30 yılı aşkın bir süredir sistematik olarak var olan, çözüm dahi aranmayan “Afgan Mülteciler Sorunu”; insanlık tarihinin kara lekelerinden bir tanesidir. Bu lekenin Avrupa ülkeleri için 30 yıllık bir geçmişi varken, Türkiye’ye nüksettirilen kısmı ise halklar arasına ‘nifak sokmak’ gibi, ırkçılığın-milliyetçiliğin kılık değiştirmiş bir halidir. Elbise ve politikalar, toprağına uygun bir şekilde biçilmiştir
Yaklaşık 38 milyon nüfuslu, yani deyin ki iki İstanbul nüfuslu bir ülke; Afganistan!
Yerleşim yoğunluğu, km² başına 57 insan!
Bu ufacık ülkede, yaklaşık 50 dil ve 200 dialekt mevcut! Ve tek bir bölgesel-ulusal dille birlikte, yaygın olarak kullanılabilen 5 dil var. (Bunun ne anlama geldiği genel olarak bilindiği için, yazıyı uzatmamak üzere detaylara girmeden geçiyorum.)
ABD’nin şimdiye dek uranyumdan lityuma, petrolden kömüre, gümüşten altına dek 10 çeşit yeraltı madeni yatağı keşfettiği ve kazı çalışmalarına devam ederek, farklı yataklara da ulaşmayı umduğu bir ülke; Afganistan!
Bu ufacık ülkede 2015’e dek elde edilebilen verilere göre, çoğunluğunu kadınların oluşturduğu, %61’lik bir okuma-yazması olmayan nüfus var.
40 milyonu dahi bulamayan bu nüfusun küçük bir kısmı, kimi tarihlerde Pakistan’a ve İran’a kaçarak hayatını kurtarır. Ardından Pakistan ve İran’dakilerde oraya buraya kaçışacak, göçler başlayacaktır.
Coğrafi konumuna bakıldığında, halkının okuma-yazma öğrenmede, ya da ilkokul düzeyinde temel bir eğitim alıp, meslek edinmede bir yol katetmesine dahi fırsat verilmez. Eğitim alıp meslek edinenlerinse; kaçtıkları ve yaşamaya başladıkları başka ülkelerde, bu tarihleri yok sayılır. Lise düzeyinde bile bir eşleştirilme yapılmaz. Yeri gelir bir dil ve ön eğitim sonrası, mesleklerini icra etmelerine kısmi olarak izin verilir. Ancak yasalar karşısında bu konumlarını edinmelerine hiçbir zaman izin verilmez!
Onlar; “Etsiz, sütsüz ve tüysüz koyun” kaderinde, ömürleri boyunca boğdurulmak istenenlerdir. Bebelerinin dahi yasalar karşısındaki geleceği böyle çizilir! Onlara, çok ama çok istisnai olarak farklı yaşam yolları sunulduğu da olmuştur. Ancak esas olan, kaideyi asla bozmamaktır.
Başka ülkelerdeki kaderi böyle, “değişmez”, olarak çizilen bu halkın, kendi ülkesindeki kaderi de hep böyledir. Henüz 2020 yılında; “Çeşitli branşlarda 27 kadın kontenjanlı bir meclis oluşturma” kararı alan bu ülke, hemen ertesinde, Mart 2021’de, 12 yaş üzerindeki kız çocuklarının erkeklerle yan yana şarkı söylemesini dahi yasaklayabilmiştir!
Savaşların ve yoksulluğun, üzerinde konaklayan bu çok renkli insan mozaiğine nefes dahi alma şansı tanımadığı, onların eğitim düzeylerini artırma olanağının dahi sunulmadığı bir coğrafyadır, Afganistan.
Ve bu savaşları çıkaranların, onlara bir kadermişçesine dayattıkları yasalarla hapsedilenlerdir, Afgan Mülteciler!
Almanya’daki Afgan Mülteciler’in tarihi hep engelli bir koşu gibiyken, şimdi İngiltere, Danimarka, İsviçre ve daha birçok ülkenin basında yer alan manşet haberleri; “Afgan Mülteciler’e iltica hakkı tanınmayacak, şu sayıda Afgan’a terk verildi…”
Sadece Güney Asya değil, neredeyse tüm Kuzey Afrika ülkelerinden kaçıp gelenlere de TERK haberleriyle dolu hukuk köşeleri!
Önce İran ve Pakistan’a kaçabilen küçük bir Afgan azınlık (3000 kişi kadar), ardından Almanya’ya kaçar.
Almanya’daki Afgan Mülteci sayısı 1990’lara dek böyle küçük bir gurup olarak kalır.
Ardından göç yoğunlaşır. Bugüne gelindiğinde, Almanya’da yaşayan Afgan Mülteciler’in sayısı 281.214’tür.
Almanya, Afganistan’dan gelen mültecilerin hukuki statülerini sürekli; “GEÇİCİ OTURUM” olarak belirler. Bu oturum hakkının süresi, 6 ay ile 2 yıl arasındadır. Yani oturumlarını, en geç her 2 yılda bir uzatmak zorundadırlar. Alman vatandaşlığı alabilen Afgan, neredeyse hiç yoktur.
Ve bizler dahi, buralarda yaşamaya başladığımız ilk yıllardan itibaren; onlarca ailenin, çocukları Almanya’da büyümüş, liseye ve üniversiteye başlamış olmasına rağmen, apartopar uçaklara bindirilip, ülkelerine geri gönderilmelerine tanıklık ettik! Hiç haber verilmeden, öncesinde bir karar mektubu dahi gönderilmeden, bir sabah ansızın evleri basılan ve “Afganistan’a, koruma altına aldığımız bir bölgeye gönderiliyorsunuz” denilen ailelerin sayısı hiç de az değildir. İstisnasız her yıl, onlarca aile bunu yaşar.
Yaklaşık 30 yıldır; Afganların Avrupa’da, özellikle de Almanya’da faydalanabildikleri iltica yasalarının, yani onlara verilebilecek yaşam yolculuğuna dair hakların limiti budur; “Bir gece ansızın, uçaklara istiflenip, Afganistan’da güvenliğini sağladığımız bir bölgeye gönderileceksiniz!”
Bir avuç Afgan’a reva görülen bu yaşam statüsü, şimdi de Avrupa’ya göç edebilecek Afganlara kapı kapatılarak, hepsine Türkiye gibi bir ülkenin yolu gösterilerek nihayetlendirildi.
Ancak Avrupa diyarlarında, yaklaşık 30 yıldır süreklileşen bu “Afgan Mülteciler” tarihini izleyen ve onların haklarını savunmayı elden bırakmayan, azımsanmayacak sayıda kurum ve insan da var. Bu kurumlar ve insanlar; yeni AB Mülteci Sözleşmesi’nin, hukuki olarak Cenevre Mülteci Sözleşmesi’ni çiğnediğini ve tarihin çöplüğüne attığını sürekli deşifre ettiler-etmekteler. Bu kurumlar ve insanlar, Afgan Mülteciler’e her terk verilişinde, iltica kampları ve havaalanları önünde barikat kurup oturdular-oturmaktalar.
Bu kurumlar ve insanlar, şimdi artık, gelenekselleştirdikleri bu hukuki mücadeleyi GENELLEŞTİRDİLER. 19 Temmuz günü yaptıkları bir protesto gösterisinde, “Mülteci ve Müslümanlar Hoşgeldiniz; Tüm Müslümanlara ve Tüm Mültecilere Oturum Hakkı” diyerek; Avrupa’nın ırkçı ve dolayısıyla da inanç eksenli, halk üzerinde küçümsenemeyecek boyutta bir etkisi olan manipülasyon zincirine, bu şekilde vurmayı deneyeceklerini deklare ettiler.
Özellikle Afgan Mülteciler’e reva görülen, yaklaşık 30 yıldır uygulanan bu iltica yasalarına ve uluslararası yok sayma kampanyasına karşı mücadele, bırakalım gerilemeyi, daha da büyük kampanyalar halinde yürütülmeye başlanıldı.
Türkiye’de önemli gündemlerden birisi haline gelen iltica kampları ve şimdi de Afgan Mülteciler’in alımı, bu sorunun Almanya’da ve Almanya’nın Afganistan’da 20 yılı aşkın bir süredir oluşturduğu ayaklarda çözüme kavuşturulduğunu göstermiyor.
Almanya’nın yaklaşık 20 yıldır Afganistan’da konumlandırdığı bir askeri güç vardı. Ve bu askeri güç basına sürekli; “Şu bölge güvenlik altına alındı, bu bölge güvenlik altına alındı” biçiminde raporlar vermekteydi. Bu askeri kuvvetlere yardım eden, Afganistan’ın azımsanamayacak bir nüfusunun ekmek yediği, milis güçler olarak tanımlanan guruplar vardı. Bu milis güçler, tıpkı Alman askerleri gibi çok çeşitli mıntıkalarda konumlanmışlardı.
Alman askerlerinin, Haziran ayı sonunda Afganistan topraklarından geri çekilip Almanya’ya adım atmalarının ardından, bu milis güçler “işsiz” kaldı (bu haber 18 Temmuz’dan itibaren kamuoyuna yansıtılmaya başladı)! Ve Mayıs ayından itibaren, sürekli konakladıkları kamp bölgelerinde eylemler yapmaya başladılar. Taleplerini ise şöyle dillendiriyorlar; “Buradaki çalışanlarınızı unutmayın, bizi ölüme terk etmeyin, yurtdışına çıkabilme hakkımızı verin ve Taliban saldırılarına karşı hayatta kalabilmemizi garanti altına alın!” Bu taleplere Almanya’nın verdiği cevap şimdilik; “Uygun bir çıkış yolu bulacağız!”
AB Mülteci Sözleşmesi ve Türkiye’yle yapılan bu yönlü sözleşmelerin basamak niteliği gördüğü asıl hedef; AB kapılarının, özellikle belirli coğrafya insanlarına tamamen kapalı hale getirilmesi. Türkiye bir geçiş-basamak statüsündeyken, AB Mülteci Sözleşmesi’nin ardından direk yapılan resmi açıklamalar; esasta Libya olmak üzere, Akdeniz’de kıyısı olan böyle birkaç küçük ülkeyi daha, “mülteci kampı” haline getirmek. Bu hedefe uygun bir adım olarak, Frontex adlı bir deniz polisleri birimi dahi oluşturulmuş vaziyette. Bu birimlerin gözleri önünde, botları fırtınalara kapılan ve boğulan binlerce insan oldu. Sağ kalan insanlar ise Libya’daki işkencehaneleri aratmayacak nitelikte olan iltica kamplarına, kodeslere tıkıldı.
Bu gidişatı kısa vadede engellemek mümkün olmasa da; sınır tanımayan doktorlardan gazetecilere, hukukçulara, öğrencilere dek bir gurup insan, sadece bu Akdeniz’de yaşanan insan hakları ihlallerine karşı yoğunlaşarak bu mücadeleyi elden bırakmıyor. İnsanları, kendi gücüyle istihdam ettiği gemilerle kurtarmayı deniyor. Ya da kurtaramadıklarının başına neler geldiğini raporlar haline getirerek, tüm dünyayı bu konuda bilgilendirmeyi aralıksız olarak sürdürüyor.
30 yılı aşkın bir süredir sistematik olarak var olan, çözüm dahi aranmayan “Afgan Mülteciler Sorunu”; insanlık tarihinin kara lekelerinden bir tanesidir. Bu lekenin Avrupa ülkeleri için 30 yıllık bir geçmişi varken, Türkiye’ye nüksettirilen kısmı ise halklar arasına ‘nifak sokmak’ gibi, ırkçılığın-milliyetçiliğin kılık değiştirmiş bir halidir. Elbise ve politikalar, toprağına uygun bir şekilde biçilmiştir!
Bu sorun ne Almanya’da ne de onun 20 yılı aşkın bir süredir silahlı güçleriyle konumlandığı Afganistan’da, bugünden yarına üstü kapatılabilecek veya çözümlenebilecek bir sorundur.
Bu böyleyken, hukuki olarak dünya çapında, “etsiz, sütsüz ve tüysüz koyunlar” muamelesi gören ve böyle bırakılan Afgan Mülteciler, belki de bir yarım asır daha, bu kez de Türkiye topraklarında, bu insanlık dışı muameleye maruz bırakılmaya devam edilecekmiş gibi görünüyor.
Sendika.Org, yayın hayatına başladığından bu yana işçi sınıfı hareketinin, solun ve genel olarak toplumsal muhalefetin gündemine ilişkin, farklı politik perspektiflerden düşünsel katkılara açık bir tartışma platformu olagelmiştir. Sitemizde yayımlanan yazılar yayın kurulunun politik perspektifiyle uyumluluk göstermeyebilir. Amacımız, mücadelenin gereksinim duyduğu bilimsel ve politik bilginin üretimini zenginleştirecek tüm katkılara, yayın ilkelerimiz çerçevesinde, olabildiğince yer verebilmektir.