Pandemi koşulları da yokluklara tuz biber olunca karşı devrimci güçler bunu da Küba’yı yıkmak için fırsata çevirmeye çalıştılar. Fidel’in kendisinden sonra devrimin geleceği için dediği gibi, devrimin geleceği Küba halkının elindeydi. Küba’yı hedef alan ABD kaynaklı saldırılara karşı yine ABD topraklarından yükselen bir sese kulak verelim: “Let Cuba Live!” Yani Küba Yaşasın!
Fidel Castro 95, Küba Devrimi 62 yaşında…
Her insan doğup büyüdüğü koşullar ve zamanın sorumluluğunu da normal olarak omzunda taşır. Kuşkusuz 20.yüzyıl emperyalizme ve faşizme karşı devrimlerin yüzyılıydı. Tarih bağımsızlık, demokrasi ve sosyalizm gibi yüce değerlere sarılan güçleri ve bunun içinde belirleyici rol oynayan kişileri de bu sorumluluk sarmalında ortaya çıkaracak dinamizmi taşıyordu. Fidel doğduğunda (13 Ağustos 1926-Mayari) Küba, İspanya’nın fiili işgal ve sömürüsünden kurtulmuş ama ABD’nin vesayeti ve bu ülkenin gıda ve enerji şirketlerinin hegemonyası altında gün be gün yoksullaşan bir ülkeydi.
Önce İspanyol güçlerinin safında asker olarak savaşmak için Küba’ya gelen Fidel’in babası, savaştan sonra da göçmen işçi olarak 20.yüzyılın ilk yıllarında Küba’ya döner. Fidel gençlik yıllarında, Kristof Kolomb’dan sonra adanın sömürgeleştirilmesi ve süreç içinde işgalci ve köleci sömürücülere karşı verilen mücadele konusunda kendini eğitti ve bilinçlendirdi. Mevcut düzenin kurulu mekanizmaları yoksulluğu ortadan kaldıracak, adaletli bir toplum yaratmaktan uzaktı. Emekçi kesimlerde cehalet ve okuryazarlık oranı çok düşüktü. Sol görünen partiler söylemlerinde ne denli sola sarılırlarsa sarılsınlar iktidarı ele geçirdikten ya da iktidar ortağı olduktan sonra yozlaşmanın ve sosyal adaletsizliğin kulvarında boşa kürek çekmekten kendilerini kurtaramıyorlardı.
Fidel’in Küba’yı ekonomik ve siyasal açıdan özgürlüğüne kavuşturmak ve Küba’da Batista tarafından 1952’de askıya alınan Anayasa’yı yeniden yürürlüğe koymak için tutturduğu devrimci yola girmesi öyle bir çırpıda verilen kolay bir kararla olmamıştı. Demokratik bir anayasa ve Küba’da üretilen maddi değerlerin Küba’da kalması, yabancı şirketlerin şekerkamışında, meyvede, tütünde mülkiyetine son verilmesi Küba’nın kendi halkıyla barışık bir biçimde istikrara kavuşması açısından gerekliydi.
Fidel, her şeyden önce 19.yüzyılın ikinci yarısı boyunca Küba’nın ve diğer Latin Amerika ülkelerinin kurtuluş savaşçılarından (Maximo Gomez, Antonio Maceo, Jose Maceo, Manuel Cespedes, Luis Marcano, Calixto Garcia vs.) etkilenmiş biri olarak özgürlük ve bağımsızlık için mücadeleyi sürdürmeyi, bağımsızlık savaşı kahramanlarından miras kalmış tarihsel bir sorumluluk da sayıyordu. Düşünür, şair, yazar ve bağımsızlık davasının neferi Jose Marti ise onun ayrıca bir ilham kaynağı idi. F. Castro varlık sahibi olmuş bir ailenin çocuğu olarak Küba’nın özgürlüğünü; halkının adil bir şeklinde yaşamasını ön planda tuttu. Üniversite yıllarında başladığı mücadelesini avukat olduğu dönemde de sürdürmeye devam etti. Ülkede genel seçimlerin yapılacağı 1952 yılında Fulgencio Batista tarafından askeri bir cuntayla iş başına gelmesi, Küba’nın demokrasi güçleri açısından yıkıcı bir darbe oldu. Darbeyle birlikte Fidel mücadeleyi mevcut düzen sınırları dışında bağımsız olarak örgütlemeyi en doğru bir yöntem olarak savundu ve seçti. Bundan sonra artık Fidel’in hayatında üyesi olduğu sol liberal parti (Ortodoks Parti) yerine Fidelista hareketi olmaya başladı. Cuntanın baskılarına, düzen partilerinin bekle-gör ya da pasifist politikalarına karşı devrimci bir yapılanma çalışmasına girildi.
Fidelista’ların büyük bir gizlilik içinde faşist Batista cuntasına karşı mücadele çalışması uzun bir sürece yayıldı. Hareketin örgütlenmesinde, unsurlarının seçilip eğitilmesinde, maddi koşullarının sağlanmasında genç Fidel’in –ki Batista cuntası gerçekleştiğinde henüz 26 yaşındadır- rolü belirleyicidir. Fidel iyi eğitilmiş yüzlerce devrimciden oluşan ekibinin eylemi üzerine çok çok çalışmış; hem askeri hem siyasi komite ile durumu derinlemesine tartışmıştır. Devrimci hareketin henüz bir adı yoktur ama Fidel’in devrimci düşünceleri ve hedefleri etrafında bir araya geldikleri için onlar için, o süreçte ya da sonrasında “Fidelista” denmiştir.
26 Temmuz 1953’te Fidelistalar ülkenin ikinci büyük askeri karargahı olan Moncada Kışlası’na saldırarak halkı Batista’ya karşı harekete geçirme kararı almıştır. Eylem taktik açıdan başarısızlıkla sonuçlanmış; onlarca Fidelista eylemde vurularak ölmüş olmuş, onlarcası da tutsak edilmiştir. Yalnız Fidel’in yakalanıp tutsak düşmeden önce Sierra Maestra tepelerine doğru geri çekilirken Moncada Kışlasının yer aldığı Santiago de Cuba’yı gören bir noktadan kaybettikleri arkadaşlarını düşünerek “Yoldaşlar! Geri döneceğiz” diye seslenmiştir.
Bundan sonrası Fidel için 1955 yılı Mayıs ayına kadar sürecek olan bir mahpusluk dönemidir. Fidel’in savunması, Küba’nın tarihi gerçekleri ve bu gerçekler karşısında devrimciler olarak üstlendikleri rolün haklılığı üzerine oturtulmuş bir ders niteliğindedir. Ve “Tarih beni beraat ettirecektir” vurgusuyla biten ifadesi 26 Temmuz 1952 tarihli Moncada yenilgisinin yarattığı acı üzerine Fidelista’lara yeniden soluk aldırma ve siyasal açıdan kendilerini halka iyi anlatma işlevi görür. Küba halkı bu savunma karşısında rejimin propagandasının aksine Fidelista’lara daha çok sempati besler ve davayı daha çok destekler. Fidel ve tutsak yoldaşları cuntanın iktidarına karşı yürütülen siyasi af kampanyası sonucu rejimin şartlarına da boyun eğmeden içerden salıverilirler. Fidelistalar açısından mesaj açıktır; Moncada başlangıçtı ve hapishaneden 26 Temmuz’da açılan yarayı yoldaşlarının kaybına rağmen onarmış olarak çıkıyorlardı. Ve zaten bir süredir hareketin adı da 26 Temmuz Hareketi (Movimento 26 de Julio) olarak anılıyordu. Şehirlerdeki duvar yazılarının başında “ M-26-7” ibaresi geliyordu.
Fidel hapisten çıkarken kaldıkları yerden mücadeleye devam edeceği açıklaması yapmıştı. İlk işinden biri hem içerde hem dışarıda hareketin önde gelenleri ile 26 Temmuz Hareketi yönetimini oluşturmak oldu. Bundan sonraki süreç Meksika sürgünü ve burada ülke ile koordineli bir şekilde devrim hazırlıkları yapmak oldu. Ve Meksika’ya gidişinden yaklaşık bir buçuk yıl sonra 25 Kasım 1956’da, içinde Che’nin de olduğu eğitilmiş seçkin 81 devrimciyle Granma yatıyla yola çıkmak oldu.
Granma yolculuğu da, yolculuk sonrası Sierra Maestra Dağlarına ulaşma da çok zorlu; kayıplarla dolu bir süreçti. Ama Fidel devrime kilitli bir kurmaydı. Tüm samimiyetiyle “1956 yılında ya öleceğiz ya geri döneceğiz” diye halka beyan etmişti. İlk zorluklar atlatıldıktan sonra ufukta devrimi görmesi de zor olmadı. Ve 1 Ocak 1959’da devrim doğduğunda da “asıl zorluklar yeni başlıyor” diyecekti.
Bağımsız ve özgür Küba’yı hazmedememenin karşılığı olarak ambargo
2.Dünya Savaşından sonra, Soğuk Savaş yöntemleriyle hegemonyasını arttıran ABD, ayakucunda kendisinden bağımsız hareket eden, ülkesinin şirketlerine ait arazileri ve işletmeleri kamulaştıran bir Küba’dan yana değildi. Hele ki Küba’nın yönetim ve mülkiyet biçimi olarak sosyalizmde karar kılması itibarıyla ABD’nin saldırıları dur durak bilmedi. Bu saldırılar arasında Küba’nın endüstriyel ürünü olan şekerkamışına zarar veren böcekler salınmasından tutalım da ülkeye yine gizli yolla sokulan ve domuzları kırıp geçirecek virüs sokulmasına kadar yüzlerce kimyasal, biyolojik hatta doğrudan fiziki saldırılar hiç durmadı. ABD, özgür ve bağımsız üstelik sosyalist ekonomi kurallarına göre hareket eden Küba’nın ayağa kalkmasını engellemek içten, dıştan, havadan, karadan, denizden saldırılarını hiç eksik etmediği gibi ABD şirketleriyle doğrudan ve dolaylı bir şekilde çalışan ülkelerin de Küba ile ekonomik ilişkilerine ambargo koydu. 1961’deki Domuzlar Körfezi saldırısını ambargo konusunda başlangıç alırsak ABD, Küba’ya karşı 60 yıldır doğrudan ve dolaylı yollardan ağırlaştırılmış bir ambargo uygulamakta ve ambargonun çoğunluk içeriği ise acil ilaç ve gıda dahil insanın temel yaşam ihtiyaçları ile ilgili olmakta. Mesela 1992’de ABD’ye gitmek isteyen bir grup serseri limandaki deniz motorlarından birini çalmış ama motoru çalıştıramamışlardı. Kendilerini gören beş polisten dördünü öldürmüş ve birini ağır yaralamışlardı. Ağır yaralı olan Rolanda Perez hastanede otuz yedi gün yaşam mücadelesi verir. R.Perez’i kurtaracak ilacı üreten ABD’li bir şirkettir. İlaç şirketin Avrupa’daki bir şubesinden istenmiş ve ambargo nedeniyle ne bu yöntem ne de üçüncü bir aracının devreye girmesi işe yaramamıştır. R.Perez kurtarılamamıştır. F.Castro, Perez’in cenaze töreninde yaptığı konuşmada “Sevdiğiniz bir insanı gömerken, onun hayat hikayesini anlatırız. Ronaldo’nun hikayesi bizim insanımızın hikayesidir. Devrimimizin hikayesidir, O, asil, iyi, vatansever, devrimci, fedakar çalışkan ve disiplinli bir çocuktu. Rolando’ya olanlar öğrencilerimizden birinin de, gençlerimizden birinin de başına gelebilirdi. İsa’nın haçın üzerinde altı saat durduğu söylenir. Bu ölüm tüccarları Rolando’yu bu sürenin yüz elli katı beklettiler” sözlerini de sarf etmişti. Bağımsız ve özgür bir ülke insanına olan düşmanlığın ve ambargonun boyutu açısından Rolando örneği çarpıcıdır ama Küba için buna benzer yüzlerce örnek vardır.
Meksikalılar dahil Orta ve Güney Amerikalılar ülkesine girmesin diye duvarlar ören, elektrikli teller çeken ABD, Küba’dakiler Küba’dan kaçsın-göçsün, kendisine sığınsın diye devrimden bu yana elinden gelen her bir şeyi yapıyor. Devrim sırasında göçüp ABD’ye sığınan, Küba’nın varlıklıları ise ABD’nin Küba Devrimini yıkmak için en büyük yardımcısı ve destekçisi oldular. SSCB’nin dağılmasından sonra ticari ilişkiler yönüyle kaynak açısından zor duruma düşen Küba’da ardı arkası gelmez komplolar kurmaya devam ettiler. Sosyalist ülkeler çöktü ve bir sallayış ile Küba’da çökertilecekti. Tüm bu kışkırtmalara karşı Başkan Fidel’e, devrimin yöneticilerine güvenen ve inanan Küba halkı yokluklar ve zorluklar içindeki sisteme dört elle sarıldı; bağımsızlık ve özgür olmak her türlü yıkıcılığa, ambargoya ve komploya karşı üstün geldi.
G.W.Bush’un 2001’de ABD Başkanı oluşuyla birlikte Küba’ya yönelik komplolar yeniden köpürtüldü. Göçmen Kübalıların yoğun yaşadığı ve Küba’ya en yakın ABD kenti olan Miami’de, Küba Amerika Ulusal Vakfı, CIA ile birlikte her türlü yıkıcı fili faaliyetin başını çekiyordu. Miami’den yayın yapan radyo televizyon kanalı Küba halkı cafcaflı tüketim kültürünün cazibesine dayanamasın diye durmak bilmez bir propaganda yürütmeyi sürdürdü. Küba’da sözde konsolosluk işlerini sürdüren Amerikan Çıkarlar Ofisi, Küba’da devrimi doğrudan yıkmak için faaliyetler örgütledi. Ancak Fidel’in keskin sezgileri ile tüm karşı devrim çalışmaları boşa çıkartıldı. ABD ile işbirliği yapan karşı devrimciler umutlarını Fidel’in 2006 yılında hasta oluşuna; ardından da öleceği fikrine bağladılar. Fidel 25 Kasım –ki 25 Kasım 1956’da Granma ile devrime yolculuk günüdür– 2016’da aramızdan ayrıldığında on yıllardır ABD’de Küba’yı batırmak için bekleşen karşıdevrimciler bayram etti. Oysa Küba Devrimi 12 milyonluk Küba halkının büyük çoğunluğu ile et ve tırnak gibiydi. Devrim başından beri halka inmiş ve devrim halkın kendisindeydi. Ambargoya dayalı yokluklar, bir takım alanlarda eskiyenin yerine yenisini koyamamak, enerji kıtlığı var mıydı, vardı. Bunun nedeni ise yönetim biçimi değil, Küba üzerindeki yoğun baskılardı.
İnsanlığın ve yerkürenin bir değil, daha çok Küba’ya ihtiyacı var
Pandemi koşulları da yokluklara tuz biber olunca karşı devrimci güçler bunu da Küba’yı yıkmak için fırsata çevirmeye çalıştılar. Fidel’in kendisinden sonra devrimin geleceği için dediği gibi, devrimin geleceği Küba halkının elindeydi. Özgür ve bağımsız kalıp kalmamayı halkın iradesi belirleyecekti. Eğitim ve sağlık alanında insanlığa büyük dersler vermiş; önemli dayanışma örnekleri sergilemiş, varlığını paylaşmış, yokluğa direnmiş Kübalıların bu noktadaki yeni tutumu belirleyici olacaktı.
Ki Fidel, J.Marti’nin “Ben alçak gönüllü bir kimseyim/palmiyelerin yetiştiği ülkeden/istemem ölüp gideyim/şiirlerimi söyleyemeden” dizelerinde de hissedilen özgürlük tutkusunu kendi çağının sorumlu bir kişisi olarak Küba’ya indirmişti. Küba özgür ve bağımsız olmak için çok çok mücadele etti. Tüm Latin Amerika ülkelerine ilham verdi; dayanışma gösterdi. Küresel ısınma ve iklim krizine karşı Fidel başından beri dikkat çekmiş; Küba’da dün ve bugün doğa dostu çevre politikaları uygulanmıştır. Kapitalist tüketim bir denge değil kâr üzerine kuruludur. Bu nedenle terazinin bir kefesi yerde iken bir kefesi 180 derece açıyla diğer yanındadır. Yerküremiz bu dengesizliğin yarattığı tahribattan dolayı yok oluşun eşiğine gelmiş; çoğu canlıların yaşam şartlarını da ortadan kaldırmıştır. Böylesine karamsar ve kaotik tabloya karşın bağımsızlık, eşitlik, sosyalizm gibi soylu değerlere dair ideallerimizi sürdürüp; bunlar için savaştıkça insan yanımız kadar yeryüzünü de sermayenin sultasına karşı özgür kılabiliriz.
Küba’yı hedef alan ABD kaynaklı saldırılara karşı yine ABD topraklarından yükselen bir sese kulak verelim: “Let Cuba Live!” Yani Küba Yaşasın!