizin temelindeki yapıyı kaldırmaktır. Zira özgürleşme tahakküm altında olan kadar tahakküm eden için de geçerli olduğundan, alternatif sandığımız, asıl ve özgür yaşam biçimi uygarlığın tek egemeni olacaktır.
Dikey tarımla gıda krizinin çözülüp çözülmeyeceğini tartışmak yerine, tarımın tasfiyesi ile eko-tahribata açılan kırı kurtarmak, çözümünü aradığımız gıda krizini kendiliğinden ortadan kaldıracaktır zaten. Nihayetinde sosyalistlerin kimi tartışmalarında da hâkim olan alternatif arayışı yeşil kapitalizmin sadece iki parmak solunda konum almaktan ibaret olacaktır.
Artık etkisini önemli ölçüde yitirmiş olmakla beraber, tartışılması gereken bir diğer bakış açısı da eko-kırıma güncelin arkasından bakan özellikle de yabancı sermaye rahatsızlığına ve solun tarihsel referanslarına yaslanan yurtseverlik meselesidir. Şöyle ki “yurdun” doğasının yabancı sermaye tarafından tahrip edilmesi, her ne kadar tarihe de gönderme yapan hoş bir anti-emperyalist karşı çıkışa konu olsa da kimi direnişlerin inatla yabancı sermaye karşıtlığı sınırları içerisinde tutulması kaygı verici bir durumdadır. Bu kaygı söz konusu yaklaşım hem “yerli” sermayenin doğa katliamlarına yumuşak da olsa bir koruyucu bir set çektiğinden hem de dereyi sadece dere olduğu için savunarak, “dereler özgürdür özgür akacak” gibi bir söyleme erişmiş olan direniş öznelerinin gerisinde kaldığından ortaya çıkmaktadır.
Dolayısıyla “yabancı sermayeyi def etmek” şeklindeki politik iddia yetersiz bir iddia olmakla birlikte bu haliyle ekolojik mücadelede de suyu bulandırmaktan öteye gitmemektedir.
Zaten hem sermayenin artık ulusal bir kimlikle tanımlanamayan doğasını kavrayamadığından hem de kimi zaman fazlasıyla insan-merkezci bir çizgiye de kaydığından çarpık bir yurtseverlik algısının ön plana çıkarıldığı direniş hareketleri başarılı da olamıyor.
Sorunun kabulü ve daha özgürleştirici devrimci çözümler üretilmesi gerektiği konusunda en ileri perspektife sahip olan fakat indirgemeci bir yaklaşımla bu krizin sosyalist bir politik devrim ile çözüleceği hususunda direten tarafımıza ise bugün hala devam etmekte olan yangınlar, denizi kaplayan müsilaj, sel felaketleri okkalı bir tokat atmıştır. Kırıma uğrayan doğa bize hem bekleyecek mecalinin kalmadığını hem de kendisi özgürleşemezse hayalini kurduğumuz uygarlığın en azından hayalimizdeki gibi olmayacağını anlatmaya çalışmaktadır. Yani “bunlar ancak devrim yapıldıktan sonra çözülür” gibi, devrim programının içeriğini de belirleyecek güncel mücadele görevlerini ihmal eden bir cümlenin bizi yanan ormanların ortasına atmaktan başka işlevi olmayacaktır.
Tabiî ki nihai çözüm kapitalist iktidarın yıkıldığı politik bir devrimi adres göstermek, sosyalizmi gerçek çözüm olarak bellemek, kapitalist yağmacılığın son bulmasıyla ekolojik krizin de ortadan kalkacağını iddia etmek ikna edici bir söylem olarak dikkat çekmektedir. Ancak yine bilinmeli ki yapısal kriz olarak tariflediğimiz ekolojik kriz, yapısallığı nedeniyle kapitalist yağma son bulmadan çözülemeyeceği gibi, şimdiden devrim stratejisinin temel bir konusu olarak tartışılmadığı ve örgütlenmediği sürece, yağma da son bulmayacaktır.
Bütün bu eksiklerin tespitiyle beraber, yanılgılardan toparlayacağımız bağlamlar, tartışmamızı daha bütünsel ve bir strateji geliştirme açısından daha elverişli yöne sürükleyerek şimdilik nihayete erdirebilir.
Özetle yıllardır neoliberal kapitalizmin “sürdürülebilir kalkınma” olarak tarif ve propaganda ettiği doğanın “kontrollü” tahribatı, bugün gelinen noktada sürdürülebilirliğini yitirmiş, dolayısıyla kapitalizm ekolojik kapasitesini doldurmuştur. Uluslararası sermaye ağı, bir yandan yeşili korumayı öğütlerken bir yandan tüm dünyada yeşil avına çıkmıştır. Bütün bunlarla birlikte, ekolojik tahribatın esas çelişkisi ise yeni sömürge toplumlarının proletaryasına yüklenmiştir.
Yine uluslararası sermaye ile ilişkili Türkiye sermayesi de dünyada olduğu gibi mevcut neoliberal birikim modelinin tıkanıklığını en rahat doğaya saldırarak aşabileceğini düşünmektedir.
Türkiye’nin özel olarak son dönemde içinde bulunduğu ekonomik kriz göz önünde bulundurulduğunda, doğa talanı ile biriken sermaye, siyasal İslamcı faşist bir iktidarın ömrünü uzatmaktadır. AKP faşizmi idari-siyasi uygulamalarıyla doğayı sermayenin talanına açmakta, sermaye ise, zora dayalı saray rejiminin ekonomik çıkmazına çare olmaya çalışmaktadır. Özetle AKP’nin vaadi rant ve yağma, sermayenin vaadi ise rüşvet olmaktadır.
Eko-kırıma karşı mücadele hem sermayeye hem de mevcut saray rejimine karşı mücadelede, sistemin tıkanıklık ve kriz noktalarına işaret eden kilit bir noktada yer almaktadır. Artık ekolojiye dair bir bakış açımız var mı sorusundan öte, devrim stratejimizde ekolojik mücadeleyi nasıl konumlandırdığımızı düşünmeliyiz.
Dolayısıyla her iki stratejik nokta açısından kelebek etkisine bir gönderme yapacak olursak, İkizdere’de barikata atılan tekme, Ankara’da politik depreme, Kaz Dağları’nda direnişin çırptığı kanat Kanada’da fırtınaya neden olmaktadır.
Sendika.Org, yayın hayatına başladığından bu yana işçi sınıfı hareketinin, solun ve genel olarak toplumsal muhalefetin gündemine ilişkin, farklı politik perspektiflerden düşünsel katkılara açık bir tartışma platformu olagelmiştir. Sitemizde yayımlanan yazılar yayın kurulunun politik perspektifiyle uyumluluk göstermeyebilir. Amacımız, mücadelenin gereksinim duyduğu bilimsel ve politik bilginin üretimini zenginleştirecek tüm katkılara, yayın ilkelerimiz çerçevesinde, olabildiğince yer verebilmektir.