Sağın ağır mirası ve mevcut siyasi tablo

AKP, mutlak iktidar olabilmek için mümkün olan bütün yolları, kullanabildiklerinin dışında, zorlayacaktır. Bu, büyük ihtimalle ‘Olağan Üstü Hal’ ilan etmek olacaktır. Ancak meşruiyet açısından gerekçelerin yaratılması gerekmektedir. Eğer olursa, zor zamanlar bizi beklemektedir

Sağın ağır mirası ve mevcut siyasi tablo

Son günlerde yaşanılanlar, görmek isteyenler için aslında devletin anatomisini ortaya çıkaran bir tabloya işaret ediyor. Bilindiği gibi devlet şiddet tekelini elinde bulunduran bir kurumdur. Diğer bir değişle şiddet uygulama hakkına sahip tek kurumsallaşmadır. Bu tanımlama “hukuk devleti” çerçevesinde denetlenme koşuluna bağlı bir niteliğe sahiptir. Ancak bilinen haliyle bu yapılanma, uzun sınıf mücadeleleri sonucunda bir kurumsallığa kavuşmuştur. Diğer bir ifade ile devlet sınıf mücadelelerinin vuku bulduğu ve biçimlendirdiği bir alandır. Batı Avrupa tarihine bakıldığında bu durum gayet net görülebilir. Sınıf mücadelelerinin üzerinden oluşan bu kurumsallaşma aynı zamanda toplumsal denetimin mümkün en üst seviyesine çıkması anlamına gelmektedir. Bu elbette hiçbir hukuk dışı faaliyetin bu ülkelerde söz konusu olmadığı anlamına gelmez, sadece devlet ve yürütme bir taraftan süreci denetlerken, aynı zamanda müdahale araçlarının devletten bağımsız bir biçimde sürece müdahalesine imkân verir.

Sınıf mücadeleleri ve devletin kurumsallaşması

Buradaki kurumsallaşma vurgusunun arkasında yatan kilit kavram sınıf mücadelesidir. Kapitalist bir toplumsal kurumsallaşmanın gücü, yaşanmış süreçteki sınıf mücadelesinin şiddetiyle koşullanmıştır. Mücadele ne kadar şiddetli ise devlet kurumsallaşması, toplumun en ince damarlarına kadar nüfuz edebilecek, denetleyebilecek bir örgütlenmeye gitmiştir. Bu anlamda söz konusu kurumsallaşmanın bir yüzü de sosyal demokrasi olarak biçimlendi. Tarihsel olarak sosyal demokrasi, sınıf mücadelesinin önünü kesmek, sistem içine çekmek üzere biçimlendi ve bunu büyük ölçüde gerçekleştirdi. Dolayısıyla oluşturulan kurumsallaşmanın bir parçası haline getirdi.

Sosyal demokrasinin rolü

Batı Avrupa dışında, Türkiye özelinde yaşanan kapitalistleşme sürecine baktığımızda farklı bir işleyiş hayata geçti. Bu süreçte sınıf mücadelesi elbette vardı ancak işçi sınıfı açısından yaşanan sürece kendi çıkarları adına müdahalede bulunma gücü yoktu. Sermaye açısından baktığımızda ise, öngörülenin kapitalist temelde örgütlenmiş bir toplum projesi olması dolayısıyla doğası gereği devlet, bir temsiliyet üzerinden süreci biçimlendirdi. Bu anlamda sınıf mücadelesinin şiddetinin düşük düzeyde gerçekleşmesi kurumsallaşmanın zafiyetini beraberinde getirdi ve kurumsallaşma üzerinden toplumu denetlemenin şartları oluşamadığı için otoriter bir yapılanma oluştu. Dolayısıyla, Türkiye örneğinde yaşanan süreçte sosyal demokrat bir inisiyatifin oluşma koşulları da ortaya çıkmamıştı.

İçerilenler ve dışlananlar

Elbette bu meseleyi dünya genelinde yaşanan süreçle beraber ele almak gerekiyor. Batı Avrupa’da Almanya, İspanya, İtalya deneyimleri kendi tarihsellikleri içinde faşist bir devlet yapılanmasına yönelmişlerdir ve bu durum Birinci Dünya Savaşı’yla çözülemeyip ertelenen sorunlarla ilgilidir. Bu süreçte Türkiye, bir ulus devlet inşasını hayata geçirmeye çalışmaktadır. Dolayısıyla dünya genelinde yaşanan çatışma ve gerilimde bir tarafa yanaşmadan büyük ölçüde kendi gündemini hayata geçirmeye çalışmıştır. Elbette kapitalist bir inşa anlamına gelen bu süreç, dışlama ve içerme olarak tanımlayabileceğimiz bir mekanizmayı devreye sokmuştur. Azınlıklar olarak tanımlanan, sermayeyi elinde bulunduranlar bu projeden dışlanmış, boşalan yerler yerli olanlara açılmıştır. Bu süreç, İkinci Dünya Savaşı sürerken Varlık Vergisi uygulamasına kadar devam etmiştir. Diğer taraftan, uluslaşma projesinden dışlanmayan, projeye içerilen Kürt halkı ağır denetim koşullarında yaşamaya ve kabule zorlanmıştır.

Demokrat Parti’den ANAP’a

Bilindiği üzre İkinci Dünya Savaşı, Birinci Dünya Savaşı’nda çözülemeyip ertelenen sorunların çözüldüğü tarihsel bir dönemeçtir. Türkiye, bu savaşın dışında kalarak süreci mümkün olduğunca az maliyetle yaşamıştır ve bilindiği gibi, Soğuk Savaş koşullarında tavrını doğal olarak kapitalist bloktan yana koymuştur. Bu tercih beraberinde bazı yükümlülükleri de getirmiştir. Bu yükümlülüklerden en kritiği, Çok Partili Rejim’e geçilmesidir ve geçilmiştir. Bu dönüşüm Türkiye’nin bugün karşı karşıya kaldığı sorunlarla doğrudan ilgilidir. Cumhuriyet Halk Partisi’nin (CHP) içinde, bugünkü tabirle muhafazakâr olan kesimin konsolide olmasıyla Demokrat Parti (DP) kurulmuştur.

Önemli bir büyük toprak sahibi olan Adnan Menderes ve ekibi, kendileri farklı hayatlar yaşarken topluma muhafazakârlığa sahip çıkılması gerektiğini dillendirmişler ve zaten muhafazakâr olan büyük çoğunluğun desteğini almışlardır. Demokrat Parti’yle başlayan bu süreç bilindiği gibi 27 Mayıs 1960 darbesiyle durduruluyor; ancak yeni süreçte Adalet Partisi (AP) iktidarı üzerinden devam etti. Bundan sonraki süreçte, sosyal demokratların koalisyonlar üzerinden iktidarı paylaşmaya çalıştığı bir dönem yaşandı ve süreç 12 Eylül faşist darbesiyle sonuçlandı. Darbe sonrası ANAP iktidarları genel konjonktürden de destek alarak Türkiye’de bir kırılmayı başlattı ve her düzeyde örgütledi.

Sağın ağır mirası

Sonrasında süreç DYP-SHP, Refah-DYP, DSP-ANAP koalisyonları ile devam etti, AKP iktidarı devraldı ve son yirmi yıl AKP iktidarıyla yaşandı. Buraya kadar anlatılanlar bir hatırlatma parantezi olarak yazıldı elbette. Nedeni, Türkiye’nin esas olarak sağ iktidarlarca yönetilmiş olması. Dolayısıyla, kendi aralarındaki farklılıktan bağımsız, bugün ortaya çıkan tabloda asli sorumlu sağ iktidarlardır ve bu süreci istenilen aşamaya AKP taşımıştır. Çünkü yirmi yıllık bir iktidar söz konusu. Bu iktidar, Demokrat Parti ve takip eden diğer sağ iktidarların asli mantığına göre devam etmektedir.

Bu çerçevede bakıldığında AKP, mutlak iktidar olabilmek için mümkün olan bütün yolları, kullanabildiklerinin dışında, zorlayacaktır. Bu, büyük ihtimalle ‘Olağan Üstü Hal’ ilan etmek olacaktır. Ancak meşruiyet açısından gerekçelerin yaratılması gerekmektedir. Eğer olursa, zor zamanlar bizi beklemektedir.

İnsanları bir yalana ikna etmek ancak bir yalanla olur çünkü müsaittirler; “Hem bilmek hem bilmemek, bir yandan özenle kurgulanmış yalanlar söylerken tüm olmak… Kasıtlı yalanlar söylerken onlara gerçekten inanmak… nesnel gerçekliğin varlığını inkâr ederken, her zaman inkâr ettiği gerçekliğe dayanarak hesap kitap yapmak” (George Orwell, 2019, Can Yayınları,s.76 ).

Mevcut durum böyle görünüyor. Ne beklenebilirdi ki?


Mehmet Türkay: Prof. Dr. (E.), Marmara Üniversitesi, İktisat Fakültesi İktisat Bölümü.


Sendika.Org, yayın hayatına başladığından bu yana işçi sınıfı hareketinin, solun ve genel olarak toplumsal muhalefetin gündemine ilişkin, farklı politik perspektiflerden düşünsel katkılara açık bir tartışma platformu olagelmiştir. Sitemizde yayımlanan yazılar yayın kurulunun politik perspektifiyle uyumluluk göstermeyebilir. Amacımız, mücadelenin gereksinim duyduğu bilimsel ve politik bilginin üretimini zenginleştirecek tüm katkılara, yayın ilkelerimiz çerçevesinde, olabildiğince yer verebilmektir.

Sendika.Org'u destekle

Okurlarından başka destekçisi yoktur