Sadece 15-16 Haziran grev ve isyanı üstelik açık biçimde devlet aygıtını karşısına almışken, egemen finans ve sanayi kapitalistlerini İstanbul’dan kortup kaçırmışken ve işçi sovyeti kurmalarına ramak kalmışken, direniş olarak nitelemek hakiki durumu tanımlamıyor ne yazık ki
Türkiye işçi sınıfının 15-16 Haziran 1970’deki ilham verici, grev ve isyanının 51. yılında yine ortalığı “direniş” ifadeleri kapladı. Hareketin içeriği biçimi belirler. Bazen de biçim, diyalektik bir sıçramanın kapısını açar, içeriği muazzam ölçüde değiştirir. Kavramların yerli yerinde kullanılması, olayların (olguların) doğru biçimde tanımlanması muhtemel gelişme eğrisinin saptanması için önemlidir.
Tabii akademik resmi “bilgi teorisinin” kavramlaştırmasından söz etmiyoruz. Sınıf mücadelesinin temel bileşeni olan işçi sınıfının anlık ihtiyaçları için gerçeğin bükülmesinden de.
Söz ettiğimiz şey, gerçeğin; yani olayların veya olguların tarihi bağlamından kopartılmadan ve hareketin tüm biçimleri içinde gösterilmesidir. Ki bu ortaya konulma halinin materyalist ve diyalektik olduğu kendiliğinden anlaşılır. Bir başka ifadeyle hakikatin, tarihi bir süreç içinde hareket halinde tanımlanması ve kavramlaştırılması zorunluluğundan söz etmiş oluyoruz.
Bu zorunluluk, işçi sınıfının, işçi sınıfı öncülerinin ve işçi sınıfı aydınlarının konumlanması, teorik çerçeve oluşturmaları için hayati öneme sahiptir. Böylece Lenin’in emperyalist kapitalizmin gericilik çağında, egemen sınıfların başkasını yapamayacağını belirttiği, bilimin, olguların ve kavramların yozlaştırılması karşısında da sağlam biçimde durmak mümkün hale gelir.
Aksi halde egemen sınıfın ve devletinin fikirlerinden bağımsız bir alan (siyasi hat) yaratmak güçleşecektir. Marks, bir defasında “toplumda egemen fikirlerin, hakim sınıfın fikirleri olduğunu” söylemişti. Marks’tan esinlenerek şu sorulara cevap aramaktayım: Sınıf mücadelesi de burjuvazi için bir bakıma hakim fikirlerin toplumun çoğunluğuna (işçi sınıfına) kabul ettirilmesi mücadelesi değil midir? Buna karşılık işçi sınıfının (kendiliğinden eylemleri bile) mücadelesi hakim sınıfın yarattığı yanılsamaya karşı çıkış olarak nitelendirilemez mi?
Tabii ki işçiler burjuva idelojisini sarsmayı hedefleyerek yola çıkmazlar. Fakat iki sınıfının maddi zeminde (üretim sürecinde) asla uzlaşmayan çıkarlarının her çatışması, burjuva ideolojisine darbe üzerine darbe vurur. Ama kapitalizmi aşmaya yönelmediği (eylem ve teorik bakımdan) sürece, uzlaşmaz çelişkiler yan yana varlığını korumakla kalmaz. İşçi sınıfının ideolojisi burjuva fikirlerinin tesiri altından kurtulamadığı gibi, yumuşar, evcilleşir, düzene uyar. Ve hiç gecikmeden teorisyenlerini akademisyenlerini gazetecilerini ve nihayete siyasetçilerini de yaratır. Yahut düzene uyma yolunda eğitir. Yüzlerce aydının, akademisyenin, okumuşun, bilgiçin, allamenin düzene uyması, kendi tercihlerinden çok, bu “eğitilmişliğin” ürünüdür.
Lenin’in meşhur, (devrimci) teori olmadan eylem olamayacağı sözü, aslında sınıf mücadelesine göndermedir ve burjuva mistifikasyonunun yarılıp parçalanması gerektiğini da vazeder. Hayatını “direnmeye” değil, işçi sınıfının devrimci mücadelesine adamış Lenin, hemen her eserinde hatta mektuplarında bile ilk bakışta soyut gelen, oportünizme şiddetli eleştiriler yöneltmiştir. Esasında, Lenin’in oportünizm eleştirisinin maddi kaynağı, burjuva ideolojisinin gerçeği gizleyen, çarpıtan ve nihayet Marksizme sızan “güçlü, hegemonik” fikirlerinden başka bir şey değildir. (Ama Lenin eleştirisinin sivri ucunu, burjuva fikirlerini pazarlayan siyasetçi ve teorisyenlere yöneltmiş gözükür.)
Şunu da belirtelim ki Lenin’in haklı olarak zerre kadar taviz vermez gözüktüğü oportünizm eleştirisi işçi sınıfının burjuva ve resmi devlet ideolojisinin etkisinden sıyrılmasında ve bağımsız devrimci bir hat oluşturmasında belirleyici denecek kadar hayati bir rol oynamıştır.
Demek ki burjuva ideolojisinin hangi görünümde olursa olsun, tüm biçimlerine diyelim ki akademisyen hatta sol-akademisyen, siyasetçi ve gazetecilerin elinde “itibarlı biçime bürünmüş” çarpıtmalarına, karşı konulamaz ve işçi sınıfı bağımsız bir hat oluşturamazsa mücadelenin düzen sınırları içinde hapsolup kalması tehlikesi vardır.
Türkiye’ye dönersek, burjuva fikirlerin, işçi sınıfı mücadelesinin hemen her alanına sızmış olduğunu kolayca görebiliriz. Daha doğrusu sol siyaset ve sendikalarda terminoloji burjuva ideolojisi tarafından ciddi ölçüde sakatlanmıştır. Bu konuda temel sorun Marksizmin kavranması ile (veya tersinden Marksizmin nüfuz etme kapasitesi) ilgili şüphesiz. Fakat burjuva aydınlarının, solcu hatta Marksist bilinen akademisyenlerin hatta gazetecilerin bile Emek Tanrısının kolayca bağışlamayacağı günahları çoktur.
İşçi sınıfı terminolojisinin sakatlanmış hali kendisini bilhassa burjuva yasallığının dar çerçevesinde gösterir. Mesela toplu sözleşme dışında işçiler bir fabrikada şalterleri indirip üretim durdurduklarında, asla grev yapmış olmazlar! Ya ne yaparlar? “Direniş”e geçmiş olurlar. Bu tanımı yaygın biçimde 1960’lardan beri sol sendika bürokratları kullanıma soktular. 1960’ların 70’lerin 90’ların sendika dergileri, sendika bültenlerinde sayısız direniş haberleri vardır. Grev haberlerine ne zaman rastlanır derseniz sadece toplu sözleşme dönemlerinde diye cevap verebilirim. Şaşırtıcı olan sendika dergilerindeki direniş veya grev nitelemesinin burjuva basınında da tekrarlanması (veya tersi) sol siyasetin dergilerinde de benzer biçimde ele alınmasıdır.
Kutsal “direniş” kavramı halen yaygın olarak kullanımda. Batı sendikalarında hatta İLO’da bile toplu sözleşmeyle ilişkisiz olsa, yani yasal dayanakları olmasa bile grev olarak nitelenen üretimi durdurma eyleminin (en militan sol gruplarda bile) Türkiye’de hala direniş olarak tanımlanması tuhaf oğlu tuhaf bir meseledir. Sonunda, “direniş” nitelemesi, her işçi mücadelesinin üzerine yapıştı ve kolayca niteleme aracı (sıfat) olarak her defasında dolaşıma sokula sokula genel kabul gören bir kavram olup çıktı. Günümüzde hangi fabrikada işçiler eylem yapsa, greve çıksa tanımlama hazır: Direniş!
Bir başka örnek, Türkiye işçi sınıfı 1989-93 döneminde en az üç kez genel grev yaptığı ve kamu sektörünün tamamında belki on kez kitlesel greve çıktığı halde, eylemlerin “bahar eylemleri” olarak nitelenmesi. Trajikomik olan şey, (henüz tamamlanmamış eserim için çalışırken fark etmiştim) bu saptamanın mucidinin Burjuva ideolojisinin sağlam kalesi Hürriyet Gazetesi olması. Bu aynı zamanda burjuva ideolojisinin gücünü gösterir. Ve tersine bu nitelemeyi kullanmakta ısrar edenlerin aczini. 1989 genel grevlerine katılan hatta öncü bile olmayan bir işçiye sorsak ne yaptıklarını? Yine Lenin’e müracaat edelim, “Sınıf güdüleriyle ne yaptıklarının pekala farkında olarak” hiç düşünmeden grev diye cevap verecektir.
Keza 15-16 Haziran İsyanı’nı Disk yöneticileri, siyasetçiler ve çalışma ekonomisi veya sosyal siyaset uzmanı akademisyenlerden önce Burjuva basınının “direniş” olarak nitelediğini (henüz kesinleştirmiş değilim) rahatlıkla ileri sürebilirim. 16 Haziran 1970 tarihli büyük burjuva basını istisnasız olarak sınıfın muhteşem İsyan’ını “direniş” manşetiyle haberleştirdi. Ve bu niteleme genel grev ve isyanın üzerine yapıştı kaldı.
Sol siyasetçilerinin, sendika bürokratlarının, akademisyenlerin ve teorisyenlerin, kendi özgün fikir dağarcıkları yetersiz miydi de sadece Türkiye’nin değil dünyanın da en görkemli işçi isyanlarından birini direniş diye nitelendirdiler? İncelemeye değer. Fakat şu kadarını söyleyeyim ki, sol sendika bürokratlarının işine gelmiştir bu niteleme. İşçiler grev yapmamış, yasayı (Grev ve Toplu Sözleşme kanunu) ihlal etmemiş olmaktadır ve sendika bürokratlarımız da işçileri yasadışı eyleme sevk etmemiş olmaktadırlar, böylece. Ama bürokrasinin geçiştirip küçümsemeyeceği dikkate alınması gereken yığınsal bir eylem de söz konusudur. Eh direniş hiç fena bir niteleme değildir!
Sadece 15-16 Haziran grev ve isyanı üstelik açık biçimde devlet aygıtını karşısına almışken, egemen finans ve sanayi kapitalistlerini İstanbul’dan kortup kaçırmışken ve işçi sovyeti kurmalarına ramak kalmışken, direniş olarak nitelemek hakiki durumu (olgunun kendisini) tanımlamıyor ne yazık ki.
Makaleyi, işçi sınıfının, nesnel pozisyonunun (her koşulda ve her tarihte) tepki verici-karşılayıcı (reaksiyoner) değil, aksiyoner (harekete geçici ve geçirici, ilerletici, sıçratıcı) olduğunu belirterek bitirmek istiyorum. İşçi sınıfının hareketlerine, hareket biçimlerine eylem, grev, mücadele, ilerleme demek sadece nesnel pozisyonuna denk düşmez, bilimsellik gereğidir de. Marks, Engels, Luksemburg , Lenin ve Troçki’nin eserlerinde işçi sınıfı eylemlerinden söz edilirken “direniş” (résistance) kelimesini bulmak neredeyse imkansızdır.
Bırakalım yarım günlük bir fabrika grevini, bir öğünlük yemek boykotu, hatta fabrika önünde, on işçinin haykırışı bile, sınıfın devrimci potansiyelinin hemen açığa çıkmasına, yol açar. Bir başka ifadeyle, karşılayıcı (reaksiyoner-tepki verici-direnişçi) değil, harekete geçiricidir, (aksiyoner) yani direnmeye zorlayıcı, tepkiye yol açıcı. Meşruiyetini de bu aksiyoner halinden alır.
O halde, tepki veren, karşı koyan, her bakımdan (ideolojik, polis gücü ve faşist çeteleriyle) direnen sistemdir. Sistemi bir taraftan muhafaza etmeye yönelen, öbür yandan, muhafaza imkanlarını genişletmek yahut güçlendirmek için saldıran da sermaye sınıfıdır.
Lenin’e başvurursak, kapitalist sistemin gericiliğinin kaynağı emperyalist-kapitalist sistemin varlığıdır ve varlığını korumaya çabalaması (direnmesi) vahşi saldırganlığının temelini oluşturur. O halde diyalektik olarak sermaye sınıfının muhafaza etme gayretini (gericiliğini) sarsan eylemler ve saldırısına her karşı koyuş, tutuculuk veya, muhafaza etme yahut koruma ve direniş anlamına gelmez. Tersine tarihin nesnel tekerleğini harekete geçiren, sistemin gericiliğini teşhir eden ve gedikler açan meşru ve ilerletici bir eylemden yani aksiyonu ortaya koyar!
Sendika.Org, yayın hayatına başladığından bu yana işçi sınıfı hareketinin, solun ve genel olarak toplumsal muhalefetin gündemine ilişkin, farklı politik perspektiflerden düşünsel katkılara açık bir tartışma platformu olagelmiştir. Sitemizde yayımlanan yazılar yayın kurulunun politik perspektifiyle uyumluluk göstermeyebilir. Amacımız, mücadelenin gereksinim duyduğu bilimsel ve politik bilginin üretimini zenginleştirecek tüm katkılara, yayın ilkelerimiz çerçevesinde, olabildiğince yer verebilmektir.