“2000’li yıllardan itibaren Türkiye’de oldukça bilinen bir durum. Dünyada da 1970’li yıllardan itibaren görünmekte. O zaman söylediğimiz, ‘Lütfen Marmara Denizi için bir araştırma komisyonu kurulsun. Bir izleme istasyonu kurulsun. Lütfen buralara erken uyarı sistemi yapılsın. Arıtma tesisleri ileri düzeyde olsun’ taleplerimizin hiçbiri yapılmadı. Bu ihtiyaçların bir teki dahil yapılmayıp bugüne gelinince, çözüm önerisi sorulduğu zaman, bunun beklentisinde olunmadığını çok açık söyleyeyim. Çünkü Bakanlığın işte ‘Biz pazar günü komisyon toplayacağız’ demesini maalesef üzülerek izliyorum. Bizim bu aşamaları çoktan geçmiş olmamız gerekiyordu. Artık biz çürüyen ölen bir denize bakıyoruz”
Marmara denizi gözlerimizin önünde ölüyor. Özellikle sanayi ve evsel atıkların denetimsiz denize bırakılması, artan nüfusla beraber gelen kontrolsüz avlanma ile beraber deniz içinde ki bioçeşitlilik ciddi tehlike altında. Zincirleme yaşanan ihmaller neticesinde bugün Marmara denizini ciddi derecede tehdit eden ve diğer iç denizlere de yayılan müsilaj sorunu ile karşı karşıyayız.
Denizdeki biyolojik üretimin başlangıcını, ilk basamağını teşkil eden fitoplankton dediğimiz mikro alglerin, yani mikroskobik bitkiciklerin aşırı çoğalması sonucu, ortamda bulanan şartlara tepki olarak bıraktıkları salgıya müsilaj deniyor.
Müsilajın deniz yüzeyini kaplamasıyla beraber, suya giren güneş ışığı azalıyor. Bu durum da su bitkilerinin fotosentez döngüsünü bozuyor ve sudaki oksijen miktarını ciddi anlamda düşüyor. Oksijenin düşmesi ile beraber deniz ev sahipliği yaptığı deniz tabanında yaşayan canlılar için toplu bir mezara dönüşüyor.
Marmara’da yaşanan müsilaj krizini akademisyen Dr. Kubilay Kaptan ile konuştuk.
Şu sıralar büyük bir ekolojik krizin tam ortasındayız. Marmara denizi gözlerimiz önünde can çekişiyor. Bu krize dair neler yapılabilir. Somut önerileriniz nelerdir?
Hiç unutmam 2002 yılında bununla ilgili bir makale yazmıştım. Bu sorun 2000’li yıllardan itibaren Türkiye’de oldukça bilinen bir durum. Dünyada da 1970’li yıllardan itibaren görünmekte. O zaman söylediğimiz, “Lütfen Marmara denizi için bir araştırma komisyonu kurulsun. Bir izleme istasyonu kurulsun. Lütfen buralara erken uyarı sistemi yapılsın. Arıtma tesisleri ileri düzeyde olsun” taleplerimizin hiçbiri yapılmadı. Bu ihtiyaçların bir teki dahil yapılmayıp bugüne gelinince, çözüm önerisi sorulduğu zaman, bunun beklentisinde olunmadığını çok açık söyleyeyim. Çünkü Bakanlığın işte “Biz pazar günü komisyon toplayacağız” demesini maalesef üzülerek izliyorum. Bizim bu aşamaları çoktan geçmiş olmamız gerekiyordu. Artık biz çürüyen ölen bir denize bakıyoruz.
Bunu siz 20 yıl, 10 yıl önce yapsaydınız belli bir anlamı olurdu ama bugün için komisyon toplayalım bakalım neler oluyor, bunun bir adını koyalım gibi söylemler oldukça üzüntü verici. “Hala bir kurtuluş ümidi var mı?” diye soracak olursanız tabii ki var. Ama yapılacağına inanmamakla birlikte söyleyeyim. Neden yapılacağına inanmıyorum, çünkü bu bir tercihti. Doğayı nasıl kullandığınız bir tercihtir. Şu anda ki mevcut anlayış doğayı tamamen kendine sunulmuş bir araç, bir nesne olarak gördüğü için onu kirletip kirletmediği çok da umurunda değil. Ancak olay ortaya çıktından sonra “hadi bakalım ne yapacağız” diyen bir anlayış olduğu için bir şey yapılacağını düşünmüyorum.
Ne yapılması lazım peki şu, yarından itibaren Marmara Denizi’ne başta sanayi olmak üzere, bütün atık boşaltımlarının durdurulması lazım. Bugün hala başta kurşun olmak üzere özellikle büyük fabrikaların atıkları ya uygunsuz filtreleme ya da direkt olarak denize dökülüyor. Petrol üretimi, demir üretimi gibi tehlikeli maddeler işleyen fabrikalarda ileri düzeyde arıtma yapılması gerekiyor. Bugün Türkiye’de ileri düzey arıtma tesisine sahip olan fabrika yok. Mevcut arıtma sistemleri yetersiz ve denetimsiz. Şundan eminim ki biz bunları konuşurken bile pek çok fabrika direkt Marmara Denizi’ne atıklarını döküyor.
İkinci olarak şunu söyleyeyim Ergene Nehri ölünce, Çevre ve Şehircilik Bakanlığı “Deniz deşajı yöntemini kullanacağız” dedi. Nedir bu deniz deşarjı “Biz bu atıkları alalım, denize kıyıdan vereceğimize derine doğru taşıyalım oradan denizin dibine verelim” demek. Mantık nedir? Atıkları denizin dibine verirsek bunlar orada ayrışır. Marmara Denizi, büyük deniz ya bunları taşır, Karadeniz’e doğru ayrıştırır veya bizzat kendisi ayrıştırır. Tabi bu da ilave bir felakete yol açtı. Çünkü Marmara Denizi bunu yapabilecek bir deniz değil. Neden değil, Marmara Denizi’nin dibinde ve üstünde farklı atıklar var. Deniz bunları atacak durumda değil. Atamadı da zaten. Bu sefer dipten iyice zehirledik denizi.
Tabii ki çözüm önerileri bulalım atık verilmesinin kesilmesi, üsteki salyanın ivedilikle toplanması -ki bugün bu dahi yapılmıyor hala- gerekiyor ama tabii ki yeterli değil. İleriye dönük çözüm için dipten kapsamlı bir temizlik yöntemlerinin kullanılması şart. Bunu yapan ülkeler var. En önemlisi aynı anda denizle irtibatımızı şu an için minimuma indirmemiz gerekiyor. Çok radikal tedbirlerin alınması gerekiyor. Tabii bütün bunların yapılması için de bir anlayış olması gerekiyor. Ben bugün maalesef böyle bir anlayış görmüyorum.
Yani göz göre göre geldi bu felaket değil mi?
Tabi yani bu bir tercihtir. Sanayiden gelecek fütursuz para, doğa ile beraber yapılacak üretimin yerine tercih edilmiştir. Doğayı önemseyip üretimi doğa bozulmadan yapmak yerine, ‘ne olursa olsun yapılsın’ anlayışı koyarsanız, ‘bir şey olmaz nasıl olsa doğa kendini yeniler’ denen yalanın gerçekten yalan olduğunu yaşarken görmüş olursunuz.
Bu bugün çevre yolları için de geçerli, Karadeniz için de geçerli, pek çok dere, göl içinde geçerli bir durum. Bazılarını biz kendi yaşantımızda görmeyeceğiz ama çocuklarımız görecek. Bazen de görmeyiz diye düşünürken, gördüğünüz gibi maalesef 40 yıl içerisinde son 20 yılın büyük zararlarıyla hiç olmayacağını düşündüğümüz şey gerçekleşmiş oldu.
Sizce Marmara’da yaşanan ve akıntıyla beraber diğer iç denizlere de sıçramaya başlayan bu ekolojik krizin temel sebepleri ve sonuçları nelerdir?
Öncelikle bu krize dair neler yapılabiliri anlatmak için, bu kriz aniden dün ortaya çıkan bir şey mi yoksa uzun süreli bir hata zinciri sonucu mu ortaya çıktı buna bakmak lazım. Bu hatalar zinciri, yaklaşık bir milyon yıllık dünyada nadir bulunan bir iç denizi, özellikle son 40 yılda bu hale getirdi. Nasıl bu hale getirdi?
İklim değişimini bir yana koyuyorum evet bir miktar etkisi var. Ama kesinlikle bugün gördüğümüz durumun tek başına sebebi değil. İklim değişikliği sıcaklığı bir miktar arttırdı. Ancak bunun dışında en büyük etken özellikle son 20 yıldır, Marmara Denizi’nin etrafında yaşayan beş milyon insanın yaşadığı binaların atıklarının dolaylı ya da doğrudan Marmara Denizi’ne atılması.
Bundan daha fazla sanayi atıklarının denize dökülmesi, ki burada bir parantez açayım. Bugün özellikle son yıllarda Marmara Denizi’nin etrafına sanayi tesislerinin birikmesi özellikle istendi. Çünkü sanayi dediğiniz şey bir üretim yapıyor ve üretim yaparken pek çok zehirli madde kullanıyor. Açığa çıkan bu maddelerin de bir şekilde atılması gerekiyor. Bu atılma işlemini ilk önce doğru şekilde filtreleme yapmadan derelere verdiler. Dereler ölmeye başlayınca bu sefer dediler ki topyekûn denize verelim. Ve bazen o kırmızı renkte gördüğünüz, tamamen zehirli, içinde pek çok mikrobun bulunduğu zehirli atıklar denize direkt verilmeye veya yeterince arıtılmadan verilmeye başladı. En büyük etkenlerden ikisi bu.
Bunun yanında bir de maalesef her zaman olduğu gibi insanımıza doğayla yaşamayı öğretemediğimiz de, balık ağlarının denizin dibinde kalması, plastik atıklar, turizm sektörünü canlandıracağız patlatacağız diye gelişigüzel deniz kenarlarını açmalar ve son olarak da Marmara Denizi’nde hiçbir çevresel etkiye bakmadan yapılan projeler. Bunun başında Marmaray daha sonra Yassıada geliyor. Çünkü buradan alınan toprakların tamamı tekrar Marmara Denizi’ndeki çukurlara dolduruldu. Şimdi bütün bunlar devam ederken, dipte bulunan alg dediğimiz oksijen sağlayan canlılar ölmeye başladı. Denizin canlıları ya çok büyüdüler ve bunun sonucunda öldüler ya da hiç büyümeden öldüler. Tıpkı garip şekillere giren hormonlu sebzeler gibi. Ama öyle ya da böyle bugün bu canlılar çürük veya hormonlu gibi oldukları için o salyayı salgılamaya başladılar. Tabii o salgı salgılanınca hem alglerin kendisi hem balıklar ölmeye başladı. Doğal olarak bu iş yeni başlamış bir iş değil.
Marmara Denizi iç deniz olduğu için ve çevresinde Türkiye’nin nüfusunun yüzde 20’sinin ve sanayinin büyük bölümü yer aldığı için bunu ilk önce burada gördük. Ama bu diğer denizlerimiz hatta göllerimiz ve nehirlerimiz için de aynı sorun geçerli. Çünkü onlar da hızla kirletilmeye devam ediyor. Marmara denizinde ki kirliliğin diğer denizlere etkisi bakarsak, sizin dediğiniz gibi bugün Ege Denizi’nde de aynı kirliliği görüyoruz. Evet şu doğrudur. Marmara Denizi’ndeki kirliliğin daha büyük denizler olduğu için Ege ve Karadeniz’de bizim gözümüzle gözükmeyecek şekilde dağılması söz konusudur. Ama bu o denizin mahvolmayacağı anlamına gelmez.
Doğal olarak uzun vadede bugün Marmara Denizi’ni görüp bir şey yapmazsak, Karadeniz’i de Ege’yi de yakın zaman da aynı şekilde görürüz. Çünkü hem bu denizlere de direkt verilen foseptik ve sanayi atıkları var. Bize Marmara Denizi’ne gelen atıklar birleşirse o denizlerin de yıllar içerisinde benzer duruma geldiğini göreceğiz. Bugün Türkiye’de 53 tane göl ya kurudu ya kurumak üzere. Bunun nedeni, tarım için derinden kuyu açıp su çekmek, hem de biraz önce söylediğim gibi bir araç şeklinde yaklaşmak. Doğal olarak ülkemizin topyekûn bir doğa kıyımına, ölümüne ve içerisinde yaşan tüm canlılarında bundan etkilenmesi demek.
Göstermelik raporlar hazırlayıp her zamanki gibi bir şey yapılmazsa ne mi olur? Bugün can çekişen Marmara Denizi ölür. Bu da onun çevresinde yaşayan 25 milyon insanın Marmara Denizi ve bölgesini terk etmesi demek. Çünkü Marmara Denizi olmazsa bölgede yaşayan insanların tarım başta olmak üzere hiçbir şekilde yaşayacak doğal ortamı kalmamış olur. Marmara Denizi olmazsa, farz edelim oraya bina dikerim. Dikemezsin. Neden? Çünkü Marmara Denizi etrafındaki oksijen yokluğu nedeniyle orası bir çöle dönüşür. Mevcut sistemi kaldıracak herhangi bir yerde altyapı da olmadığı için sistem komple çöker. Bu sadece denizin değil bölgede yaşayan herkesin ölümü olur.
Marmara denizine dair “Marmara öldü” söylemlerine katılıyor musunuz?
Marmara Denizi %100 öldü diyemeyiz. Marmara Denizi can çekişiyor, kısmi ölü yerleri de var. Bu bilimsel olarak da cevap verilmesi gerek bir soru. Marmara Denizi şu anda, bu hale gelmeden önce incelenmediği için, devamlı gözlemlenmediği için net resmi göremiyoruz. Altta kısmi ölümler var onu görüyoruz, üstte bunun çürümüşlüğünün ibaresini görüyoruz. Ama net durumu bilemiyoruz. Evet şu an katılırım Marmara Denizi şu anda kısmi öldü çokça can çekişiyor. Kendi haline bırakılmadığı için de ölü kısım artacak doğal olarak can çekişen kısım azalacak. Ama canlı olan kısım kesinlikle kalmayacak.
Türkiye’de gelişmekte olan bir ekoloji hareketi var. Fakat ne yazık ki denizdeki biyolojik çeşitliliği tehlikeye atan “deniz salyası” gibi kritik tehlikelere dair somut pek fazla pratik göremiyoruz. Sizce bu alanda neler yapılabilir, bu tip durumların önüne geçmek veya yetkilileri harekete geçirmek için neler yapılabilir?
Açıkçası bunu bir özgürlük konusu olarak ya da hak konusu olarak düşünmek lazım. Bugün pek çok konuda eşitsizlik olduğunu haksızlık yapıldığını söyleyip hak aramaya çalışıyoruz. Tabii bu Türkiye gibi ülkelerde oldukça zor. Ben 50 yaşındayım. Bana gençliğimden itibaren örgütlenmenin iyi bir şey olmadığı söylendi. Herhangi bir konuda örgütsüz olduğumuz için tepki vermek sadece bireyselde kalıyor. Şimdi ekoloji de aynı konumda. Eğer mevcutta doğayı koruyan anlayışla çalışan bir hükümet veya anlayış olsaydı belki farklı şeyler söyleyebilirdim. Ama şu anda ki anlayış Hindistan’da ki, Brezilya’da ki anlayışla aynı. Yani doğa bir araçtır, bize verilmiştir istediğimiz gibi kullanabiliriz doğayı düşüncesi. Şimdi mantık bu olunca ve nereye bakarsanız bakın bütün bu parçaların katledildiklerini görünce, nasıl bunu etkisiz hale getiririz veya düzeltiriz sorusuna cevap vermek oldukça zor oluyor. Çünkü iş sadece bununla ilgili karşı çıkan örgütlerin ve kısmi bazı belediyelerin inisiyatifine kalıyor. Hal böyle olunca sonuç da alınamıyor. Çünkü bu topyekûn bir mücadele.
Ekosistem eğer bir balığı, bir kuşu, bir çiçeği içine katıyorsa sadece bir papatyayı kurtararak ekosistemi kurtaramayız. Oysa şu anda yaptığımız kısmi olarak yerel konulara odaklanmak, ama komple sistem çöküyor devamlı. Bununla ilgili ne yapılabilir? Bir sonraki kuşağı doğadan mahrum etmemek için, ne kadar çok bilgilendirme yapılırsa o kadar önemli olacağını düşünüyorum. İnsanlara doğa ile yaşamayı doğanın ne demek olduğunu aktarmamız gerekiyor. İkinci olarak çevre örgütlerinin muhakkak halka ulaşması gerekiyor. Yapılan bütün eylemler halkla beraber yapılmalı. Yoksa hareketler çok tecrit edilmiş kalıyor. Üçüncü olarak bu alanla ilgilenen herkesin kulaklarının ve gözlerinin kesinlikle açık olması gerekiyor. Lütfen “Bu kadar dert içinde bununla mı uğraşalım” demeyelim. Çok sert ve belki de bazılarına aşırı gelecek tepkiler vermemiz lazım. Böylece bazı konuları geç olmadan çözebilelim sorunların önüne geçebilelim.
Son olarak şunu eklemek istiyorum, şu an da Marmara Denizi ile beraber, aynı anda mahvolan Karadeniz’de, Ege’de, Akdeniz’de pek çok farklı, çevre etkisi göz önüne alınmadan başlatılan veya planlanan projeler var. Bu projelerin her birisi bulundukları yere ve sonra topyekûn ülkemize çevresel anlamda büyük zararlar verecekler. Bunları bir şey gerçekleştikten sonra değil, olmadan önce çare bulmak için muhakkak bazı adımların atılması gerekiyor. Bu anlamda bu konuyla ilgilenen herkese, örgütlere, belediyelere çok fazla iş düşüyor. Muhakkak bir şey olmadan önlememiz gerekiyor ki geleceği kurtaralım yoksa ortada bir gelecek kalmayacak. Bir şey yapmazsak hep beraber çöle dönen bir ülkede, gelecek kuşaklara bunu neden önleyemedik diye ne söyleyeceğimizi düşünür hale geliriz.
Söyleşi: Ceylan Bulut, Berivan Bila