Ziyaretçiye kapatmışlar o gün koskoca mezarlığı, “Bugün” demişler, “bugün sadece komünarların dostları girebilir buraya.” “Görmüyor musunuz” demişler, “görmüyor musunuz nasıl da açmışlar kollarını, dostlarını beklemekteler bunca zaman sonra, çekilin aradan, özlemle kucaklaşsınlar”
Sürgünlük o kadar da kötü bir şey değilmiş diye düşünüyordum 18 Mart’ta Père Lachaise mezarlığında, komünarların son kurşuna dizildikleri yer olan Federeler Duvarı’na yürürken. Memleket özlemi, yakınlarının özlemi, dostlarının özlemi… Açlık, yoksulluk, zorluk günleri… Hiç de kolay değildir dilini bile bilmediğin bir ülkede, ‘fabrika ayarlarını’ bir kenara bırakıp yepyeni bir hayata başlayabilmek. Ama yıllar geçip de biraz düzlüğe çıkınca unutuluveriyor işte çekilen acılar. Hele böyle tarihi anların içinden geçerken.
Bu kaçıncı tarihi an diye düşünüyordum yürürken. Bu kaçıncı tarihi an, sürgün olmasaydım eğer asla yaşayamayacağım. Önce Eyfel’in 100. doğum günü şenlikleriyle başlamıştı bu anlar, ardından da Fransız Devrimi’nin 200. yıldönümü kutlamaları. Kim derdi ki Halepçe’yi söylerken göreceğimi Grande Arche’in açılışında dünyaca ünlü Kürt ozanımız Şivan Perwer’i.
İşte şimdi de Paris Komünü’nün 150. yıldönümü.
Aşı randevum nedeniyle yetişememiştim açılış törenlerine ama, isim biter bitmez koşmuştum komünarların başuçlarına.
Paris’e ilk geldiğim günden beri sıklıkla ziyaret ettiğim bir yer burası; kimi zaman tek başıma gider dertleşirdim komünarlarla, kimi zaman da grup olarak gider sohbetlerdik onlarla. Cebimizde bir tek çiçek alacak paramızın bile olmadığı ama dünyanın bütün çiçeklerini komünarların ayaklarına serme duygularıyla dolup taştığımız günler. Bir koşu dağılırdık mezarlığın dört bir köşesine, ne kadar güzel, canlı çiçek varsa bulup getirir usulca koyardık komünarların son kurşuna dizildikleri yer olan, Komün duvarı olarak da anılan Federelerin Duvarının dibine. Böylesi bir günde fark etmiştik Marx’ın kızı Laura ve Paul Lafargue’in mezarlarını; mezar taşını okuyunca ‘bunlar bizdenmiş’ diyerek bırakmıştık üzerlerinden aldığımız çiçekleri. Anıt Duvar’ın tam karşısına düşüyor J.B. Clement’in yattığı yer. Sonradan Komün’e ithaf ettiği Kiraz Zamanı’nın söz yazarı. Sağında, solunda diğer komünarlar, biraz uzağında Marx’ın kızı ve damadı… Hep birlikte ulu ağacının altında sessizce yatıyorlar. Hint kestanesiymiş bu ağaç, 1880’de dikilmiş. Neredeyse Paris Komünü’yle yaşıt.
18 Mart 1871’de Paris halkının yönetime el koymasıyla başlayan ve sadece 72 gün ayakta kalabilen Paris Komünü. Bir yıl önce Prusya’ya açılan savaş Fransız Ordusu’nun bozgunuyla sonuçlanmış, kapitülasyonlar sıralanır olmuş bir bir, her biri diğerinden ağır. Kuşatma altındadır Paris, açlık ve soğukla boğuşmaktadır. Bu şartlar altında isyan etmeyip de ne yapacaktı Paris halkı? Ayaklanmaktan başka bir yol var mıdır önünde? Ayaklandıktan 10 gün sonra, 28 Mart’ta ilan edilir gururla tüm dünyaya her bir üyesi seçimle belirlenen ve her kesimden halkın tüm devrimci eğilimlerini kapsayan Paris Komünü’nün kuruluşu.
Karmaşık düşünce silsilesi içinde, ne zaman vardım, anlayamadım bile duvarın dibine. Benden önce gelenlerin bıraktığı muhteşem çiçek sepetini görünce geldim kendime. Ne de güzel duruyordu. Kıpkırmızı güllerin zemininde güneş gibi açan sarı güllerden Orak Çekiç sepeti. Sevgiyle çöktüm yanına. “Boşuna düşmediniz” dedim komünarlara, çiçeklerle birlikte “boşuna düşmediniz toprağa, sizin göndere çektiğiniz kızıl bayrağınız elden ele bütün kuşaklarda.” Rusça bir yazı iliştirilmiş çiçeklerden birine, diğerleri isimsiz. “Bugün de çiçeksiz geldim ben” dedim utangaçça, çok eski günlerdeki gibi. Ama inanın ne parasızdım ne de unutmuştum böyle bir günde çiçek almayı ama işte salgın günleri önlemlerine takılmıştım şimdi de. Saat 15’i geçiyordu hastaneden çıktığımda, ışık hızıyla hareket edersem ancak bir saatte ulaşabilirdim mezarlığa. 16’yı çoktan geçmişti Gambetta kapısından girdiğimde mezarlığa. Zaten 18’de de başlıyor sokağa çıkma yasağı.
Komünarlara gelinir de bizim komünarlarımıza uğranmaz mı? Hala kulaklarımızda değil mi “Üşüyorum üstüme komünarların battaniyesini örtün” diyen sesi. Uzandım, bu sefer komünarlardan bir çiçek aldım ödünç ama çalmadım. İkinciyi istemeye utandım. Önce Ahmet Kaya’ya uğradım yol üstü zaten. Yağmur da başlamıştı hafiften, ıslak çiçeklerini düzelttim. Biliyorum severdi o da görse, “bir görseydin” dedim “bir görseydin çiçeklerden orak çekici sen de öyle bir coşardın ki iki gözüm…”
Çabucak vardım Yılmaz Güney’in yanına. Yağmur altında daha da mı hüzünlü ne. Öyle durmuş bakıyor, çerçeveden taşan hüzünlü bakışlarla. “Üzülmeyin” dedim, “üzülmeyin, bugün sizin yerinize de gittim ben oraya.” Komünarların selamını bırakıp usulca okşadım gözlerimle.
Gavroş
29 Mayıs’a kadar salon toplantılarından yürüyüşlere kadar onlarca etkinlik düzenlendi. Coşkulu mu coşkulu, öğretici mi öğreticiydi hepsi de.
16 Mayıs’ta çıktık KOMÜN’ÜN İZİNDE gezintisine 19. Paris’te, Stalingrad Meydanı’nda. Ayak izlerine basa basa yürüdük komünarların, günümüzle bağlarını kura kura. Her birimizin elinde komünarların fotoğrafları ve dövizlerimizle. Şarkılar, marşlar söyledik yol boyunca, Komün Orkestrası’yla. Çatışmaların yoğunlaştığı yerlerde durup önemli olayları dinledik uzmanların konuşmalarıyla. Hepsi de Yaşasın Komün sloganlarıyla biten.
Tam Buttes-Chaumont Parkı’na girerken gördüm onu. Bir arabanın tepesinde, bir elinde kızıl bayrak, diğer eli sargılı, Gavroche’u (Gavroş). Gavroş, hemen hemen bütün dillerde aynıdır adı; Parisli bir sokak çocuğu, Victor Hugo’nun Sefiller romanında duyduk ilk önce adını. Hani on dokuzuncu yüzyılın popüler destanı.
“Paris’in bir çocuğu ormanın da bir kuşu vardır” der, “Kuşa serçe denir çocuğa da evlat.” “Ne başının üstünde çatı ne ayağında ayakkabı ne de sırtında gömleği vardır” o evladın. “Üstünde, babasının topuklarından aşağı inen eski bir pantolonu, başında kim bilir hangi babadan kalma kulaklarından aşağı inen eski bir şapkası vardır. Hırsızları bilir, argo konuşur, müstehcendir dili ama kalbinde hiçbir kötülük yoktur. Çünkü ruhunda bir ‘inci’ vardır ve inciler hiçbir zaman çamurda erimezler. İnsan çocuk olduğu sürece, Tanrı onun masum olmasını ister” diyerek devam eder anlatmaya.
Paris’in sokaklarında edinmiştir ilk tecrübesini; 1830 Temmuz Devrimi’nin alt üst oluş günlerinin Paris’inde.
İlk olarak Victor Hugo’dan duyduk adını ama o da Eugène Delacroix’nin “Halka Rehberlik Eden Özgürlük” adlı tablosundan görmüşmüş onu. Hani uzun saçları, başındaki bonesi, yarı çıplak göğüsleri ve çıplak ayaklarıyla zafere yürüyüşün ifadesi, olan genç kız tablosu. Bir elinde süngülü tüfeği diğer elinde mavi-beyaz-kırmızı bayrağı ile 1789’daki Büyük Fransız İhtilâli’nin baldırı çıplaklarının ve zaferlerinin simgesi. Hemen solundaki barikattadır, iki elinde iki tabanca, boynunda askerlerden aldığı fişekliğiyle “efsaneleşen çocuk” Gavroş. “Modern bir konu seçtim” der abisine yazdığı mektupların birinde bu tabloyla ilgili ressam, “Bir barikatı çizdim; vatan için savaşmadımsa da en azından onun resmettim”.
O kadar sever ki Gavroş’u Hugo, ünlü tablodan alıp sefillere yerleştirirken bir de şarkı iliştiriverir dudaklarına, capcanlı, ölümsüz kılan, günümüze kadar taşıyan onu. Barikatlarda başının üstünden vızıldayan kurşunlara aldırmadan, cesetlerdeki fişeklikleri toplarken tutturduğu şarkıyı. Döneme özgü taşlamalarla dolu upuzun bir şarkıdır ama nakaratı hep aynıdır:
O yere düştü
Bütün suç Voltaire’indir,
Burnu çamurlara bulandı
Bütün suç Rousseau’nundur.
Şakıdıkça şakır “Küçük bir kuşsun sen” diye, seğirttikçe seğirtir, “bu Rousseau’nun hatası” diyerek. Barikattan barikata yankılanır nakaratı: “Ne yapayım Voltaire’in hatası, ne yapayım Rousseau’nun hatası…”
Voltaire ve Rousseau, yankıları günümüze kadar gelen ve yaşadıkları 18. yüzyıla damga vuran iki dev, iki aydınlanmacı filozof. İlki 30 Mayıs 1778’de ölmüştü, diğeri birkaç ay sonra. İkisinin de işi bitmişti bu dünyada, yapabilecekleri her şeyi yapmış, söyleyecekleri her şeyi söyleyerek not düşmüşlerdi tarihe, özgürlük, hoşgörü ve kardeşlik çağrılarıyla.
Onlardan yarım asır sonra can verir, daha on iki yaşında bir çocukken, barikattan barikata koşan “en muhteşem sefil” Gavroş, adını yadigâr bırakarak bizlere.
İşte tam karşımda, parkın giriş kapısındaydı şimdi, komünarların kızıl bayrağını kapmış yol açıyordu bize.
Son durağa kadar coşkuyla takip ettik kendisini.
29 Mayıs buluşması sözleriyle ayrıldık birbirimizden.
29 Mayıs ki, bütün Avrupa burjuvazisinin birleşerek halk iktidarını ezdiği son kanlı haftanın bitimi.
Sabah saat 10’da başladı o gün eylemlilikler. 1871 Paris Komünü’nün Kadın ve Erkek Dostları’nın inisiyatifiyle yapılan çağrı, onlarca dernek, sendika ve kolektifin katılımıyla tam bir festival sahasına dönüştü Republique Meydanı. Pankartlar, afişler, bildiriler. Her yerde komünarlar.
Birisi tiyatro gösterisi yapıyor, Komün savunmasından, bir diğer sahnede Komün şarkıları söyleniyor sırayla. Bir diğer köşede görüyordunuz ta Almanya’dan Komün kutlamaları için gelip de ateşli ateşli konuşanları. Çoluk çocuk, yaşlı genç, herkes orada.
Herkes biliyor, o gün kanlı haftanın son günü olduğunu. Saat tam 14’de başlıyor Komün Mezarlığı’na yürüyüşümüz. Güzergâh üzerinden katılan katılana…
Bütün Paris, bütün çevre iller sel olup taşmaktadır ünlü Pere Lachaise Mezarlığı’na.
Güneş de komünarları selamlamaktadır sanki, hiç olmadığı kadar güzel, hiç olmadığı kadar yakıcı…
Ziyaretçiye kapatmışlar o gün koskoca mezarlığı, “Bugün” demişler, “bugün sadece komünarların dostları girebilir buraya.” “Görmüyor musunuz” demişler, “görmüyor musunuz nasıl da açmışlar kollarını, dostlarını beklemekteler bunca zaman sonra, çekilin aradan, özlemle kucaklaşsınlar.”
Her taraf kızıla kesmiş, pankartlarla örtülüyor üstleri, çiçekler konuyor marşların eşliğinde, ayakları dibine… Kızıl bayraklar dalgalanırken havada nazlı nazlı, hep bir ağızdan söylendi yeniden Enternasyonal Marşı. Paris Komünü sırasında şehir konseyi üyelerinden olan ve Komün’ün yenilgisinden sonra gıyabında ölüme mahkûm edilen işçi şairlerden biri olan Eugène Pottier’in eseri. 1880 yılında çıkarılan afla dönebilmişti yurduna, Amerika’da geçirdiği sürgün yıllarından sonra; ölümünden sadece 7 yıl önce.
Binlerce kişinin katıldığı ve “Yaşasın Komün” sloganlarının atılıp polisle çatışmaların yaşandığı bir cenaze töreninden sonra uzanmıştı o da kendisinden önce giden komünar yoldaşlarının yanına, bestelendiğini göremeden eserinin.
Koyun koyunalar şimdi. Yanıbaşımızdalar.
Enternasyonal’i söylüyoruz hep birlikte, Kiraz Zamanı’na geçiyoruz sonra Jean-Baptiste Clément’in başucunda:
Seveceğim daima kiraz zamanını
Kalbimde açık bir yara gibi taşıdığım o zamanı
Ve talih, bana sunduklarıyla
Asla dindiremeyecek acımı
Seveceğim daima kiraz zamanını
Ve kalbimde sakladığım anısını…*
Cemal Süreya’nın dizeleri geliyor aklıma:
“Üstü kalsın…” diyorum.
“Üstü kalsın sürgün hayatım
Bugün yaşadıklarım yeter bana…”
*Çeviren: Güven Güner
Sendika.Org, yayın hayatına başladığından bu yana işçi sınıfı hareketinin, solun ve genel olarak toplumsal muhalefetin gündemine ilişkin, farklı politik perspektiflerden düşünsel katkılara açık bir tartışma platformu olagelmiştir. Sitemizde yayımlanan yazılar yayın kurulunun politik perspektifiyle uyumluluk göstermeyebilir. Amacımız, mücadelenin gereksinim duyduğu bilimsel ve politik bilginin üretimini zenginleştirecek tüm katkılara, yayın ilkelerimiz çerçevesinde, olabildiğince yer verebilmektir.