Havaalanında öğrenmiş Sinan’ın babası Adnan Cemgil olayı; “Sibel kurtarıldı” diye tezahürat edip Mahir’e küfrü basanlardan, Cevahir’in öldürülüp Mahir’in yaralı yakalandığını…
12 Ocak 1971’de günlük basının tüm manşetleri tek bir olaya kilitlenmiştir: İş Bankası Emek Şubesi soygunu, Ankara’da. Bütün gazeteler ateş püskürmektedir “Üniversite Öğrencileri”ne.
Çok değil iki gün sonra basılır Orta Doğu Teknik Üniversitesi devletin güvenlik güçlerince, öğrenciler öldüresiye dövülerek gözdağı verilir kendilerince.
16 Ocak’ta sayfa sayfa yayımlanır aralarında Deniz Gezmiş’in de olduğu aranan gençlerin isim listeleri. Büyük puntolarla manşetlere çekilir güvenlik kuvvetlerine “vur” emri verildiği. Sanki bu emirden önce vurmuyorlarmış gibi.
Sanki 6. Filo’nun İstanbul’a gelmesini protesto eden öğrencilerden intikam alabilmek için 24 Temmuz 1968’de, sabaha karşı İTÜ öğrenci yurdunu basarak, uykuda yakaladıkları öğrencileri öldüresiye döven ve Vedat Demircioğlu’nu balkondan atarak katleden kendileri değilmiş gibi.
Sanki bu olayı işaret fişeği gibi alıp, ülkenin dört bir yanında türeyen ve kendilerine “komando” diyen faşistler tarafından öğrencilere, gençlere, köylülere hiç kurşun sıkılmamış gibi.
Sanki 15-16 Haziran olayları başka bir ülkede yaşanmış, başka bir ülkenin işçilerinin üzerine kurşun sıkılmış gibi, hiç utanmadan çıkarılan “vur” emriyle övünürler.
Deniz ve arkadaşlarına sıkılacak her kurşunun karşısındayız bildirisiyle cevaplar Devrimci Gençlik bu emri.
Orta Doğu Teknik Üniversitesi kapatılır, Sinan’ın boy boy fotoğrafları yayınlanır günlük basında, banka soygunlarının faali olarak aranmaktadır artık.
“Oğlumla iftihar ediyorum” der Sinan’ın babası Adnan Cemgil, “Anayasa dışı davranışlarıyla her gün biraz daha meşruluğunu kaybedenler, emperyalizme ve sömürü düzenine karşı müdahale ateşini söndürmeyen ve bu savaşın ön safında dövüşen gençlerden birinin babası olarak övünç duyuyorum.” (Orhan İyiler, Öldükleriyle Kalmadılar, Rosa Yayınları)
Meşruluğunu kaybedenler ve buna karşı mücadele eden gençler.
Olaylar olayları, soygunlar soygunları kovalar.
Gece baskınları, aramalar, sürek avları yazar gazeteler.
12 Mart’a birkaç ay vardır.
Ve Türkiye Halk Kurtuluş Ordusu, bütün yurtseverleri tam bağımsız Türkiye mücadelesinde yanlarında saf tutmaya çağırırır.
Önce muhtıra verir Cumhurbaşkanı Cevdet Sunay’a Genelkurmay Başkanımız, istifaya zorlamak için hükümeti. İstenen olur, önce Süleyman Demirel istifa eder ardından CHP’den istifa etmesi koşuluyla Nihat Erim’e verilir hükümet kurma görevi. Ne parlamento feshedilmiş ne de siyasi partilere dokunulmuş, sadece eldeki kartlarla yeni bir oyuna başlanmıştır. Anında güven oyu alır Erim hükümeti. Devir şak diye verilen emre tak diye uyma devridir.
“Lüks” bizim ülkemize bu 1961 Anayasası der, haklar ve özgürlüklerden başlar değişikliğe hukuk doktorasını Paris’te tamamlaşış Nihat Erim. “Hem bazen şal örtmek gerekebilir demokrasilerin üzerine” diyerek başlatır Denizlerin idamına kadar gidecek olan ünlü “Balyoz Harekâtı”nı. Kadife eldivenlerle tutulan balyoz inmeye başlar halkın tepesine.
Birçok ilde sıkıyönetimin ilan edildiği, TİP ve DİSK’in kapatıldığı, binlerce devrimcinin gözaltına alınarak işkenceden geçirildiği bir dönem başlar. Her gün yeni yeni isimler eklenmektedir arananlar listesine vur emirlerine bağlı.
16 Mart 1971’de yakalanır Deniz Gezmiş ve Yusuf Aslan. Sinan Cemgil ve bazı arkadaşlarının çemberi yararak kaçtığını yazar gazeteler, 23 Mart’ta yakalanma sırası Hüseyin İnan’dadır.
Devrimciler arasında kardeşlik ve dayanışmanın dorukta olduğu günlerdir.
Hep birlikte çıkılmıştır yola, hep birlikte varılacaktır “Tam Bağımsız Türkiye” hedefine de. Tahammülleri yoktur, içlerinden birinin saçının teline bile dokunulmasına; değil ki darağaçlarında asılıp sokak aralarında kurşunlanmalarına. Birinin çektiği acı, anında kor olup düşmektedir diğerinin yüreğine.
Önce İsrail Başkonsolosu Ephraim Elrom’u kaçırır Mahir Çayan, arkadaşları Ulaş Bardakçı ve Hüseyin Cevahir ile birlikte; “24 saat” derler, “24 saat içinde salıvereceksiniz arkadaşlarımızı!” Tek istedikleri Deniz’lerin serbest bırakılması. Başta Amerikan Başkanı, kimse kâle almaz bu çağrıyı.
Konsolosun ölümünden sonra büyük bir sürek avı başlar İstanbul’da.
Bülent Ecevit’in partisinin genel sekreterlik görevinden istifa haberi 21 Mart’ta gelir: “Komşumuz Yunanistan’da yaşanılanlara benzer bizim durum” der, “biraz daha ustacası. Çünkü bizde demokrasi kurumları işler gibi gözüküyor. İkisi de iktidara geleceği anlaşılmış bulunan ortanın solunda muhalefet partisine yapılan darbedir (……) oyun bitmiştir. Hükümete katılmama kararı alınabilseydi bazı şeyler kurtarılabilirdi. Fakat genel başkan böyle düşünmüyor.”(age)
Aynı günlerde Sinan ve arkadaşları Malatya trenine biner, motorsikletleriyle birlikte.
Denizlerin sorgusu sürmekte, gazeteler her gün onlardan bahsetmektedir.
Bir bildiri daha yayımlar THKO o dönemde:
“Yusuf Aslan bakılmakta olduğu hastahanede öldüğü ya da Deniz Gezmiş’e işkence yapıldığı takdirde, örgüt Amerikalılara ait tüm binalarla, yabancı işyerlerini imha edecektir. Unutulmamalıdır ki herbirimiz hem lider hem neferiz biz!”
Sürek avı devam etmekte, çember her geçen gün daralmaktadır.
15 saat sokağa çıkma yasağı konur, tüm otobüs, tren ve gemi seferleri iptal edilir İstanbul’da 22 Mayıs 1971’de. Tek tek aranır evler, apartman yöneticileri, kapıcılar, muhbir vatandaşlar görevde, meraklılar pencerelerdedir. Kımıldayan her şeye ateş etme emiri aldıklarını söyleyip gözdağı verirler vatandaşlara. Türkiye İşçi Partisi Yönetim Kurulu üyeleri, başta Yaşar Kemal olmak üzere, tanınmış birçok aydın, yazar ve sanatçı gözaltına alınmıştır. Öğrenci yurtları basılmakta, sokağa çıkma yasakları artırılmakta, muhbir vatandaşlara çağrı üstüne çağrı yapılmakta, yine de bir türlü rastlanamamaktadır Mahir Çayan ve arkadaşlarının izine.
Maltepe’de boş bir evdedirler o günlerde, Mahir ve Hüseyin. Birkaç gün sonra ihbar alır güvenlik güçleri, sarılan evden çatışarak kaçarlar, bir apartmanın en üst katındaki dairenin kapısını kırıp girerler. Binbaşı Dinçer Erkan’ın evidir burası, anne ve küçük oğlunu serbest bırakırken 14 yaşındaki Sibel’i tesadüfen yanlarında alıkoyarlar. Son anda bir bardak su ister içlerinden biri, su verirken buzdolabından kapı kapanır, içerde kalır küçük kız.
Manşetler hazırdır hemen, aksam baskılarının, “Teröristler küçük kız Sibel’i rehin aldılar” diye.
Sıkıyönetim Komutanlığına bağlı askerler ve keskin nişancılar çembere alırken doğduğu kentte Mahir ve Cevahir’in sığındıkları evi, Sinan Cemgil çok uzağındadır İstanbul’un. Arkadaşlarıyla birlikte Kürecik’te bulunan ABD Radar Üssü’nü basmaya hazırlanmaktadır, kuş uçmaz kervan geçmez Nurhakların doruğunda. Üstekileri rehin alıp, karşılığında Denizlerin serbest bırakılmasını sağlamaktır amaçları. Takım düzenine düşerler yola.
31 Mayıs’ta daha gün ışımadan girerler Gölbaşı’na bağlı İnekli köyü yakınlarına soluklanmak için otururken bir ağacın altına, son anda fark ederler köyün davarını almak için gelen çobanı.
“Gel çoban kardeş gel, korkma gel hele yaklaş” dedi Sinan tüm sevecenliğiyle, “Sana bir zararımız dokunmaz bizlerin, para verelim köyden ekmek, peynir helva alıp geliver. Açız.”(age)
Hiç beklemiyorlardı çobanın tabana kuvvet kaçacağını. “Dur, kaçma, vururuz” bile diyemediler. Vurabilirler miydi zaten, yürekleri böylesine halk sevgisiyle doluyken?
Çoban imama, imam muhtara, muhtar jandarmaya… Telefonlar hızla çevrildi.
Gidiş yönleri belliydi. Dar bir boğazda kesildi önleri.
İlk vurulan Alpaslan oldu, arkayı tutmaktı görevi. Sinan, Kadir’le birlikte yamaçlara tırmanmaktaydı. Göz açtırmıyordu tepeleri tutan komandolara.
Derken hiç beklenmeyen oldu, Kadir Manga vuruldu.
Kadir’in vurulduğunu gören Sinan durur mu? Tırmandığı kayalıklardan, zirveye çok az kala, üstelik de çıkmışken ateş hattından, hızla geriye döndü. Kayarak indi yamaçtan. Yaralı sandığı can yoldaşını sırtlayıp ateş çemberinden çıkarmaktı amacı. 10-15 metre bile kalmamıştı ki alnının ortasında patladı İzmirli onbaşının kurşunu.
Üç aydır bölgedeydiler halbuki. Üç aydır peşlerinden koşturuyorlardı güvenlik güçlerini, biçare. Bir külüstür kamyon şoföründen öğrenmişti güvenlik güçleri onların bölgede olduklarını. Yolda durdurarak bindikleri bir kamyon şoföründen. Silahlarını göstermemişlerdi. Zavallının biriymiş zaten şoför de, hiçbir şeyden şüphelenmemiş, ta ki karşıdan bir askeri konvoy görününce karnının ortasında dayanan demirin soğukluğunu hissedinceye kadar. “Sana dur işareti verirse, sakın durma, tam gaz ileri” demişler. Öyle anlamış kamyon şoförü bunların gazetelerin yazdığı “anarşist” gençler olduğunu. Gölbaşı’na yakın bir yerde inip dağlara doğru uzaklaşmışlar.
O gün bu gündür peşlerindeymiş güvenlik güçleri. Bütün çabalarına rağmen, hiçbir ihbar alamamışlar son güne kadar. İhbar etmemek saklamak demekmiş onların gözünde.
Bütün köylülere zulme başlamışlar. Yine de kulaktan kulağa efsaneleşmelerine engel olamamışlar.
Bir köylü kadın varmış. Süt satarmış Sinan ve arkadaşlarına. Herkese öyle bir anlatırmış ki onları. 100 TL vermiş Sinan ona bir gün, kadın başlamış paranın üstünü aranmaya, nafile. Köylü kadına göre çok büyük para.
“A oğlum bu paranın üstü ne arar bende” demiş acıyla.
“Ana” demiş Sinan “boşuna aranma, bile bile verdim bu parayı sana.”
“A oğlum, niye eğlenirsin ki benle, günahtır yapma, al paranı ver sütümü.”
Kahkahayı basmış Sinan, “Yok anam” demiş, “sütü vermek de yok, parayı vermek de. Asıl günah yüz lirayı çok para sandıranlarda. Halbuki kendilerinde bunlardan o kadar çok var ki. İşte sırf bu yüzden üstünü başını yolmaktasın karşımda. Hadi hoşça kal ana.”
Kulaktan kulağa anlatılırmış işte böyle hikayeler.
Ta ki o son güne kadar…
Çoban imama, imam muhtara, muhtar jandarmaya…
3 bin TL için satıyorlar gençleri. Parayla köye çeşme yaptıracaktım diye savunuyor muhtar kendisini. Köylerine çeşme yaptırmak için ihbar ediyor, hiçbir kişisel çıkar gözetmeden ülkenin tüm köyleri çeşmeye kavuşsun diye mücadele eden devrimcileri.
Aynı saatlerde çevrelerindeki bütün evler boşaltılmış, bulundukları semt tam bir ablukaya alınmıştı İstanbul’da.
Annesini getirmişlerdi önce Cevahir’in teslim olması için, sonra amcasını. Kürtçe konuşmuştu amcası Cevahir’e.
Mahir Çayan’ı öldürürse güvenlik kuvvetlerinin kendisine bir kötülük yapmayacağını bile söylettiler zavallı adama. Mahir Kürtçe bilmiyordu ama Cevahir’in köpürmesinden anlamıştı konuşulanları. (age)
Hüseyin Cevahir… Dersim’in Mazgirt ilçesine bağlı Söbek köyündendi. Baba Mansur Ocağı’na bağlı bir babayla Küreyşan Ocağı’ndan bir annenin; kökleri ta Ehlibeyt’e dayanan bir ailenin tek oğluydu. Bozatlı Xızır öyküleriyle geçmişti bütün çocukluğu.
Bundandı belki de sanat ve edebiyata ilgi duyması. Daha Çapa Tıp Fakültesi’ndeyken edebiyat dergilerinde yazılarının yayımlanması.
Bir diğer özelliği de Kürdistan sorununa ilgi duymasıydı. Bu nedenle getirilmişti Doğu Anadolu Bölge Sorumluluğuna. Konuyu araştırıp rapor hazırlamış, ünlü Doğu Mitingleri’ne de katılmıştı.
31 Mayıs günü, öğlen radyodan öğrenirler Sinangillerin vurulduğunu. Öfkeden ve acıdan çılgına dönerler. Sibel ilk defa böyle görüp korkmuştu onlardan. Mahir balkona fırlamış, “Yoksul halkımız için dövüşüyoruz. Sizin için, sizin ve çocuklarınız için. Bağımsız Türkiye için” diye bağırmıştı.
“Siz öldürdünüz onları” diyordu Cevahir, “daha bugün 3 cana daha kıydınız, katilsiniz siz!”
Sabaha kadar bağımsızlık türküleri, marşlar söyleyerek uğurlamışlar yoldaşlarını.
Havaalanında öğrenmiş Sinan’ın babası Adnan Cemgil olayı; “Sibel kurtarıldı” diye tezahürat edip Mahir’e küfrü basanlardan, Cevahir’in öldürülüp Mahir’in yaralı yakalandığını…
Kendi oğlu gelir aklına. Acaba alabilecek miydi cansız bedenini?
Ne berbat günlerden geçilmekteydi. Zulüm her yanı tutmuş, yaprak kımıldamıyordu. Hiç uyumadan gitti Malatya’dan Gölbaşı’na. Önüne çıkan engelleri bir bir kaldırdı. Sonunda oğlunun naaşını söktü aldı.
Dönüş yolunda, Nurhaklarda durdurur arabayı. “Oğlum bu topraklarda bu dağlarda dolaştı, buralarda yattı. Uğruna öldüğü topraklardan götüreceğim mezarına.”(age)
Hiç beklenmeyen bir çeviklikle tırmanır dağın yamaçlarına. İki gazete kağıdını iki büyük külah yapar, Nurhak Dağı’nın topraklarına. Aynı çeviklikle seğirtir kucak kucak dağ çiçekleri toplamaya.
Ertesi gün, Nurhaklardan getirilmiş toprak ve çiçeklerle verilmiş Sinan Cemgil, Erenköy’de toprağa.
Muhtemelen İstanbul’a girerken karşılaşmıştır, Maltepe’de vurulan ve amcasının kucağında doğduğu topraklara dönmek üzere yola çıkan Hüseyin Cevahir ile.
İki yiğit…
İki çinko tabut içinde…
Sendika.Org, yayın hayatına başladığından bu yana işçi sınıfı hareketinin, solun ve genel olarak toplumsal muhalefetin gündemine ilişkin, farklı politik perspektiflerden düşünsel katkılara açık bir tartışma platformu olagelmiştir. Sitemizde yayımlanan yazılar yayın kurulunun politik perspektifiyle uyumluluk göstermeyebilir. Amacımız, mücadelenin gereksinim duyduğu bilimsel ve politik bilginin üretimini zenginleştirecek tüm katkılara, yayın ilkelerimiz çerçevesinde, olabildiğince yer verebilmektir.