Şarkılar, sözleri, bağlamı, söyleyeni, söylenme ortamları, müzik içi ve dışı tüm bağlamlarıyla doğası gereği bir ileti taşır. Bu iletinin ne olduğunu ve niteliği de başta müzisyenin düşünmesi gereken bir şeydir
Önceki iki yazıda, müzisyenliğin, emeğini satmak zorundalığının oluşturduğu bir çeşit kültür işçiliği olduğunu ve aynı zamanda da kaçınılmaz olarak, kültür işçiliğinin ikili karakteri dolayısıyla bir kültür ve nihayetinde ideoloji ürettiğini göstermeye çalışmıştım.
İlk yazı: Birimiz bir barda Serdar Ortaç şarkısı çaldığında, başka bir yerde öbürümüz ölür!
İkinci yazı: Şarkılarınla hangi taraftasın?
Bu son yazının konusu, şarkıların zorunlu olarak içerdiği düşünsel yapı.
Kültürel ayrım
Kültürü, tüm yaşamı var eden ‘üretim’i çevreleyen her şey, şeklinde tarif edebiliriz. Her kültürel üretim, ideolojik iletilerle birlikte aktarılıyor. Kültürün içerisinde kendine yer bulan müzik de kültürel ve -dolayısıyla da- ideolojik karakteriyle öne çıkıyor. Çünkü kültür, bu yazı özelinde de müzik, çoğu kez, sadece topluluğun tarihsel birikimini taşımanın yanı sıra, sömürenlerin dönemsel maddi ihtiyaçlarıyla ve sömürülenlerin mücadelesiyle iç içe.
Şarkıların pedagojisi
Rahat örneklendirmek için, sözsüz müzik gibi zorlu alanları dışarıda bırakarak, günümüzün en çok tüketilen müzikal formlarından ‘şarkı’ya odaklanıyorum. Şarkı dediğimiz şey, müzik ve sözün birleşimi. Fakat aynı zamanda daha fazlası. Her şarkı; konusu, kapsamı, icra edeni, bağlamı, metni ne olursa olsun mutlaka bir iletiye sahip, dolayısıyla da eninde sonunda bir ideolojiye ait. Söylediğimiz her şarkı bir ileti içeriyor; yani pedagojik bir tarafı var tüm şarkıların. Şarkılar öğretiyor; bir fikir içeriyor ve içerdiği fikri güçlü bir şekilde yaygınlaştırıyor. Çoğu zaman bize bir bakış biçimi öneriyor.
Grup Yorum’un “Bize Ölüm Yok”u dinleyeni bir tarafa çekerken, “Ya benimsin ya kara toprağın” başka bir tarafa çekiyor. Bandista’nın “Aşk şarkısı” mücadele içindeki bir aşkı örgütlemeye çalışıyor, Sezen Aksu’nun “Bunları boşver ne haber aşktan?”ı aşkı yalnızlaştırıyor. Kesmeşeker “Çünkü serbest bir pazar her şeyi bozar” ile anti-kapitalist fikrini örgütlemenin peşindeyken, öteki “Böyle gelmiş, böyle geçer dünya” diyerek değişmezlik fikrini yaygınlaştırıyor. Cem Karaca Tamirci Çırağı’nda aşkta da sınıf ilişkilerinden kaçışın olmadığını anlatırken, Timur Selçuk “Nereye Payidar”da grev meselesinin bir ihtiyaç ve aynı zamanda bir seçeneksizlik olduğunu göstermeye çalışıyor. Şarkıları bu şekilde özetlemenin çok keyif kaçırıcı olduğuna katılabilirim ama bize başka bir haz biçimi lazım. Müzik dinlemek çok keyifli, ritim oldukça lezzetli ama bütün bunların yanında hazzın illüzyonuna ayık olacağımız bir şeye de ihtiyacımız var. Örneğin “Yapma desem durmaz” deyip sonra “arasan keşke” diye bağlanan şarkının kadın mücadelesinin ideolojik kazanımlarını zayıflatma yolunda işlev gördüğü konusunda şüphe radarlarımız açık olmalı.
Buraya kadar ele aldıklarım sadece şarkı sözleriyle ilgili tespitler. Bir de bağlam var ki, bazen sözlerden bile daha güçlü şekilde yön verebiliyor şarkının anlamına. Örneğin, Zülfü Livaneli’nin Paul Eluard’ın şiirinden bestelediği ‘Ey Özgürlük’ şarkısının, bir şirketin reklamında kullanıldığında, şarkı için başka bir zemin ortaya çıkarıyor. Çünkü özgürlük türlü şekillerde tanımlanabilir. Sınıflı toplumlarda her kavramın en az iki anlamı olmalı. Özgürlük, işçi sınıfının gözlüğünden sömürü düzeninden kurtuluş olarak görünürken, sermayedarların gözlüğünde serbest piyasa özgürlüğüne bürünebilir; aynı özgürce tüketimi öven ‘özgür kız’ reklamlarındaki gibi.
Ya da ‘Entarisi Ala Benziyor’u ele alalım. TRT ekranlarındaki icrası, “ulus olarak ne güzel türkülerimiz var!” fikrini güçlendirirken, Boğaziçi Caz Korosu’nun “çapulcu musun vay vay” uyarlaması Gezi İsyanı’yla ilişkilendiği için karşı çıkışı omuzluyor. Ya da Gezi İsyanı’nda sokak ortasında dövülerek öldürülen Ali İsmail Korkmaz’ın ardından ‘Magosa Limanı’ türküsünün anlam değiştirmesi gibi: “Uyan Ali’m Uyan, uyanmaz oldun…”
Beraber Yürüdük Biz Bu Yollarda!
Bağlamı yaratan şeylerden biri de şarkıyı söyleyen kişinin politik duruşu. Örneğin, devrimci ozanlık geleneği içerisinde ele alabileceğimiz ve toplumsal mücadeleye kattığı onlarca şarkısı olan Ali Asker’in söylediği acı, keder ve hatta kıskançlık barındıran ‘Sevin Gayrı’ şarkısının, içerik olarak uygun olmasa da sol buluşmalarda hep bir ağızdan söylenmişliği çoktur.
beni derde koyup kaçtın/gözün aydın sevin gayrı
yüreğime yara açtın/gözün aydın sevin gayrı
bir zamanlar benim oldun/ömür fidanımı yoldun
yeni bir sevgili buldun/gözün aydın sevin gayrı
Aynı şarkıyı bir başkası söylese büyük ihtimalle hiç gündemimizde olmayacaktı. Ya da ‘Beraber Yürüdük Biz Bu Yollarda’ şarkısının taşıyıcılığı Muazzez Abacı’dan Tayyip Erdoğan’a geçince de işler benzer bir şekilde değişti. Aynı şarkıyı Adalet Yürüyüşü’nde Kemal Kılıçdaroğlu da rahatlıkla kullanabilirdi.
Şarkılar, sözleri, bağlamı, söyleyeni, söylenme ortamları, müzik içi ve dışı tüm bağlamlarıyla doğası gereği bir ileti taşır. Bu iletinin ne olduğunu ve niteliği de başta müzisyenin düşünmesi gereken bir şeydir.
Erkan Oğur’un bağımsızlığı
Ülkenin en önemli müzisyenlerinden Erkan Oğur, İbrahim Kalın’ın şarkısına verdiği çalma desteğine dair pişmanlığını açıkladığı röportajında “solcu, devrimci” birisi olduğunun altını çiziyor. Hata yaptığını, hatasız bir insan olmadığını ifade ediyor. Fakat bunları söylerken, bu yazıyla yakından ilgili olduğunu düşündüğüm bir şey daha söylüyor. Erkan Oğur, İbrahim Kalın’ın “çalar mısın” önerisini “Benim için bağlama çalıp, halk müziği seven İbrahimsiniz” diyerek kabul ettiğini söylüyor ve “Müziğim siyaset üstüdür” şeklinde de bakışını geniş zamana bağlıyor. ‘Müziğin siyaset üstü oluşu’ pek çok sanatçı tarafından da çeşitli zamanlarda dile getiriliyor. Fakat yukarıda da göstermeye çalıştığım üzere, ürettiklerimizle, söylediklerimizle ve hatta sustuklarımızla bile isteyerek ya da istemeyerek bir dünya görüşünün parçasıyız. Kapitalizmin tüm dünyayı kapladığı böyle bir zamanda “izm’lere karşıyım” basitliğinin mevcut düzenin pasif bayraktarlığından başka bir anlama gelmesi pek mümkün görünmüyor.
Yani asıl konu Erkan Oğur ya da benzeri durumlara düşen başka kişilerin tercihleri, hataları, yanılgılarından daha çok, sanatın, konumuz özelindeyse müziğin kendi başına, ‘kendinde’ bir şey olduğu fikrindeki mücadele edilesi demirleme. Sanat, ideoloji ve siyaset ile doğrudan sıkı sıkıya alakalı. Hele de bugünkü sanat… Konser yasakları, TV programlarına katılım blokajları, davalar sebebiyle sanatçıların hapse girmesi, yurtdışına çıkmak zorunda kalması, ana akım içerisinde sanat üreten sanatçıların bile en ufak bir karşı çıkışta hedef haline getirilmesi… Bütün bunlar başka bir çağda mı yaşanıyor? Bunların müzikle alakası yokmuş gibi davranılıyor. Daha doğrusu bunları görmezden gelmenin ‘erdem’liliği, bir çeşit yüceleştirme ve çoğu zaman da mistikleştirme şeklinde önümüze geliyor. Hayır! Kendi başına müzik yoktur! Salt müzik adına iyi bir şey yapamazsınız. Çünkü müzik prangalıdır; hakim ideoloji ve kültür endüstrisinin eliyle yaratılmış sistemsel bir prangadır bu. Mevcut sömürü düzeninin argümanlarını çoğaltıp prangaları geliştirmeyelim! Müzik, yaşadıklarımızdan bağımsız değil. Hem toplumu hem müziği özgürleştirecek olan da ancak, yaşadıklarımıza kayıtsız kalmayan müzik olacak.