İktidar alanı çürürken, sürekli daha fazla yoksullaştırılan ve pandemiye karşı yalnız bırakılan halk güçleri de, üstüne yüklenen onca devlet şiddetine rağmen ısrarla kendi meşru haklarının peşinde koşuyor; eksikleri ve zayıflıklarıyla da olsa bir biçimde süreklilik kazanan mücadele süreçleri tarafından eğitiliyor; yaşanan devlet krizinin yarattığı boşluklarda egemenlik kurarak iktidarlaşma-kendi özgür alanına yerleşme olasılığıyla yüzleşiyor
Cemaatin 15 Temmuz 2016’da vurduğu darbe, sarsıcı bir gerçekliği açığa çıkardı: Devlet krizi!
Farklı ağırlıklarda krizler taşıyan çok yönlü süreçler etrafını sardıkları devletin siyasal yapısını zaten darbe girişimi öncesinde de zorluyordu. Darbe girişimi, önceki yıllarda kerte kerte birikerek kendisini oluşturan devlet içindeki krizin, bir anda herkesçe de görülebilecek ve devletin tümünü belirleyebilecek bir güce sıçramasını sağladı.
İşte, öncesinde de zaten zorlanan devlet, 15 Temmuz’da aldığı ek darbeyle asabiyetinde, iç dengeleri ve bütünlüğünde çatlaklar, boşluklar hatta çözülmeler yaşadığı özel bir döneme girdi.
Siyasal sistemin omurgası olan devletteki kriz, özellikle Gezi’den sonra sürüklendiği kaotik bir zeminde zaten sürekli sarsılıp zorlanan siyasal alan ve toplumsal yaşamda yeni bir durum yarattı. Yeni durum, öncesinde kısmen var olan kimi “yasal” denge noktalarını işlevsiz hale getirerek, “lümpence” bir keyfiliğin güç merkezlerine hakim olmasına yol verdi. Devletin esneyip-kapsama kapasitesinin gittikçe azaldığı, hem iç işleyişinde hem de egemenlik alanına-dışa doğru açılımında gittikçe daha sert ve gergin dolayısıyla da “kırılgan” olduğu bir durum oluştu.
Krizin günümüzdeki aşamasında, devlet, varoluş düzeyinde sarsılıp zorlandığı ve bu gidişle daha da zorlanacağı bir zemine sürüklendi. Ülke yoğun bir sisle kaplanmış durumda, belirsizlikler-bilinmezlikler çoğalıyor. Egemenler ve halk güçleri, yön bulmakta zorlandıkları yoğun bir sis içinde ve üstelik ayaklarını bastıkları zeminde oluşan çatlaklar ve boşlukların tuzaklarıyla her an sınanarak hareket ediyor.
Herkes bir biçimde hissediyor değil mi, “her an bir şeyler olabilir!”
“İşte hendek!” diyen gizemli bir ses bu kaotik ortamda ayakta kalmaya çalışan bütün siyasal ve toplumsal güçlerin kulaklarına “Haydi atla!” diye fısıldıyor.
İrade, beceri ve bilincin her zaman olduğundan çok daha fazla inisiyatif alabileceği, hatta belirleyici olabileceği bir özel zamanın/momentin içindeyiz.
Yaşamın normal rutinler içinde yaşandığı ve az çok beklenlerin gerçekleştiği huzurlu bir toplumsal yaşantı bu ülkenin zaten neredeyse hiç bilmediği bir “hoşluk!”
Şimdilerde, yaşamla ilgili en gerekli rutinlerin bile kendisini sürdürmekte zorlandığı, istisnasız her şeyin istikrarsızlık ve değişim zorlamasıyla yüzleştiği, her an sürpriz durumların çıkıp gelerek statükoları dağıttığı, kaosun sınırlarında gezinen kaotik bir zamandayız.
Devlet, kendisi hakkında ürettiği toplumsal meşruiyete ve tekeline aldığı “zor” gücüne dayanarak kazandığı konumla, toplumsal ve siyasal güçleri sistemik bir yapının ve biçimsel işleyişin/rejimin içine sokarak denetleyip düzene sokar. Devletin şimdilerde yaşadığı kriz, söz konusu işleyişin bütünsel varoluşunda ve güncel akışında her an ve her alanda farklı biçimlerde ve ağırlıkta kopukluklar ve boşluklar yaratıyor.
Devletin konumundaki sarsılmanın yarattığı “toplumsal meşruiyet, bütünsellik ve otorite eksilmesi”; madalyonun ilk bakışta görülebilen bir yüzünde paradoksal biçimde adeta aldatıcı bir “uyuşturucu” rolü oynuyor: Aslında devletin “toplumsal meşruiyetine, bütünlüğüne ve otoritesine” dayanarak kendi hükmünü yürüten devlet odaklı siyasal alanın özneleri/farklı devlet fraksiyonları, yasalarla kendilerini sınırlamadan “daha rahat” hareket etme imkanı buluyor.
O durumda, devletin merkezindeki her öznenin/egemen fraksiyonun kendi ihtiyaçlarını karşılamayı esas aldığını ve “kendi özerk egemenlik ve yaşam alanını büyütme” tutumuna sürüklendiğini görüyoruz. İktidardaki egemen fraksiyonlar, kriz koşullarının sağladığı olanaklardan yararlanarak, “yasalarla sınırlanmadan” çıplak çıkarlarını ele geçirmeye çalışıyor, yasalar işlevsizleştiriliyor.
“Yasalar” yerine “güç ilişkileri” üzerinden kendisini dayatan keyfilikler hakim hale geldikçe; devletin merkezindeki iç gerilimler sürekli daha şiddetli olmaya doğru sürükleniyor. Üstelik, paylaşılan “pasta”, hükmetme kapasitesindeki zaafların ürünü olan çok yönlü krizlerin etkisiyle “küçüldükçe”, gözlerini o “pastaya” dikmiş farklı egemen fraksiyonların tutumları gittikçe yırtıcılaşıyor, giderek tümüyle “savaş mantığı” tarafından belirlenmeye zorlanıyor.
Öte yandan, devletin egemenlik alanında yaşamlarını sürdüren toplumsal güçler de, artık “yasasızlık” ve “keyfiliğin” hakim olduğunu seziyor, hatta Peker’in ifşaatları gibi sürece içkin sürprizlerle bu sezgi gittikçe daha bilinçli bir nitelik kazanıyor. Bağlı olarak, geleceğini görememe, çaresizlik, güvensizlik ve öfke gibi uç tutumlar gittikçe güç kazanıyor.
O zaman, halkın arasında “Üstünde konumlanıp yaşantılarımızı sürdürdüğümüz siyasal zemin sağlam mı, yasalar geçerli mi, yoksa artık “kimin gücü neye yeterse” mantığıyla çalışan “orman kanunları” mı yürürlüğe girdi?” sorusu beliriyor. Alışılagelen kabuller sarsılmaya başlıyor, “var olabilme kaygısı” toplumsal bilinçte egemen oluyor.
İşte, tam da bu noktada, devlet krizinin olağanüstü koşullarında ilk bakışta kendilerini “rahat” hissedip hırsla sırf kendi çıkarlarını esas alan yönelimlere giren egemen devlet fraksiyonları, acı verici başka bir gerçeklikle yüzleşiyor ve ana güç kaynakları olan devletin zayıflamasının kendilerini boşluğa sürüklediğini fark ediyorlar. Kaba bir benzetmeyle, kendilerinin çırpınarak kazandıkları ek egemenlik alanları, devletin zayıfladığı bir zeminde, kuzeye doğru giden bir gemide güneye doğru koşma anlamına geliyor!
Gerçekten de, devlet, düştüğü kriz bataklığının kendisine verdiği hasarlar yüzünden kendi varlığını bütünselliğini koruyarak, toplumsal meşruiyete sahip olarak, yeterli bir güçle ve herkesçe bilinip kabullenilen yasalarla belirlenen bir işleyiş içinde sürdüremeyince; ortaya çıkan ve sürekli güç kazanan “zayıflığın” yarattığı sorunlar gittikçe derinleşiyor.
O zaman, her an ve her yerden çıkıp gelen sorunların aşılması için elde kalan tek “çözüm” yolu “devlet şiddeti” oluyor!
Hiçbir soruna kalıcı cevap üretemeyen ve bağlı olarak kendi bütünselliğini ve toplumsal meşruiyetini gittikçe daha fazla kaybeden iktidar alanı, ne kadar şiddet kullanırsa kullansın biriken sorunları çözüp aşamıyor, hatta tam tersine onları büyütüp çoğaltıyor.
Aynı sürecin başka bir dinamiği olan ve olup bitenlerden doğrudan etkilenen toplumsal güçler de hareket halinde!
Krizin verdiği hasarla devletin gücünde oluşan boşluk ve çatlaklar, sadece farklı egemen fraksiyonları değil halk güçlerini de, şayet kriz koşullarında yaşar kalmak istiyorlarsa “kendi başlarının çaresine bakarak” sistem içinde “kendi yaşam alanını kurup koruma” zorlamasında bulunuyor, hatta şayet fırsatını bulabilirse “o alanı büyütme”bilinci filizleniyor.
Sonuçta, devlet krizi koşullarında:
İlkin, devletin çekirdeğindeki fraksiyonlar arasında egemenlik savaşları yaşanıyor.
Egemenlik savaşları, krizi derinleştiriyor, derinleşen kriz de egemenlik savaşlarını daha sert ve yıkıcı olmaya ivmelendiriyor. Açık ki, bütün egemen güçleri içine alan bir bataklık sürekli alan ve derinlik kazanıyor. Söz konusu olan devlet olunca, siyasal ve toplumsal yaşam gittikçe daha fazla bataklığa gömülüyor, çürüme her yeri kaplıyor.
İkincisi, bu durumun sürmesi, devrimci bir olasılığa da güçlenme imkanı veriyor.
Halk güçleri, krizin verdiği hasar ve çatlakların yarattığı boşluklardan sızarak ama elbette aynı zamanda “dışa” doğru sıçrayarak da, kurulu düzenin dışına taşma, kendisinin öznesi olacağı bir “özgür alanı” irade ve becerisiyle kurma ve bu “özgür alana” yerleşme imkanıyla yüzleşip, sınanıyor!
Yaşanan özel durum, halkçı-demokratik toplumsal ve siyasal güçlere, mevcut kaotik ortama uygun, yaratıcı ve fetihçi hamleler yaparak; sistemin içinde egemenler tarafından kendilerine uygun görülen alanların sınırları dışına çıkma, oluşan boşluklara egemen olma ve bu egemenlik üzerinden kendi yaşam alanlarını kurma, büyütme ve zenginleştirme imkanını veriyor.
Şimdiki kaotik ortamda sürekli daha da yoksullaştırılan halk güçlerinin varlıklarını sürdürebilmek için kendi ihtiyaçlarını karşılayabileceği güvenceler araması tümüyle meşru değil midir? En temel toplumsal ihtiyaçların hem tek tek fiilen inşa edilmesi hem de ortaklaştırılıp bütünselliğe kavuşturulması meşru değil midir? Fiili durumların en sağlam güvencesi olacak olan demokratik bir anayasanın maddelerinin yaşanan-yaşanacak sürecin bilinci olarak keşfedilmesi meşru değil midir?
Bütün bu “egemenlik” odaklı süreçler sadece mevcut egemenlere mi aittir? Şayet mevcut egemenler kendi sistemlerini sürdüremez hale doğru sürükleniyorlarsa, halk güçlerinin kendi ihtiyaçlarını karşılayacakları hamleler yapmaları ve bu zeminde kendi egemenlik alanlarını kurup-dayatmaları en doğal hakları değil midir?
İşte, ülkeyi şimdiki kaotik ortama ve hem onun ürünü hem de onu daha yoğunlaşmış bir hali olan kaosa doğru zorlayan devlet krizine, şayet halk güçlerinin ihtiyaçlarına konumlanarak bakarsak:
Resmi ve fiili iktidarlardan oluşan “çoklu iktidarlar” olasılığı güç kazanıyor!
Sözgelimi, “Gezi” birçok boşluğu-zayıflığı bünyesinde taşısa da, böylesi bir halk iktidarlaşması deneyimidir. Kürt illerindeki belediyeler deneyimi de aynı zeminde değerlendirilebilir.
Sorun, ilkin, söz konusu deneyimlerin zayıflıklarını görüp-aşma, hem pratik mücadele hem de bilinç düzlemlerinde güç, zeka ve beceriyi en yoğun haliyle kullanarak, halkın ortak çıkarlarını ifade edecek olan demokratik bir anayasayı keşfetmektir. İkincisi, böylesi bir demokratik-halkçı ortaklaşma üzerinden “resmi” iktidara kendisini dayatacak ve ona rağmen kendisini var edebilecek fiili-meşru bir güce/güç alanına ulaşabilmektir. Ve elbette, bu iki süreç, aynı sürecin birbiriyle bakışımlı ilerleyen farklı ögeleri olarak görülmelidir.
Halkın farklı biçimlere bürünen hareketi içinde kendisini oluşturacak “fiili-meşru” güç alanı, kendisini de yaratan mücadele içinde oluşan demokratik bir anayasanın “fiili-meşru” kurallarıyla kendisini eğitip güçlendirecek, toplumsal meşruiyet alanını sürekli genişletecek, süreç içinde çıkması yüksek olasılık olan bir “kopuş” imkanını değerlendirerek demokratik bir cumhuriyetin kurucu gücü olacaktır.
Kriz içindeki devletin, ancak “yasalar” üzerinden var olabilen “hegemonik” özelliklerini büyük oranda yitirdiği koşullarda, iktidar alanındaki Erdoğan odaklı koalisyon güçleri kendi egemenliğini çıplak şiddete dayalı faşist bir diktatörlükle kurmak istiyor. Ancak, bu güçler yeterli toplumsal desteği ve gücü bulamıyor, hedefledikleri diktatörlüğü kendi bütünlüğü ve günlük rutiniyle bir türlü kuramıyor.
Sonuçta, devletin içine düştüğü kriz sürekli daha da derinleşiyor.
“Sonuç alamama-hedefine ulaşamama” gerçekliğinin ürettiği bataklıkta yol yürüme zorunluluğu, iktidar alanının topyekun çürümesinin önünü açıyor.
İktidar alanı çürürken, sürekli daha fazla yoksullaştırılan ve pandemiye karşı yalnız bırakılan halk güçleri de, üstüne yüklenen onca devlet şiddetine rağmen ısrarla kendi meşru haklarının peşinde koşuyor; eksikleri ve zayıflıklarıyla da olsa bir biçimde süreklilik kazanan mücadele süreçleri tarafından eğitiliyor; yaşanan devlet krizinin yarattığı boşluklarda egemenlik kurarak iktidarlaşma-kendi özgür alanına yerleşme olasılığıyla yüzleşiyor.
İşte, içinde olduğumuz ve bir dizi sürecin kesiştiği bir özel an-moment olan “Şimdi”, birbirine zıt olanlar dahil birçok olasılığı kapsayıp yol veren bir “genişliğe” ve “zenginliğe” bürünüverdi. En hızlı davranan ve nesnellikle kendi gücü-iradesi arasında en uygun dengeyi kuran toplumsal güç, kendi ihtiyaçları açısından en uygun olan bir düzene doğru yol alabilir.
“Şimdi”, öyle oluyor ki, bir dizi farklı güç, aynı şeyi yapmak, kendisini büyütmek-güçlendirmek istiyor.
Gelin görün ki, egemenler kendi düzenlerini sürdürebilseler de kalıcı olacağı sağlam bir zemine oturtamıyor, düzenleri sürekli sarsılıp zorlanıyor. Ancak, muhalif halk güçleri de, kendi seçeneklerini fiilen inşa edebilecek bir “bilinci”, gücü ve davranma kapasitesini kazanamıyor.
Bu durumda, mevcut sisli hava daha da kesif bir hale giriyor, karmaşa ve belirsizlik gücünü arttırarak sürüyor.
Kaotik ortamdan kaosa doğru bir kendiliğinden sürüklenme yaşanıyor. Bir zamandır kaosun sınırlarında geziniyoruz.
Kaotik ortam, devlet gücüyle “kontrollü krizler-gerilimler” çıkartılarak zor da olsa yönetilebilir. Ancak, kaos, yapısı gereği “kontrollü” olma kapasitesi oldukça düşük olan bir durumdur. Herkes açısından “ava giderken avlanma” olasılığı güçlüdür, ani sürprizler olağanüstü yıkım gücüyle yüklü olarak oradan buradan sürekli çıkıp gelir.
Her zaman olmaz, ama “Şimdi” bilinç, güç, irade ve becerinin belirleyici rol oynayabileceği özel bir momentin içinde olduğumuzu saptayabiliriz.
Erdoğan’ın varlığı, kriz içindeki devletin bütünsel varoluşunu hiç olmazsa asgari düzeyde olsun sürdürebilmesinin sigortasıyken; iktidarını faşist diktatörlüğe dönüştürmeye çabaladığı günümüzdeki son aşamasında artık öyle oldu ki, “sigorta” olma kapasitesini kısmen hala sürdürebilse de; aynı zamanda, devleti, parçalı bir varoluşa bürünerek var olup-olamama düzeyinde zayıfladığı bir konuma sıkıştırıyor .
Düzenin merkezindeki parçalı varoluş, oluşan kaotik ortamın dayatmasıyla, bütün siyasal ve toplumsal güçleri kendi ihtiyaçlarını karşılamak için fiili durumlar yaratmaya ivmelendiriyor, hatta devletin yıkımının da önünü açıyor.
Egemen güçlerin işi zor; kendi egemenliklerinin omurgası olan devletin günümüzdeki “sigortası” olan Erdoğan odaklı iktidar alanı, aynı zamanda bizzat o egemenliğin temellerini sarsacak gelişmeleri de ivmelendiriyor.
Peker’in ifşaatları, faşizmin kurumsallaşma sürecini hedefine ulaştıramadıkça bileşenleri çetelere kendisi de çeteler koalisyonuna evrilen Saray odaklı iktidar koalisyonunun asabiyet kaybını herkesin görebileceği netlikte açığa çıkartıp güçlendirdi.
İktidar alanı, kendisinden kopup hep birlikte işledikleri suçları itiraf eden bir mensubunun söyledikleriyle sarsılırken, koalisyon ortaklarının sadece birbirleriyle değil kendi içlerinde de kimi zaman çatışmaya yükselen gerilimler yaşadıkları görülüyor.
İfşaatların ağırlığının hızla oluşturduğu yoğun basınç ve yüksek gerginlik, zaten bir müddettir kendisini sürdürmekte zorlanan çetelerin “ortaklaşma” asabiyetini daha da zayıflatırken, aynı zamanda her çetenin içindeki iç gerilimleri kışkırttı; iki düzlemde de karşılıklı yumruklar savruldu, yetmedi hatta bıçaklar çekildi!
Deyim yerindeyse, İktidar alanı “Batan gemiyi önce fareler terk eder” deyişiyle “Gemisini kurtaran kaptandır” deyişinin koordinatlarını oluşturduğu bir zemine doğru sürükleniyor. Az ilerde “Her şey bitti, herkes kendisini kurtarsın!” işaretini görüyoruz!
Madalyonun öbür yüzünde ise, aldığı hasarı onarıp “yola devam” etmek, hatta o onarım sürecini tamamlayamadığı faşizmin kurumsallaşması sürecini hedefine ulaştırmanın aracı yaparak “bir taşla iki kuş vurmak” isteyen Erdoğan-Bahçeli ekseninin iradesi var. Şimdilik kararlı görünüyorlar; önce yapıp ettiklerine bakarak “bunu da bir biçimde atlatırız” diye düşündüklerini tahmin edebiliriz, her şeyi göze aldıkları havasıyla kararlılık gösterisi yapıyorlar.
O arada, iktidar koalisyonunun çetelerinden olan ve kendilerine “Ergenekoncu” denilen “eski egemenlerin” koalisyonun dışına doğru itildiklerini görüyoruz. Elbette onlar da kendi güçleri oranında direniyorlar. Ağustos ayındaki YAŞ öncesinde “sıcak” gelişmeler yaşanabilir.
Başarı, iktidarın sürekliliğinin sigortasıdır. Olmazsa olmaz!
Hele ki şimdi olduğu gibi devlet krizi koşullarında yeni bir faşist devlet kurmak hedefine doğru ilerleyen ve doğası gereği olağanüstü gerginliklerle yüklenmiş süreçlerde, başarı her an devrede olması gereken bir zorunlu ihtiyaçtır.
İktidar koalisyonunun içinden çıkıp geldikleri özel tarihleri tarafından belirlenen Türkçü, mezhepçi, laik, siyasal İslamcı, Natocu, Avrasyacı gibi farklı bileşenleri, “ya devlet başa ya kuzgun leşe” bilinciyle davranmış, hepsini var eden ama günümüzde kriz içinde çırpınan devleti bir biçimde onarıp yeniden ayağa kaldırmayı hedefinde ortaklaşarak yola koyulmuşlardı.
Aslında TC tarihi içinde sürekli birbirleriyle hasım olmuş iktidar koalisyonundaki güçler, hedefe ulaşılamadıkça ya da yolculuk uzadıkça, ortaklaşırken “teyellendikleri” yerlerden “sökülerek” dağılma riskiyle yüklüdür.
Başarı ise, yaratacağı yeni güçler başta olmak üzere kazanımlarıyla “sökülme” riskini azaltır, farklılıkları günümüzde ancak “eskinin” uzantısı olarak sürebildikleri ve “nüans” ağırlığını taşıyabildikleri seviyeye indirirken; ortaklaşmayı da, başarıyla ulaşılan hedefin yaratacağı yeni konumlar-yeni güçler ve onları koruma gerilimi üzerinden kolayca dağılmayacak bir sağlamlığa sıçratır.
Açıkça görülüyor ki, onca yapıp edilenlere rağmen faşizmin kurumsallaşması süreci hedefine ulaşamıyor. Sürecin başlangıcında kazanılmış gibi görünen kimi mevzilerin de yeterince sağlam olmadıkları, oldukça güçlü bir basınçla sürekli zorlandıkları anlaşılıyor.
Kürtlerle savaş, alan genişleterek sürüp gidiyor; büyük gürültüyle ilan edilen “mavi vatan” fos çıktı; Rusya ve ABD arasında yapılan dansın ise, iki tarafın da müziği kısmasıyla “havasını kaybettiği” hatta sonuna gelindiği anlaşılıyor; ekonomi kriz içinde çırpınıyor, esnaf iflasları ve işsizlik milyonları cehennemi koşullarda yaşamaya hapsediyor.
Hastalığa aldırmazlıkla yaklaşan ve insani düzeyde yaşanan ağır travmaları utanmazca söylediği yalanlarla gizleyen şarlatan bir bakanın şaklabanlıklarıyla suçlarını örtmeye çalışan iktidar güçleri, Türkiye’yi dünyada pandemiden en ağır hasar alan ülkeler arasına soktu.
Ekolojik yıkım ve kadın cinayetleri bizzat iktidar tarafından kışkırtılıp, adeta yönetiliyor!
Başarısızlıklar sıralanarak bitmeyecek kadar çok ve ortada olan tek başarı ise hala ayakta kalabiliyor olmaları!
O “başarıyı” da devlet krizi koşullarında “seçeneksiz” oldukları bir kaotik ortamı sürekli yaratabilme becerisiyle sağlayabiliyorlar.
Başarısızlık, iktidar koalisyonunun ortakları arasındaki tarihsel gerilimleri kışkırtıyor, onları güncel biçimlere büründürüyor ve karşılıklı yapılan “olmazsa olmaz” dayatmalarının gerekçesi yapıyor. Karşılıklı güvensizlik öne çıkıyor.
Karşılıklı güvensizlik, “kendi konumunu sağlama alma ve gerektiğinde ortağına çelme atacak kabiliyeti kazanma” motivasyonuyla davranma tutumunu güçlendiriyor. Aynı zamanda, her ortak, olası bir iktidar kaybı öncesinde “kapabildiği mevkiye yerleşme ya da atabildiğini cebine atma” gerilimiyle yükleniyor.
Her ortak, kendi durduğu yerden kendi alanını genişletmeye çalışıyor.
Gerilen sinirler dengesizlik, lümpenlik ve arsızlık gibi zaafları güçlendiriyor.
“Devlet, doğa ve toplum deniz, zenginliklerini cebine atmayan keriz!” arsızlığıyla yapılan iktidar içi paylaşım savaşlarında, bir dizi zorlama sonucunda paylaşılan “pasta” küçülünce, tekmelenerek “dışa” itildiği anlaşılan ve kolayca “harcanacağı” sanılan Peker’in ifşaatları, işte tam da böyle bir ortamda gündeme geldi. “Öyleyse böyle” diyerek kendisini “harcamaya” niyetlenen iktidar alanının bazı fraksiyonlarının suçlarını ortaya saçan Peker, zaten yaşanan iktidar içi gerilimleri daha da gergin olacakları bir konuma itiverdi. Evet, işte tam da böyle, kriz koşulları ani sürprizlere gebedir!
Üstelik, Peker’in ithamlarına “savunma” yapan kimi iktidar yetkililerinin söyledikleri, koalisyonun ortaklarının sadece kendi aralarında değil, içlerinde de bir dizi gerilimle zorlandıklarını açığa çıkarıverdi.
Sözgelimi, Soylu kendi “savunmasını” yaparken, içinde olduğu AKP’deki Saadet Partisi kökenlilerinin sözcüsü Kurtulmuş’la adalet bakanı Gül’ü ve Berat Albayrak’ın yönettiği Pelikan grubunu itham etti.
Soylu, bu ithamları yaparken, açıkça ismini vermese de, Erdoğan’ı da üstü örtülü olarak tehdit etmiş oldu.
Soylu’nun Akar’la da Jandarma Komutanlığını hangisine bağlanacağı üzerinden gerilim yaşadığı biliniyor.
Ayrıca, Peker’in ithamları üzerinden Binali Yıldırım sefilleşip ezilirken, Ağar’ın şimdilik iyi bildiği karanlıklara doğru çekilip gizlendiği görülüyor.
Sonuçta, “devletin bekası” için Erdoğan önderliğinde ortaklaşan iktidar bileşenlerinin bizzat kendileri “devletin bekası” için sorun olmaya başladılar.
Öyle ki, Peker’in ifşaatlarıyla uluslararası uyuşturucu kaçakçılığı ve terör örgütlerine silah temin etmekle damgalanan iktidar alanı üzerinden, bizzat devletin kendisinin “Narko-devlet” ya da “Başarısız devlet” veya “Haydut devlet” olarak suçlanma olasılığı filiz verdi.
Sürekli daha sert, yoğun ve karmaşık bir yapıya dönüşen gerginlik, adeta bir röntgen cihazı rolünü oynayarak, gizli kalması gerekenler dahil olmak üzere, devletin bütün yapısını herkesin gözünün önüne getiriverdi.
İçinde olduğumuz özel “çözülme” dönemi sürdükçe, henüz flu olan ayrıntılar da netleşiyor. Hangi fraksiyonun hangi mafya grubuyla neyi nasıl paylaştığı, işlerin nasıl yürüdüğü, hangi mekanlarda kimlerin buluşup neler konuştuğu teker teker ifşa oluyor.
İktidar alanı, sosyal medyada çokça kullanılan bir deyimle “lağım” görünümü veriyor!
O arada, kamuoyu yoklamaları da, iktidarın zaten öncesinde de azalan toplumsal desteğinin daha da azaldığını gösteriyor. Halkın “pasif direnişi” olarak görebileceğimiz “desteğini çekme” tutumu, yeniden harekete geçti!
Şimdi, ellerinde kalan en kullanışlı alet şiddetli ve sürekli provokasyonlarla ortamı daha da gererek ülkeyi yangın yerine çevirmek! Ancak, o noktada da, azalan toplumsal destek ve birbirlerine olan karşılıklı güvensizlik gerçekliklerinden beslenen “güç yetmezliği” zaaflarıyla yüzleşecekler!
Halkın biriken öfkesi, şayet restorasyoncu “resmi” muhalefetin ve pek “akıllı” liberallerin uyuşturucu söylemlerinden sıyrılabilir, sosyalist solun “paradigmal krizinden beslenen şaşkın halini” aşmayı becerebilirse; bir yandan bütün “lağım kanallarını patlatarak” iktidar alanının üstünde konumlandığı zemini altından çekerken, öte yandan olağanüstü güzellikte bir bahar yaratarak coğrafyamızı şenlendirebilir!
Sendika.Org, yayın hayatına başladığından bu yana işçi sınıfı hareketinin, solun ve genel olarak toplumsal muhalefetin gündemine ilişkin, farklı politik perspektiflerden düşünsel katkılara açık bir tartışma platformu olagelmiştir. Sitemizde yayımlanan yazılar yayın kurulunun politik perspektifiyle uyumluluk göstermeyebilir. Amacımız, mücadelenin gereksinim duyduğu bilimsel ve politik bilginin üretimini zenginleştirecek tüm katkılara, yayın ilkelerimiz çerçevesinde, olabildiğince yer verebilmektir.