Burjuva muhalefetin varlığını bile şiddeti bir öğe olarak öne çıkarıp çizmeyi aşmayın diyerek uyaranlar, halkın devrimci muhalefetini kanla boğmak için elinden geleni yapacaklardır. Devrimci hareketin, yeniden, kendisini kitleler arasında güçlendirecek, politik olanla askeri olanın el ele yürüdüğü militan bir mücadeleye ve böyle bir mücadelenin araçlarına ve ruhuna sahip olmaya ihtiyacı vardır
“Yoksulluğu azaltmadan zenginliği arttıran ve suç işleme bakımından, sayılardan daha hızlı artış gösteren bir toplumsal sistemin özünde bir şeylerin olması gerekir.”
Karl Marx
Özgürlük ve eşitlik düşmanı güçler arasında süren çatışma; sermaye, mafya, paramiliter yapılar, devlet, devletin tepe bürokrasisi ve iktidar yanlısı basın hakkındaki gerçekliğin ortaya bir kez daha saçılmasını sağladı. Bir kez daha belirlenimi bu gerçekliğin ilk defa yaşanmadığını burada bir sürekliliğin olduğunu saptamak içindir.
Sürekli olan içinde yaşadığımız toplumun egemen kurumu olan devletin, egemen sınıfı olan büyük sermaye guruplarının ve varlığı bu ikisine bağlı olan, mafya ve paramiliter faşist güçlerin, işbirliği içinde emekçilere ait zenginliğe mevcut yasalara uygun ya da mevcut yasalar ölçü olarak alındığında bile suç olarak tanımlanan yollardan el koymalarıdır. Kendisi de bu suç işbirliğinin bir parçası ve bilinçli yaşamının bütününde emek ve özgürlük mücadelesine düşmanlık yapmış olan Sedat Peker’in ifşaatları, bu hakikatin dışa vurulmasıdır. Ortaya çarşaf çarşaf serilen utanç verici gerçekler günümüzde dünyaya hakim olan kapitalizmin kendisinden başka bir şey değildir.
Nesneler varlığı ortadan kalkıp ya da kaldırılıp; yerini, yaşamı geliştirici yeni bir oluşuma bırakmadığı sürece, varlık biçimlerinde temel olarak bulunan niteliği, sürekli açılımlayıp varabilecekleri en uç sınıra kadar gitmekten geri durmazlar. Nesnenin varlığının erken dönemlerinde açığa çıkmamış ya da varlığın o günkü hareketinde belirleyici gibi gözükmeyen ama esasında onun deviniminin temel dinamiğini oluşturan öz, süreç içinde kendini daha fazla gizleyemez açığa çıkar ve baskın hale gelir.
Kapitalizm bireyin bencil çıkarlarını her şeyin önünde tutan ve bütünlüğü bu felsefe üzerine kurulmuş bir sistemdir. Bütünden değil tekil olandan hareket eder. Kapitalist sistem koşullarında toplum değil birey önemlidir. Tekil olanla genelin ilişkisinde belirleyici ve egemen olan, kapitalizm koşullarında, bireyin mutlak yararıdır. Birey zenginleştikçe ortaya iyi bir toplumun çıkacağını ileri sürer. Burjuva düşüncesi temel olarak, ancak bireyin kendisi için bir amaç oluşturup harekete geçeceğine inanır. Kitlelerin müşterek bir yarar için hedef oluşturup, birlikte hareket edeceğine ve bireyin kendisini bu gerçeklik içinde geliştireceğine inanmaz. Feodalizmi tasfiye edip egemen bir sistem haline geldiğinden bu yana inşa ettiği hayatın dünya çapında dayandığı temel ilke budur.
Birey toplum diyalektiğini tek yanlı kavrayarak daha doğrusu öznel bir tutumla toplumu bireyin bencil çıkarlarının nesnesi yaparak, kapitalizm her şeyin ama istisnasız her şeyin çürümesine yol açmaktadır. Çürümenin zirvesi temsiliyetinin en yoğun yaşandığı alanlarda, o alanlardaki etkinliklerde, kurumlarda, sınıfta ve bireylerde görülmektedir. Bütün toplumu etkisi altına alan bu çürümenin ilk ve temel halkasını sermaye sınıfı oluşturmaktadır. Bir zincirin iç içe geçmiş halkalarının ikincisi başkanından bakanlarına, oradan diğer kurumlarına ve bu kurumlarda etkili olan kişilere, yani kısacası devletin hiyerarşik olarak bütünüdür. Mafya da dahil diğer bütün suç yuvaları bu iki gücün himayesinde var olan odaklardır. Sedat Peker’in ifşa ettiği cinayetler, çökmeler, başkan ve başkanın birlikte devleti yönettiği bütün şahısların içinde yer aldığı ve yapılan hırsızlıklardan aslan payını aldığı ilişkiler, olağan işleyişten sapmalar değil; kapitalist sistemin kendi niteliğine uygun evriminin bu günkü halidir. Türkiye de sistemin dışa vurduğu bütün olumsuzluklar yerel olgular da değildir. Kapitalizm evrensel bir sistemdir. Bizde görülenler evrensel olanın parçada ortaya çıkan özü ve bu öze ait yıkıcı ve çürütücü gerçeklerdir.
Toplumsal yaşamı Augias’ın ahırına çeviren neden, sermayenin kendisini sürekli büyütme zorunluluğudur; bu zorunluluk kapitalistlerin kendilerinin eseri olan yasaların dışına çıkmayı kaçınılmaz hale getirir. Büyümenin dayandığı etkinlik kendisini toplum hayatında özgürlüklerin kısıtlanması ve zorbalığın gelişmesi olarak örgütler. Ekonomik alanda ortaya çıkan; uyuşturucu ticareti, vergisi ödenmeyen denetim dışı mali hareketler, servetin vergi cennetlerine kaçırılması, rüşvet ve benzeri yolsuzluklar, bürokratların suç ortaklığı yoluyla zenginleşmesi, basının ve bilgiyi yayan kaynakların yozlaşması, hukukun bütün bu suçları örten bir etkinlik haline gelmesi ve bu sürecin kaçınılmaz bir sonucu olarak paramiliter yapıların sistemin koruyucuları olmanın yanı sıra sahiplerinden biri haline dönüşmesi zorunlu olarak faşizmi doğurur. Yine sermayenin birikim yasası, ideolojik ve kültürel alanda, toplumsal hayatı, hiçbir geliştirici özelliği olmayan, tam tersine etkisine aldığı toplumu gerileten milliyetçilik ve dinbazlık üzerine kurar. (Bizim gibi ülkelerde kullanılan dinin yerini gelişmiş kapitalist ülkelerde başka öğeler alır) Kısacası ekonomik alanda ortaya çıkan rezil gerçeklere politik alanda eşlik eden faşizm ya da en azından özgürlüklerin ortadan kaldırıldığı zorbalık rejimleridir.
Yaşamın, sermayenin birikim amacına uygun olarak düzenlendiği toplumlarda çürüme, ekonomik ve politik alanın yanı sıra sanatsal ve kültürel alanda da gericiliğin gelişmesine yol açar. Ayrıca bir toplumun gelenekler yoluyla akıp gelen düşünme, davranış, siyasal ve ekonomik gücü elinde bulunduranlarla kurduğu ilişki biçimi de sermayenin kurmak istediği düzeni yaratmada kolaylık sağlayabilir. Bir bütün olarak değerlendirildiğinde, kendisini yaşamın her alanında ortaya seren çürümenin temel nedeni kapitalizmdir. Zaten Türkiye kapitalizminin siyasal yapısıyla birlikte bir suç sistemine dönüşümündeki artmanın derinleşmesi; bu sistemin uluslararası kapitalist dünyayla bütünleşmesinin önündeki engellerin kaldırılığı, 12 Eylül askeri faşist cunta döneminin eseridir. Bu sürecin önemli mimarlarından Turgut Özal sistemin kalıcılığını ve zamanla kimlere dayanacağını kendinden emin bir küstahlıkla şöyle belirtiyordu:
“Yaptıklarımızdan geri dönüş mümkün değildir. Hangi siyasi parti iktidara gelirse gelsin; bu sistem değişmeyecek biçimde yerine oturmuştur.” (Turgut Özal T. B. M. M açış konuşması. 10. 10. 1991)
Emperyalizmle uyum içinde biçimlendirilmiş, geleneksel sermaye partileri kendilerini tükettiğinde onların yerini alan, dincilerin yarattığı “bunlar yaşam biçimimizi değiştirecek” kaygısı kısa sürede bir başka gerçekle birlikte toplum hayatına girdi. Anadolu kaplanları denilen yeni sermayenin, büyüme hırsının, kuralsızlıkta ve yırtıcılıkta eskileri aratır düzeyde olduğu; kısa sürede anlaşıldı. Meğer bunların “adil düzeni” hırsızlar arasındaki adaletsizliği gidermekmiş.
“Bizim eski kaçakçılar ihracatçı olmak üzere bize müracaat ettiler. Karşımıza M. İ. T raporları getirildi. Bunlar kaçakçıdır , bunlara ihracatçı belgesi vermeyin denildi. Oysa biz, bunlardan daha iyi ihracatçımı olur dedik. Şimdi hepsi ihracatçı oldu. Sistemin gereği oldular. “ (Turgut Özal -Aktaran: Halil Nebiler. Mafyanın Ekonomi Politiği- Sarmal Yayınları. 1995 syf. 7)
Özal’ın yanılmadığını tarih kanıtlamış oldu. Eskisi ve yenisiyle İçişleri bakanları, başbakan ve oğlu, başkan ve bütün yakınları, birlikte iş yaptıkları kapitalistler ve paramiliter şebekelerin şefleri, yerel ve uluslararası banka bürokrasisiyle birbirini tamamlayan bir ilişki içinde Türkiye’nin en iyi ihracatçısı oldular. Bir elinde din kitabı diğer elinde bayrak tutan bu sefiller, kokain, eroin, silah ve insanlık düşmanı cihatçılarla birlikte yaptıkları petrol kaçakçılığıyla becerikli “ihracatcı” olduklarını gösterdiler.
Ömrünün tümü suç işlemekle geçmiş, emek ve özgürlük güçlerinin bir numaralı düşmanlarından Mehmet ağar, Susurluk sürecinde ortaya çıkan toplumsal tepkiyi yatıştırmak için göstermelik te olsa bir yıllık tatilini geçireceği Yeni Pazar Tutuk Evi’ne atıldığında onu ziyaret edenlerden, Türkiye’nin düzenini bu düzenin egemeni olan güçlerini çıkarmak mümkündür.
Ağar’ın konuk evinde rahat etmesi için, binanın tadilatı da dahil olmak üzere seferber olan devlet, onun zengin ziyaretçileri içinde tutuk evinin yanına, özel helikopter pisti yaptı. Ağar’ı sırasıyla ziya- ret eden Türkiye’nin büyük kapitalistlerinin küçük bir listesi, kimlerin kimlerle ilişki içinde, yaratıcısı emekçiler olan zenginliğe, el koyduğunu göstermek için yeterince açıklayıcıdır. Listenin içinde yer alan bazı isimler şunlar:
Neden sevindiğini anlamak zor değil. Koç gibi kapitalistleri düzenleriyle birlikte devrimcilerin elinden kurtaran, devlet gücünü yöneten Ağar ve benzerleri olmuştu.
Liste uzayıp gider. Ağar’ın ziyaretçileri sadece büyük kapitalistlerle sınırlı değildi. Dünya’nın en sakin beldelerinden biri olarak seçilen Aydın’ın Yeni Pazar ilçesinde onu yalnız bırakmayanların içinde Fatih Terim, Ersun Yanal, Yılmaz Vural, Arda Turan gibi Türkiye kapitalizminin en kirli işlerinin döndüğü alan olan futbol dünyasının şöhretleri, yanı sıra bu düzenin, emek hırsızlığı üzerinden mevki ve para sahibi yaptığı Hıncal Uluç ve benzeri döküntülerde bulunuyordu. Fakat en şaşırtıcı olan ziyaretlerden biri, çeşitli dönemlerde milletvekilliği, devlet bakanlığı, dışişleri bakanlığı ve bir dönem CHP Genel Başkanlığı yapmış Hikmet Çetin’in tarafından yapılmıştı.
Bugün toplumun bazı solcu kesimleri tarafından bile, Erdoğan faşizmine ‘karşı” olmasına hürmeten destek gören İyi Parti genel başkanı Meral Akşener’in o dönemde Ağar’a yaptığı övgüde unutulmamalıdır. Susurluk olayından sonra Ağar içişleri bakanlığından istifa etmek zorunda kaldığında, Meral Akşener kendisinden görevi devralırken Ağar’ın yükselttiği çıta aşağı düşmeyecektir” dedi. Peki Ağar’ın yükselttiği çıta ne idi; halka ve halkın öncüsü devrimcilere karşı işlenmiş binlerce cinayet, yüzbinlerce insana yapılmış işkenceler, mala çökmeler. Kürdistan’da Hizbullahı örgütleyerek, yurtseverlere karşı işlenmiş vahşi katliamlar ve para militer yapılarla birlikte devlet güçleri de kullanılarak gerçekleştirilen uyuşturucu ticareti ve benzeri suçlardı. Gerçekten de Ağar’ın görevi bırakmasından sonra yükselttiği çıta hiç düşmedi. Akşener’den başlayarak S. S’ya kadar olan tarihin bütünü boyunca suç düzeyi sürekli daha da yukarılara çıktı.
Kapitalizmin evrensel ve yerel tarihi, karşılıklı bağımlılık içindeki suç odaklarının; çürüme doğrultusunda gelişmesi ile aynı anlama gelir. Çürümenin nedeni olmayan sınıflar ve geniş toplum kesimleri de kaçınılmaz bir şekilde bu yozlaşmadan etkilenirler. Yaşamın tümü ekonomik, siyasi sanatsal ve ahlaki düzlemde yaşadığı gerilemeden dolayı, bu gerilemenin nedeni olan sistemin, toplumun kendisini özgürlük ve eşitlik doğrultusunda geliştirmesi için aşılmasını gerektirir.
İnsanın özgürlük ve eşitlik gibi insancıl değerler üzerinden yaşayabilmesi için kapitalizmin sadece insan ve toplum için kötülük demek olan sonuçlarının kalkması yetmez, kendisinin ortadan kalkması gerekir. Çünkü sistemin toplum ve birey için ürettiği kötülüklerin kaynağı varlığın kendi esas yapısında bulunmaktadır. Sonuçlar bu yapının ürünleridirler. Bu görev insan türünün, yaşamını, kendi nedensel varoluşuna bağlı olarak sürdürmesi için ertelenemez bir zorunluluk düzeyine çıkmıştır. Unutmayalım insanlarla hayvanlar arasındaki temel farklardan biri; hayvanlar yaşadığı ortama kendilerini bağımlı kılarken, insanlar ise sürekli bir çabayla, ortamı kendilerine, kendi özgerçekliklerine uygun hale getirirler; yani yaşam koşullarında geliştirici olmayan bağları ve öğeleri ortadan kaldırırlar. İnsan topluluklarının doğayla ve birbirleriyle kurdukları ilişkilerin evrimi bu saptamayı tarihsel olarak kanıtlar. Peki insanların öz gerçekliği ne anlama gelir ve insanlar kendilerini bireysel ve toplumsal düzeyde nasıl bütünlüğe doğru geliştirebilir? Bu sorunun yalın ve tarihe dayalı mantıksal cevabı, özgürlük ve eşitlik koşullarında yaşamaktır.
“Siyasete katılmayı reddetmenin cezalarından biri, aşağılık kişiler tarafından yönetilmenizdir.” PLATON
Kapitalizmi, onun toplumu biçimlendirmede ve sermayenin egemenliğini zor yoluyla kabul ettirmede kullandığı devlet aygıtını ve bu iki gerçekliğin sonucu olarak ortaya çıkan her soydan paramiliter yapı ve suç çetelerini ve bunların kendi aralarında kurduğu ilişkilerin bütünsel niteliğini açıklayan bilginin, aynı zamanda, toplum yararına bu olumsuz gerçekliğe müdahale etmeyi öngörmesi gerekir.
Sisteme yönelik eleştirel düşüncemiz, birey ve toplum için iyi olanı etkin kılmak istiyorsa, varlığı anlamalı, bu anlamayı irade olarak, olumsuz gerçekliği değiştirme amacıyla eyleme dönüştürmelidir. Eylemin dönüştürücü güç düzeyine çıkabilmesi ise sistemin ezdiği ve sömürdüğü sınıf ve toplulukların katılımını gerektirir. Bu katılımı sağlayacak etkinlik alanı politikadır. Kapitalist sistem içinde sömürülen sınıflar ve özgürlüğü elinden alınmış topluluklar için politika; özgürlükçü ve eşitlikçi amaçları gerçekleştirmek için izlenecek yordam ve başvurulacak etkili araçlar demektir.
Kapitalist sistemin bütün yoz ve çürütücü gerçekliğine rağmen varlığını devam ettirmesi, geniş kitleleri politik etkinlik alanının dışına sürebilmesi ile mümkün olabilmektedir. İşçi ve emekçilerin, eşitsizliğin kurbanı olmuş toplulukların, politikada etkin olduğu süreçler yaşamın iyiye doğru gelişim gösterdiği burjuvazinin göreceli olarak geriletildiği gerçekliğini göstermektedir. Peker’in buz dağının görünen yüzüne dair dile getirdiği gerçekler milyonlarca insan tarafından izlenmektedir. Fakat videoları izlemek için gösterilen ilgi, kötü olanı yadsımak ve ortadan kaldırmak için, geniş kitlelerin eylemine dönüşmediğinden dolayı, sürecin politik olarak etkin olan öznesi halk olamamaktadır.
Materyalist ve diyalektik düşünerek, onun yöntemini kullanarak olan biten gerçekliği anlarız. Bunun için önce formel mantığa başvururuz. Sermaye, bürokrasi, medya dünyası ve halk düşmanı paramiliter yapılar arasında, düzen bünyesinde ortaya çıkan pislikleri bu mantık biçimi gözlerimizin önüne serer. Fakat bu pisliğin ve bunu yaratan kaynağın iç gerçekliğini, bu gerçekliğin bütünsel yapısı içinde bulunan bağları ve yeni bir oluşuma imkan veren temel çelişkiyi bulup çıkarmak için formel mantığın açıklayıcı gücü yetersiz kalır. Çünkü formel mantık gerçeği betimler, tanımlar ama değişmeyi kavrayamaz. Bir süreç olarak gelişmeyi izah edemediği için yetersizdir. Düşünmenin bir ileri evresi olan bu aşamada yaşadığımız zorluğu diyalektık mantıkla çözeriz. Diyalektik mantık, gerçekliğin içinde buluna temel çelişkiyi, bu çelişkinin yolaçtığı çatışmanın taraflarını ve çatışmanın yolaçabileceği oluşları bilince çıkarmamızı sağlar. Şayet formel mantıkla yetinirsek kapitalizmin yarattığı çürümeye duyduğumuz tepki ‘temiz toplum’ isteyen düzen yanlısı ahlakçı devletçilerin ufuklarının ötesine geçmezKötülüğün ana nedeniyle değil, sonuçlarıyla uğraşırız. Bu nafile bir çabadır. Çünkü neden ortadan kalkmadığı sürece sonuçlar değişmez. Maddenin niteliğine dair bu gerçeklik, kapitalizm üzerinden yorumlandığında ortaya çıkan ulusal ve evrensel sonuçlar bilinmektedir. Kapitalizmin her günü bir öncekinden daha yoğun ahlaksızlıklara yol açmıştır.
Diyalektik düşünce aracılığıyla iç gerçekliğini anladığımız olgunun-konumuz açısından kapitalist toplum- ortadan kaldırılması için bir üçüncü mantık biçiminine baş vurmamız gerekir. Bu kurgusal mantıktır. Formel ve diyalektik mantık aracılığıyla anladığımız gerçekliği, nasıl ve neleri harekete geçirerek dönüştürebiliriz sorusunun cevabını bulmak için zihnin kurgusal dünyasını harekete geçirmesi gerekir? Zihinsel eylemin bu evresinde Özlü olarak söylersek diyalektik ve kurgusal mantık madde- den zuhur etse bile ona bağımlı değildir; onun pasif bir yansıması da değildir. Kurgusal mantığın sahip olduğu bilgi, maddenin gerçekliğinden hareketle elde edilmiş olsa da, maddeyi dönüştürme, ona yeni bir nitelik kazandırma bakımından, maddeye etki eden bir güce ve bağımsızlığa sahiptir. Kurgusal mantık çözümü sunan mantıktır. Bu anlamda devrimlere yol açan düşünce materyalist olduğu kadar zihinseldir de. Lenin’in deyimiyle: İnsan bilinci, yalnızca nesnel dünyayı yansıtmaz aynı zamanda yaratır da.
Haydutlar topluluğunun, gerçek sahibinin emekçiler olduğu zenginliği paylaşırken, bu zenginliğe el koymanın imkanlarını veren güç diziliminde yaşadıkları sorunların açığa çıkardığı çürütücü gerçekler, sosyalist, demokrat ilerici, yurtsever basın ve güçler tarafından oldukça öğretici ve bilgilendirici bir tarz ve amaçla işlendi ve bu çaba hala sürmektedir.
Sendika Org sitemizde, lağım patladığından bu yana, eksiksiz bir devrimci duyarlılıkla bu siyasal çabanın öncülerinden biri oldu. Sitemizde yer alan yazıların, toplumun bilinç düzeyini yükseltmede önemli bir işlev gördüğünden kuşku duyulamaz.
Yayınlanan yazıların içinde, birinci yazının devamı olarak, 6 haziran 2021 tarihinde yazılan Halk İradesini İnşa Etmek’ yazısı biraz daha farklı bir derinliğe sahip. Farklılığı çözüme yönelik olarak kurgusal mantığın ürünü olan önerilerde bulunmasıdır. Yazarımız sevgili Nabi Kımran konuya dair ilk yazısında -Türkiye’nin düzeni- “Çeteler, mafya, uyuşturucu, silah, insan ve petrol kaçakçılığı, kontrgerillanın “şerefli”, kalleş ve hırsız katilleri, çökmeler vs, düzgün işleyen bir sistemin zaman zaman rutin dışına çıktığını gösteren bir “sapma” değil, sistemin ta kendisidir. Türkiye’nin düzeni budur” saptamasını yaparak kendisinin kullandığı kavramla bu durumun yıllardır bir girdap oluşturduğunu belirtmekte haklıdır. Bu belirlemenin, çözüme yönelik anlamı kapitalizm koşullarında bu “girdap-tan” çıkmanın mümkün olmadığı; dolayısı ile politik alanın ilgisinin bir devrime odaklanması gerektiğidir.
Bir sosyal devrimin, imkan olarak belirebilmesinin temel şartlarından birinin kitlelerin yığınsal katılımının olması gerektiğinden kuşku duyulamaz. Burada karşımıza birbiriyle kopmaz bağlarla ilişki içinde bulunan ve çözülmesi gereken bir dizi temel sorun çıkar. Bu sorunların en önemlilerinden biri; öncüyle kitlelerin ilişkisinin, birçok boyutu olan kapsamı, daha da önemlisi bu ilişkinin ön koşulu olan kitlelerin, içeriği sosyalizmi öngören devrimci eyleme katılımının hangi araç ve yöntemlerle sağlanacağı sorunudur.
Nabi arkadaş “Halk İradesini İnşa Etmek” yazısında sorunu “adı, ünvanı, irade ve kimliği halk meclis/kongre/konferans/forumları olan, sürecin başında da sonunda da bağımsız ve özgürlükçü halk iradesini açığa çıkarmaya yönelen yapıların inşasına girişmek günün acil devrimci görevidir, gelgitler, parçalılıklar, parlayıp sönmeler, alanlar arasında uyumsuzluklar, demokratizm hastalıkları ya da sekterlikler, birleşme ve süreklileşme zorlukları, sağlamlaşma ya da zayıflık belirtileri vb; belirli bir süreç boyunca bunların hepsi mücadelenin doğasına içkindir. Fakat böylesi-isterseniz sovyetik deyin-bir işçi-emekçi -ezilenler iradesi ve örgütlülüğü inşa edilmeden hiçbir demokratik ve sosyalist dönüşüm mümkün değildir.” diyerek solun tümüne seslenen bir çağrıda bulunmaktadır.
Aslında Nabi arkadaşın yazısında yer alan içeriği, örgütlenme meselesinde önerdiği meclis tipi yapılarla sınırlamak haksızlık olur; kısa gibi görünen makalede birbirinden önemli konular bulunmaktadır. Ayrıca meclis tipi örgütlenmeyi, dağınık devrimci güçleri, bir araya getirerek siyaseten daha etkili olacakları bir düzeye çıkarmak, aynı zamanda halkın iradesini ortaya çıkaracak ve Türkiye’nin gidişatını eşitlik ve özgürlük doğrultusunda değiştirecek temel ve denenmemiş bir örgütlenme biçimi olarak değerlendirme konusu yapmak oldukça detaylı teorik tartışmaları gerektirir. Bu konuların bütününü değerlendirmek bu yazının boyutlarını aşar. Bu nedenle daha çok meclis tipi kitle örgütlenmesinin koşulları ve “günün acil görevi”nin bu olup olamadığını irdelemeye çalışacağız.
Öncelikle devrimci hareket için yaşamsal önemi olan bir gerçekliği belirtmek gerekir, eylemin ve örgütlenme biçiminin geliştirici olabilmesi onun dayandığı aklın gerçekle ilişkisinde tutarlı olabilmesine bağlıdır. Kurgusal mantık olmadan ve onun gerçekliğe denk düşen atılganlığı harekete geçmeden varlığın niceliksel ve niteliksel dönüşümü söz konusu bile olamaz ama kurgusal mantığın önerdiği çözümlerin maddenin değişimine yol açacak araçları belirlerken akla uygun hareket etmesi gerekir. Akılcılığın ölçüsü değişime direnen gericiliğin kendisini sürdürme araçlarının nasıl etkisiz hale getirileceğinin çözümünü bulmaktır. Bu aklı bulmak vahiy yoluyla olmaz; kolektif tartışmaların sonucu ortaya çıkar. Ayrıca devrimci hareketin gelişkinlik ölçülerinden biri olarak düşünce dünyasının zengin olması ileri sürülebilir. Örneğin Türkiye devrimci hareketinin en atılgan ve kitlelerle en çok buluştuğu dönemler; onun bünyesinde yer alan hareketler arasında, devrimin araçlarına ve yordamına dair en nitelikli tartışmaların yapıldığı 1960’ların sonu ve 1970’li yıllar olmasının bir nedeni de budur.
Nabi arkadaş, “Sosyalist soldaki yapılarımız tek tek ya da birleşerek, gayet isabetli talep ve şiarlarla gidişata etki etmeye çalışıyorlar. Buna rağmen yeterince etkili oldukları söylenemez. Belki de başka şeyler denemek ve yeni denemeleri halihazırda yapılanların karşıtı olarak sunmayan çoklu olasılıklara açık olmak gerekiyor. Kim bilebilir sokakları kuşatacak halk hareketinin hangi sorun ya da olay üzerinden ne zaman patlak vereceğini” derken hem solun mevcut durumunu saptıyor hemde geleceğe dair gerçekleşmesi kapitalizm koşullarında her zaman mümkün olan bir öngörüde bulunuyor. Ezilen ve sömürülenlerin bir gün isyan edeceği.
Türkiye solunun durumunu, kozasına hapsolmuş bir ipek böceğine benzetmek yanlış olmaz. Şüphesiz bunun toplumla ve dünyanın koşullarıyla ilgili belirleyici nedenleri olmasına rağmen, devrimcileri kozaya hapsolmanın sorumluluğundan beri tutmak da gerçekçi bir çözümleme değildir.
Sol ve sosyalist güçlerin ‘gidişata’ etki edebilmelerinin yolu, onların içinde devinip durduğu kozalarından çıkıp toplumla, en çok ta sömürülen ve ezilen kitlelerle bütünleşmesine bağlıdır. Bu bütünleşmenin gerçekleşmesi, sadece devrimcilerin çabasıyla mümkün olmasa da -halkın da devrimcilere doğru gelmesi gerekir-devrimcilerin örgütlenme ve eylemde izleyeceği yol ve yöntemlerin doğruluğu, bu bütünleşmeyi sağlamada önemli bir etkendir.
Nabi arkadaşın yazısında, devrimcilerin sürece hangi eylem tarzıyla müdahale edeceği belirtilmemiş olsa da, temel olarak nasıl örgütlenmeleri gerektiği açıkça belirtilmiş bulunmaktadır. Önerilen; sol yapıların da içinde yer aldığı, bütün süreçlerinde demokratik işleyişe sahip, halk meclisleri tipi kitlesel politik yapılardır.
Bu öneri, kendi içinde, halk meclislerinin gerçekleşmesini imkânsız kılan çelişkiler barındırmaktadır. Kapitalizm koşullarında politikanın nesnesi olan emekçi kitlelerin, eşitlik ve özgürlük için bir özne olmasını sağlayan kitle örgütlenmesi olarak meclislerin ortaya çıkması, Paris Komünün’de, 1917 ekim devriminde de olduğu gibi halkın yığınsal katılımının olduğu isyanların ürünüdür. Meydanlara inen kitleler, kendi iç örgütlenmelerini meclisler üzerinden sağlayarak; devlet iktidarının yanı sıra kendi iktidarlarını da basitten karmaşığa inşa ederler; böylece tarihten bildiğimiz ikili iktidar durumu ortaya çıkar. Bu meclislerin içinde devrimci hareketlere bağlı kadrolar, aktif olarak yer alırlar. Fakat içinde milyonlarca insanın örgütlendiği meclisler, devrimci kadroların ne önerileriyle nede eylemiyle ortaya çıkar. Meclislere yol açan gerçeklik; çözümü verili sistem koşullarında mümkün olmayan sınıf çatışmalarının yol açtığı patlamalardır. Bu anlamda, sınıfın, politikada kendisi için bir özne olmaktan uzak olduğu günümüz Türkiye’sinde, “girdap”tan çıkmak için meclis tipi örgütlenmeleri temel almak, yerinde saymak ve kozada yaşamayı sürdürmek demektir. Gerçekçi olmak gerekirse bugün mücadele eden sınıf değil, sınıfın bilincini temsil eden bir kısım devrimci güçlerdir; onların etkisi de düzeni çok rahatsız etmeyecek bir düzeye sahiptir. Bu gerçeği dikkate alarak devrimci hareketin nasıl gelişeceğine dair fikirler üretmek gerekir.
Üretim araçlarının özel mülkiyetini kaldırmak için saldıran devrimci güçlere karşı, egemen sınıflar birleşmeye eğilim gösterirler, fakat emekçilerden ve onların devrimci siyasetinin militanları olan sosyalist güçlerden gelen tehlikenin pek önemsenmediği koşullarda, çatışma ağırlıklı olarak egemen sınıfların farklı bölümleri arasında çıkar çatışması olarak yaşanır. Nitekim Gezi kitlesel ayaklanması geriye çekildiğinden bu yana öne çıkan çatışmalar içinde emperyalizmin de yer aldığı egemenler arası çatışmalardır. Egemen gruplar arasındaki çatışmalar, içerikten dolayı toplumun gelişmesine değil, çürümenin derinleşmesine yol açar. Özgürlük ve eşitlik doğrultusundaki gelişmenin dinamiğini oluşturan çatışma sermayeyle emek arasındaki sınıf çatışmasıdır.
Gezi isyanı döneminde milyonlarca insanın harekete geçmesini, sisteme karşı sürekliliği olan bir örgütlenme ve mücadeleye dönüştürmek ve bu yolla halkın iradesini toplumsal yaşamın belirleyici gücü haline getirmek için sosyalist hareketlerin kurmaya çalıştığı meclisler gelişemediği gibi sönümlenmeleri de engellenemedi. Haziran meclisleri ve bu meclislerin varlığı üzerine inşa edilen hareket kendiliğinden varlığını yitirdi. Çünkü yığınsal kitle örgütlenmeleri, bazı sosyalist yapılar istediği için vücut bulmaz. Bunun için kitlelerin harekete geçmesi gerekir.
Bizim sosyalizm dünyamızın baskın görüşlerinden biri de, başarısızlık durumunda, devrimci hareketleri sorumlu tutmaktır. Gezi isyanından sonra meclisler, sürekliliği olan yapılara dönüşüp, özgürlük ve eşitlik güçlerini siyasetin asli unsuruna dönüştürememişse bunun esas nedeni kitlelerin bu sürecin öznesi olmaya isteksizlik göstermiş olmalarıdır. Bütün sosyalist hareketlerin militan gücü, en büyük kitlesel güç olan HDP’nin mücadelede deneyimli tabanı ve laisizm, cumhuriyetçilik, demokrasi, temiz toplum gibi amaçlar güderek işlamcı faşizme karşı çıkanlar, bir varsayım olarak, şaşırtıcı bir birliktelik gerçekleştirseler bile;bu birliktelik ona önderlik edenlerin bütün çabasına rağmen, politikanın yatağını değiştirecek, meclis tipi yığınsal halk örgütlenmelerine dönüşmez.
Bunun en öğretici örneği Kürdistan’ın Türkiye sınırları içinde kalan bölümünde yaşandı. Devletin ve ona hakim olanların iki yüzlüce kullandığı ‘çözüm’ süreci sona erdiğinde, haklı bir talep olan özerkliğin, fiili bir gerçeklik olarak yaşanması için harekete geçildiğinde bütün militan çabaya rağmen, girişim halkın geniş katılımı düzeyine çıkamadı.
Toplumun, en başta ezilenlerin, egemen olan siyasal kurumların dışına çıkarak, kendilerinin öz örgütlerini yaratmaları ve bu yığınsal öz örgütler aracılığıyla yaşamın akışını değiştirmeleri, zaman ve biçim olarak kendileri tarafından bile belirlenemez. Bizim bu konuda bilgi olarak ileri sürebileceğimiz üç kesinlik vardır. Birincisi, bütün zıtlıkların olmasa da, aralarındaki çelişkinin birlikte bir yaşam sürdürmelerine imkan vermediği sosyal güçlerin mücadelesinin, sömürülen ve ezilenleri önceden zaman ve mekan olarak tahmin edilemeyen isyanlara sürüklemesi ve bunun kaçınılması bir sosyal gerçeklik olması, ikincisi, bu sosyal gerçekliğin bilincine sahip olan devrimci güçlerin bu anları amaca ulaşmanın en elverişli uğrakları olarak değerlendirmesi gerçekliği, üçüncüsü ise ezilen ve sömürülen sınıflar, yaşam koşullarının ağırlığının neden olduğu isyanlara girişseler de zaferlerinin mutlak düzeyde devrimci öncüye gereksinim duyması.
Meclis ya da sovyet benzeri örgütlenmenin ortaya çıkması için devrimciler, koşulların gerçekliğine uygun bir iradeyle süreci oraya doğru sürüklerler ama bunun gerçeğe dönüşmesinde belirleyici olan kitlelerin kendilerinin yığınlar halinde ileri çıkmalarıdır. Dolayısıyla bugünün acil görevi olarak inşa edilmesi önerilen ve aynı zamanda parçalı devrimci odakların birliğini de sağlayacak, en önemlisi halkın iradesini de açığa çıkaracak örgütlenme olarak düşünülen meclislerin, gerçekleşmesinin ön koşulu bulunmamaktadır.
Meclislerin ortaya çıkması başlangıçta askeri bir koruyucu güce, gereksinim duymamakla birlikte, varlığının devamı ve iktidarı bütün olarak ele geçirmesi, kesinlikle düşmanın askeri örgütlenmesini, başlangıçta püskürtecek giderek dağıtacak, bir devrim silahlı gücüne sahip olmasına bağlıdır.
Deneye dayanan bilgi tek başına bütünlüklü bir teori geliştirmede yetersiz kalır ama deneye dayanan bilgi olmadan da düşüncenin kendini yeterli hale getirmesi mümkün olmaz. Meclis tipi kitle örgütlerine yönelik düşüncemizin akılcılık kazanması için, tarihimizin en başarılı olan deneylerini, politik olanın, askeri olanla ilişkisi açısından da incelememiz gerekir.
Paris komünü hem yığınsal katılımıyla hem de tarihin tanıdığı en gelişmiş özyönetim örneği olmasıyla, askeri olanla politik olanın diyalektik bağını anlamamız ve meclis gerçekliğini bu boyutuyla bilince çıkarabileceğimiz en önemli deneylerden biridir.
Eğer komün 72 gün boyunca yaşamışsa bunu sadece Paris emekçilerinin ve ona önderlik eden sosyalist-ilerici güçlerin inisiyatifiyle açıklamak gerçekliği dile getirmez. Çünkü Paris’in komün yönetimine geçmesi, şehri savunmak amacıyla kurulmuş olan silahlı ulusal muhafızların safını devrimden yana belirlemesi sonucu hayat bulmuştur; ayrıca devletin resmi ordusu da düzeni savunmada gönülsüz davranmıştır. Komünün gerçekleştiği çağda düzen ordularının temel askeri gücü, işçi ve köylü ailelerin çocuklarına dayanırdı. Yoksul sınıflar bir ayaklanmaya giriştiğinde, askerler çok sık üyesi oldukları sınıfın yanında durmayı tercih ederlerdi. Bu durumun ordu bünyesinde baskın hale geldiği koşullarda, görevi düzeni savunmak olan askerler, saf değiştirerek emekçilerin devrimci girişiminin belirleyici dinamiği haline gelirlerdi. Dolayısıyla kitlelerin özyönetim organları olan, komitelerin, şuraların, sovyetlerin, meclislerin varlığını sürdürüp iktidar olabilmeleri, o çağda kesinlikle askerlerin kimden yana taraf olmaları sonucu ortaya çıkardı.
Komünün yenilgisinin esas nedeni de tarihi olarak zamansız bir girişim olmasından dolayı değil, kendisini düşmanı karşısında başarıya götürecek askeri yetkinleşmeyi ihmal etmesinden kaynaklanmıştır.
Ezilen ve sömürülenler tarihinin, konumuz açısından, öğretici bilgiyle dolu olan en büyük deneyinin, 1917 ekim devrimi olduğu kabul edilmiş bir gerçektir. Lenin’in bile beklemediği bir zaman aralığında, büyük bir cesaretle, sokakları işgal eden başkentin emekçileri, 1917şubatının son günlerinde, dört yüzyıllık despotik Rus monarşisinin sonunu getiren bir çatışmaya girdiler. Tarihin akışını değiştiren bu çatışmanın nihai kaderini belirleyen de düzenli ordunun askerleri oldu.
23 Şubat günü, bilinçli işçiler ve devrimci militanların önderliğinde bir araya gelen küçük bir topluluğun amacı, dünya kadınlar gününü kutlamaktı.
Kutlamayı kadın işçi ve militanlar kısa sürede monarşiye karşı bir sokak gösterisine çevirdiler. Gösterinin başını çeken tekstil sektöründe çalışan kadınlar, bununla yetinmeyip eylemi bir greve dönüştürdüler. Kısa sürede, başta metal işçileri olmak üzere işçi sınıfı yığınlar halinde birçok işkolunda grev kararı aldı.
Ekmek diye sokakları dolduran emekçiler, ayaklanmaya dönüşen gösteriyi, ekonomik taleplerle yetinmeyip siyasal istemler düzeyine çıkardılar. Askerlerin monarşiyi savunmada isteksizlik göstermesi, çarlık düzeninin sonunu getirdi. 1905 halk ayaklanmasında bir sene boyunca çarı ve düzenini koruyan, bunun için katliamlar yapan ordu, sonunda halk hareketini ezdi ve monarşiyi halkın gazabından kurtardı. Fakat askerlerin, tarafını çardan yana değil, ayaklanan işçilerden yana belirlediği 1917 şubatının son günlerinde, monarşi on gün bile ayakta kalamadı
Halk ayaklanmasının kaderini belirleyen, başkent Petersburg’taki garnizonlarda, monarşiyle işçi sınıfı arasında sonucu tayin eden bir güç olarak bulunan köylü kökenli askerlerdi.
“26 Şubat gecesinde, saatler önce göstericilere ateş açan, Volinski alayının talim müfrezeleri etmeye karar verip halka katıldı. Astsubay çavuş T. Kirpiçnikov önderliğinde içinde makinalı tabancaların da olduğu alayın silahlarına gizlice el koydular. Ertesi gün -27 Şubat Pazartesi sabah saat 9’da sonunda onlara katılmaya karar veren yakın mesafedeki Preobraz- Henski ve Litvanya alaylarına ulaştılar. Kısa sürede altıncı istihkam bataryası ve yol boyunca diğer kışlalardan isyan eden birliklerle güçlerini birleştirerek, tam teçhizatlı Nevski Bulvarı’na çıktılar. İşçi yığınlarının ve orta sınıftan halkın alkışlarıyla karşılaştılar. Silahlı askerler ve işçiler cephanelikten ve diğer askeri depolardan on binlerce silaha el koymuştu.
Sabahın erken saatlerinde volinski alayında başlayan askerlerin isyanı, böylece 27 Şubat gününün sonunda, neredeyse Petrograd’daki bütün askeri birimlere ulaşmıştı. Asker isyanına katılanların sayısının sabah 10 bin 200’den öğleden sonra 25 bin 700’e, akşam da 66 bin 700’e çıktığı tahmin ediliyordu. 28 Şubat sabahı artmaya devam ederek 72 bine öğleden sonra 112 bine akşamda 127 bine yükseldi. 1 Mart günü öğleden sonra neredeyse bütün garnizon, 170 bin asker devrim safına geçmişti.” (February Revolution Petrograd 1917. Tsuyoshi Hasegawa. Aktaran, Murray Bookchin 1905’ten 1917’e Rus devrimleri. Dipnot yayları, syf 192.)
Ayaklanmayla birlikte ortaya çıkan halk iktidar organları olan sovyetler (meclisler) otokrasinin devrilmesinden sonra, hızla Rusya’nın kent merkezlerinde, kırsal bölgelerinde askerler arasında yaygınlaşmaya başladı. Rusya’ın devrimci dönüşümler isteyen ezilen ve sömürülenleri, devrimden yana olan politik güçleri, tarihte benzeri görülmemiş bir yoğunlukta katılım göstererek bu sürecin devamında meclislerin, ülkenin yeni kurumsal yapısının temel organı haline gelmesini sağladılar.
İşçi sınıfının bir bölüğünün-tekstil sektöründe çalışan kadınlar-başlattığı bir grevin genel greve dönüşmesi, sokaklara çıkan halkın cesareti, monarşinin devrilmesi için yetmezdi. Rusya işçi sınıfı bu gerçeği on binlerce ölü vererek 1905’te görmüştü. 1905 ayaklanması işçilerin iktidarı almasını bir yana bırakalım çarlığın egemenliğine bile son verememişti. Genel grevin ve sokağa çıkan halkın sahip olduğu bir silahlı güç olmadan, meclislerin yaşaması ve politik iktidarı alması mümkün değildi. Her devrimin yakıcı gerçeği budur. Ekim devriminde bu güç rejimi korumakla görevli askerlerin halka katılmasıyla sağlandı. Amiyane bir deyimle bir taşla iki kuş vuruldu. Hem karşı devrim silahlı güçten yoksun bırakıldı, hem de devrim kendi silahlı gücüne kavuşmuş oldu.
İmparatorluğu korumakla görevli ordunun, sınıfsal kökeni ağırlıklı olarak yoksul köylülerden oluşan askerleri, devrim safına geçtiğinde, monarşiyi ayakta tutan temel direk yıkıldı Uzun süredir sallantıda olan monarşi böylece tarihe karıştı.
Gerçekleşen devrim sadece siyasal üst yapıyı değişime uğrattı. Ortaya çıkan sonuç. Rusya’nın o günün Avrupası’nın en özgürlükçü ülkesi haline gelmesi bakımından tarihi bir öneme sahipti. Fakat görece kansız geçen devrim, toplumun sosyal sorunlarını çözüme kavuşturmaktan uzak bir mesafede bulunuyordu. Halkın karşı çıktığı savaş sürüyor, devrimin önder sınıfı olan işçiler sömürülmeye devam ediyor, nüfusun büyük bir çoğunluğunu oluşturan yoksul köylülerin toprak talebi monarşinin yerini alan yeni siyasal iktidar tarafından kulak ardı ediliyordu.
Şubatta başlayan halk ayaklanması, işçi sınıfının iktidara geleceği bir sosyal devrim doğrultusunda geliştiğinde bütün bu süreç boyunca, karşı devrim, elindeki silahlı gücü devrime karşı kullanmada başarı gösteremedi. Bu karşı devrimin liderlerinin basiretsizliğiyle ilgili bir sonuç olmaktan ziyade askerlerin, emeğin kurtuluş mücadelesine katılmada gösterdikleri kararlılıkla ilgiliydi. Nitekim sürecin en devrimci hareketi olan Bolşeviklerin önderliğinde, iktidarı almak için harekete geçildiğinde karşı devrimin karargâhı olan kışlık saraya saldıran silahlı askeri güçler Askeri Devrimci Komitenin emrindeki kızıl muhafızlardı.
Saraya sıkışmış olarak can çekişen rejime son darbeyi vuran bir zamanlar monarşinin savaş gemisi olan Aurora zırhlısının devrimci askerleri olmuştu. 25 Ekim 1917’de savaş gemisinden atılan top mermilerinin gürültüsü iktidarın işçi, yoksul köylü ve askerlerin eline geçmesine yetmişti.
İncelediğimiz iki devrimci deney de bizlere, birer öz yönetim organı olan meclislerin, öncünün tasarladığı bir plan ve örgütlenme çabası olarak ortaya çıkmadığı gibi yaşamalarınında temel bir koşula bağlı olduğunu göstermektedir;bu koşul yukarıda iki devrimci deneyde incelediğimiz gibi, ayaklananların karşı-devrimin silahlı saldırısını etkisiz kılacak bir askeri güce sahip olması demektir.
Birinci dünya savaşının sonucunda devrilen sadece rus monarşisi değildi, bir yıl sonra kapitalizmin kalelerinden olan Almanya’da da monarşisinin varlığı sona erdi. Rusya’da kardeşlerinin yaptığı gibi politik devrimi sosyal bir devrime dönüştürmek için Almanya işçi sınıfı baş kaldırdı. Dokuz ay süren iç savaşın yenilgiyle sonuçlanmasının bir nedeni en büyük işçi örgütü olan Sosyal Demokrat Parti’nin ihaneti ise diğeri de ayaklanmanın aşamadığı askeri sorunlar olmuştur. Çünkü işçilerin kurduğu sovyetlerin yaşaması ve giderek iktidarı alması askeri gücünün karşı-devrimin askeri kuvvetlerini ezmesine doğrudan bağlıydı. Bu yetenek zihinsel, eylemsel ve örgütlenme olarak başarılamadığı için alman devrimi yenilgiyle sonuçlandı. Yenileni sadece alman devrimi olarak görmek eksik bir saptama olur. Kaybedilen gerçekte bir Avrupa devrimiydi.
Birinci emperyalist paylaşım savaşının yarattığı siyasi-ekonomik sorunlar diğer Avrupa ülkelerinde de toplumsal sarsıntılara yol açmıştır. İtalya bu sarsıntının yoğun yaşandığı ülkelerden biri oldu. 1917 ekim devriminin de etkisiyle işçi sınıfının grevleri yaygınlaşmış, birçok sanayi işletmesinde işçi konseyleri kurulmuştur. Ayrıca burjuva hükümetlerin daha önce vaat ettiği toprak reformu gerçekleşmeyince, topraksız köylülerde yığınsal olarak işçilerin yanı sıra ayağa kalkmıştı.
Sürecin sosyalist bir devrim doğrultusunda gelişme gösterdiği 1919 yılında yapılan seçimlerde, İtalya Kominist Partisi’nin öncülü olan Sosyalist Parti’nin aldığı oy oranı %32,3 olmuştu. Aynı parti 1924 yılında yapılan seçimlerde, sadece yüzde 5,9 oy alabilmiştir. Beş yıl içinde yaşanan bu büyük düşüşün temel nedeni, işçi ve yoksul köylü hareketine ve onun önderlerine yönelik yapılan faşist saldırılara İtalyan devrimcilerin boyun eğmesidir. Eğer tarihin tanıdığı en büyük toplum desteğine sahip Sosyalist Parti, işçi ve köylülerin iktidarı için bir silahlı başkaldırıya girişseydi, yine faşist teröre karşı devrimci silahlı birlikleri örgütleyerek karşılık verseydi İtalya’nın kaderi sosyalizmden yana belirlenebilirdi.
Mülksüzlerin, kapitalizme karşı her kitlesel başkaldırısı, konseylerin, meclislerin ve benzeri yapıların ortaya çıkmasına eğilimli olmuştur fakat yaşamaları ve gelişerek iktidarı ele geçirmeleri karşıdevrimi askeri olarak yenmeleriyle olanaklı olmuştur. Ezenlerle ezilenlerin mücadelesinin temel yasası budur.
Yakın dönemin halk ayaklanmalarının akıbeti de bu yasayı doğrulamaktadır. Örneğin Sudan’da 30 yıllık İslamcı diktatörlüğe karşı halk ayaklanması sırasında yaygın bir şekilde direniş komiteleri inşa edildi. Aslında bu komiteler halk isyanı başlamadan önce gizlilik koşullarında küçük hücreler biçiminde faaliyet yürütüyorlardı. Halk ayaklanması süreklilik kazanınca, komitelerin etkinliği arttı. 11 Nisan 2019’da Ömer El Beşir’in diktatörlüğü yıkıldığında yüzlerce militanını gösterilerde kaybeden ve en ön cephede direnen bu komitelerdi. Ne var ki Beşir’den sonra ülkenin kaderini belirleyen aynı diktatörlüğün kadroları oldu. Çünkü diktatörlüğün varlığının temel gücü olan ordu ortadan kaldırılamadı. Bunu yapmak için ne halk komitelerinin kendi askeri gücü vardı nede resmi ordunun askerleri halkın saflarına geçti.
Ekim sosyalist devriminden sonra gelişen Çin, Küba, Vietnam ve Nikaragua devrimlerinde ve başarılı olmuş Cezayir gibi ulusal kurtuluş hareketlerinde, geniş emekçi yığınlarının siyasallaşması ve devrime katılması Paris Komünü’nden ve Ekim Devrimi’nden daha farklı bir yoldan gerçekleşti. Bunun en önemli nedeni bu ülkelerin emperyalizme bağımlı olmaları veya emperyalizmin doğrudan işgali altında olmasıydı.
Emperyalizmin bu ülkelerdeki varlığı, Avrupa ülkelerinde zaman zaman ortaya çıkan ve toplumsal bir devrimin ortamını oluşturan sosyal bunalımların sürekli bulunmasına yol açtı. Ulusal bağımsızlığın kaybedilmesine eşlik eden derin sınıfsal çatışmalar, sistemin özgürlüğe kapalı açık zorba yapısı iyi hazırlamış bir devrimci öncünün kırları temel alarak başlattığı silahlı mücadeleye, kitlelerin katılmasını sağlıyordu Sosyalizmin ve ulusal bağımsızlığın birlikte hedeflendiği bu mücadelelerde devrimin politik ve askeri sureci iç içe bir gelişme seyri izlerdi.
Ezilen ve sömürülen halk sınıflarına dayanan devrimciler, üyeleri onlardan oluşan devrimin silahlı kuvvetlerini, karşı devrimle savaş içinde inşa ederlerdi. Devrim, silahlı güçlerini geliştirdikçe politik olanda gelişirdi, yani devrimin silahlı güçlerinin egemen olduğu alanlarda, halkın geniş kitlesel örgütlenmeleri ve iradesi inşa edilirdi. Süreç zaferle sonuçlandığında halkın iradesi iktidar olarak tarihteki yerini alırdı. Komün ve ekim devriminde, düzenin ordusu askerlerinin, ayaklanan emekçilere katılmasıyla çözülen devrimin askeri sorunları, emperyalizme bağımlı ülkelerde, uzun süreli gerilla mücadelesi içinde basitten karmaşığa düzenli bir ordunun oluşumuna yol açan bir evrim içinde çözülmüş olurdu. Kürt yurtsever hareketinin kitleselleşmesi de askeri olanla politik olanın, iç içe geliştiği bir mücadelenin ürünüdür. Eğer Türkiye devrimci hareketinin, THKP-C’in devamı olan en büyük yapısı, Mahir Çayan’ın geliştirdiği halk savaşı stratejisine uygun bir yönelim içinde olsaydı, Türkiye’de de siyasal sürecin 1980’de yenilgiyle sonuçlanması engellendiği gibi, kitlelerin devrime katılımı gerilla savaşı aracılığıyla geliştirilebilirdi.
Halkın özgürleşmesinin ve yaşamını eşitlik üzerinden düzenlemesinin koşullarını yaratan meclislerin, ülkemiz açısından gerçekliğini, dünya sınıf mücadelelerinden ve ülkemizin kendi devrimci mücadelelerinden -Kürt halkının özgürlük mücadelesinin önemli deneyleri de dahil-hareketle elde ettiğimiz bilgiye dayanarak incelemek yöntem olarak en doğrusudur. Bu bilgiye, günümüzün somut gerçeklerini de eklemek gerekir. Bu yordamla, tartıştığımız konunun Logos’una ulaşabilir ve geleceğe dair öngörülerde bulunabiliriz.
Dünya devrimci deneylerinden çıkardığımız bilgiyi özetlersek:
Devrimci sosyalist düşüncelerin ülkemizde, kitleler arasında yaygınlaşması bu durumun işçiler, yoksul köylüler, gençlik ve aydınlar arasında, düzen hakimiyetinin dışında, yurt düzeyinde serpilmiş örgütlenmeler yaratması 1960’ların sonlarından başlayarak ortaya çıkmıştır.
Emekçi sınıfların, devrimci gençliğin, ilerici anti-emperyalist aydınların ve kendisini, en doğal ve insani hak olan özgürlük üzerinden var etmek isteyen Kürt halkının, yürüttüğü mücadelenin kitleselleşerek politik bir güç haline gelmesi, emperyalizm ve yerli işbirlikçilerini, aynı yıllardan başlayarak bu günde süren halka ve öncülerine karşı, şiddet uygulamaya, bunun için devletin silahlı gücünün yanı sıra paramiliter yapıları örgütlemeye yöneltti
1960’ların son yıllarından bu yana Türkiye’nin gerçek tarihi devlet eliyle düzenlenmiş, katliamların tarihidir. Halka ve devrimcilere karşı işlenen bütün cinayetler ve kitle katliamlarının faili devlet ve onun beslemeleri olan paramiliter faşist yapılardır. Ne zaman ezilenlerin hak alma mücadelesi kitlesel ölçekte büyümeye başlar, süreç halkın geniş örgütlenmelerine doğru evrilir, egemenler, devlet ve onun uzantısı olan paramiliter faşist güçleri aracığıyla şiddete başvurarak bu gelişmeyi engellemeye ve toplumu terör yoluyla sindirmeye çalışır. Bu yolla amacına uzanamadığı zaman da bütün askeri gücünü harekete geçirerek, ilerici, devrimci, yurtsever, demokratik örgütlenmeleri, önderleri ve militanlarıyla birlikte tasfiye eder.
Ayrıca Türkiye bağımlı kapitalizminin kriz dönemlerinde, buna eşlik eden bir devrimci yükseliş olduğunda, egemen siyaset halkı bölmek ve solun etkinliğini kırmak için cepheleşme siyasetini hayata geçirir.
1980 öncesinde halk muhalefetiyle iç içe gelişen militan devrimci mücadeleyi etkisiz hale getirmek ve krizi egemenler yararına idare edebilmek için sağ partilerin bir araya gelmesiyle Milliyetçi Cephe hükümetleri kuruldu. Kurulan sadece bir hükümet değildi. Din ve milliyetçilik üzerine bina edilmiş bir anti kominist çarpıtmayla, mezhepçilikte yapılarak emekçi halk bölünmek istendi. Egemenler açısından amaç, toplumun bütününde başlayan devrimci yükselişin, ekonomik ve siyasal grevlerin, kentlerin yoksul mahallerindeki uyanışın önüne geçmekti. Bu dönem devletin resmi güçleriyle yürüttüğü şiddetle, paramiliter yapıların uyguladığı, yurt düzeyine yayılmış, halkı, devrimcileri ve aydınları hedefleyen terörün birlikte yapıldığı yıllardır.
Bugün din ve milliyetçilik üzerinden yapılan politikanın yol açtığı, kültürel bölünme ve Kürt olanın düşmanlaştırıldığı cepheleştirme, 1970’li yıllarda, o yılların dünya ve Türkiye koşullarına uygun bir konseptle sağcı-solcu, Alevi-Sünni ayrımı körüklenip hayata geçirildi.
Türkiye Kürdistanında gerilla mücadelesinin önünü açtığı kitleselleşmeyi durdurmak için devlet, resmi ve gayri-resmi güçleriyle sivil halktan on binlerce insanı katletti. Yakın zamanda HDP İzmir bürosunda işlenen cinayet bir faşistin hezeyanı değil devletin yıllardır hayata geçirdiği terör yoluyla yıldırma siyasetinin bir parçasıdır.
Türkiye’nin ekonomik, siyasal ve kültürel bir bunalımı derinleşerek yaşadığı görülmektedir. Egemen sınıfların kanıksanmış bir gerçek olarak kriz dönemlerinde şiddeti yükselttiği, bu yolla sorunlara çare aradığı yakın ve uzak tarihimizin gerçekliğidir. Üstelik kontrgerillanın bu iktidar aracılığıyla uygulayacağı şiddet araçları geçmişle kıyaslanmayacak oranda yetkinleştirilmiştir.
Türkiye burjuvazisini, bugünkü gerçekliği itibariyle, bir bakımdan ikiye ayırabiliriz. Silahlı güce devlet üzerinden sahip olanlarla, devlet silahlı gücünün yanı sıra SADAT, militarist yapılar haline de gelmiş tarikatlar, ihtiyaç duyulduğunda özgürlük güçlerine karşı kullanılacak birçok yarı askeri yapılar ve MHP de örgütlenmiş faşistler üzerinden kendi silahlı gücüne sahip olanlar.
Bu tarihsel ve aktüel bilgiden şu sonuca varmak diyalektik düşünmeye uygun bir akıl yürütme olur. Türkiye koşullarında özgürlük ve eşitlik güçlerinin kitlesel örgütlenmeleri yaratmaları, sürecin başında mümkün değildir. Bu tür örgütlenmelerin ortaya çıkması, devrimci hareketin kendine ve toplumun özgürlükten yana kesimlerine yönelen şiddeti, kendi devrimci şiddetiyle etkisiz kılabildiği koşullarda oluşabilir varlıklarının iktidara doğru uzanabilmeleri ise devrimci şiddetin gücünün yatay ve dikey gelişmesiyle orantılıdır. Yani politik olanın gelişmesi için askeri olanında yanısıra gelişmesi gerekir.
Örneğin 1970’li yıllarda ortaya çıkan direniş komiteleri, hem ortaya çıkışları, hem de gelişmeleri bakımından sadece siyasal değil aynı zamanda silahlı gücü olan örgütlenmelerdi. Daha açıkçası, faşist terör koşullarında devrimcilerin siyaset yapabilmesini, sağlayan onların silahlı örgütlenmeleri olmuştur. Bu durum Türkiye’nin temel siyasal gerçekliğidir, bundan sonraki süreçte bu gerçeklik tarafından belirlenmiş olacaktır.
Gericiliğin, kendine güçlü bir toplumsal tabanda yarattığı günümüz Türkiyesi’nde devrimci hareketin gelişmesi, toplumunda özgürlük ve eşitlik doğrultusunda yürütülen mücadeleye kitlesel katılımını sağlayacak ön koşuldur. İktidarın, emrindeki paramiliter güçlerle birlikte özgürlük güçlerine saldırısı Türkiye’nin değişmez temel gerçekliğidir. Mevcut iktidar bunu gizleme gereği bile duymamaktadır. Bütün kirli işlerin merkezinde bulunan, içişleri bakanının, burjuva muhalefetini tehdit ederken söylediği “sizi 15 Temmuz’dan beter yaparız” sözü, Dışişleri Bakanı’nın “size iktidarı kim verecek” demeci ve Erdoğan’ın kendileriyle aynı soydan olan Meral Akşeneri tehdit ederken dillendirdiği ‘bunlar daha iyi günleriniz, daha neler olacak neler’ tehdidi, kuru gürültüden ibaret değildir,
Burjuva muhalefetin varlığını bile şiddeti bir öğe olarak öne çıkarıp çizmeyi aşmayın diyerek uyaranlar, halkın devrimci muhalefetini kanla boğmak için elinden geleni yapacaklardır.
Nabi arkadaşın dile getirdiği “bugünün yakıcı sorunu olarak ise politika-altı sahadan politika arenasına çıkabilmek” için devrimci hareketin, şu an gerçekleşmesi mümkün olmayan meclislere değil yeniden, kendisini kitleler arasında güçlendirecek, politik olanla askeri olanın el ele yürüdüğü militan bir mücadeleye ve böyle bir mücadelenin araçlarına ve ruhuna sahip olmaya ihtiyacı vardır.
Türkiye sol hareketinin, neyi nasıl yapmaya dair bir belirsizlik ortamında bulunduğunu söylemek hatalı olmaz. Belirsizliğin ortadan kalkması için bilimsel düşünmenin ürünü olan bilince gereksinim duyarız. Sınıf mücadelesinin gereksinim duyduğu bilinç hayatın içinden çıkar. Türkiye devrimci hareketinin son yarım yüzyıllık hayatı ve sosyalizmin dünya deneylerinden oluşmuş teorik birikimi önümüzü görmede dayanacağımız temel zemindir.
Sendika.Org, yayın hayatına başladığından bu yana işçi sınıfı hareketinin, solun ve genel olarak toplumsal muhalefetin gündemine ilişkin, farklı politik perspektiflerden düşünsel katkılara açık bir tartışma platformu olagelmiştir. Sitemizde yayımlanan yazılar yayın kurulunun politik perspektifiyle uyumluluk göstermeyebilir. Amacımız, mücadelenin gereksinim duyduğu bilimsel ve politik bilginin üretimini zenginleştirecek tüm katkılara, yayın ilkelerimiz çerçevesinde, olabildiğince yer verebilmektir.