İbo çocuklara büyük bir sevinçle bakar, yanındakilere “Türkiye’nin geleceği çelikten yoğruluyor. Belki biz olmayacağız ama bu çelik aldığı suyu unutmayacak” dermiş
Vartinik’ten çıkıp düştün yollara
Ağaya patrona hesap sormaya
Bin dokuzyüz yetmiş iki yılında
Bedrettin, Mansurdun buzlu Munzur’da
Kalleş Diyarbekir zindanlarında
Şer verdin sır vermedin hücrelerde
Kuş olup uçmuşsun kızıl göklerde
Bekleriz yolunu devrim gününde
Halkız biz ölmeyiz teslim olmayız
Halk düşmanlarından hesap sorarız
Ölmeden oluruz Hakk’a varırız
İbrahim’e akar, coşar, çağlarız
Haluk Tolga İlhan
Grup Abdal’ın kurucusu, sanatçı Haluk Tolga İlhan geçtiğimiz sene, ‘Vartinik’ çalışmasıyla 47. ölüm yıldönümünde İbrahim Kaypakkaya’yı selamlamıştı. Söz ve müziği kendisine ait olan çalışmada gitar ve vokalde Sinan Güngör, klavyede Ümit Öner yer almış, kollektif emeğin ürünü muhteşem bir eser oraya çıkmıştı.
68 Hareketinin önderlerinden biriydi İbrahim Kaypakkaya. Mahirlerin Kızıldere’de vurulduğu, Denizlerin darağaçlarında sehpaya tekme vurduğu günlerde ser verip sır vermeyen yiğit olmuştu Diyarbakır işkencehanelerinde, -o Diyarbakır ki- direnişiyle Kaypakkaya’yı etkileyen…
Bir başka işkence efsanesi… Ömer Ayna’nın memleketi… Bir gazete haberinden öğrenir Çorumlu İbrahim Kaypakkaya, Diyarbakırlı bir Zaza olan Ömer Ayna’nın işkencede tek bir kelime etmediğini. “İşte” der, Ömer Ayna’nın gazetedeki yüzü gözü kan içinde fotoğrafına bakıp “Devrimciliğin ilk koşulu budur. İşkencede direnmek onurdur.” Herkes görmüştür aslında o fotoğraf karesini de bir tek O, bir tek İbrahim okumuştur o gözlerdeki kararlılık ve direnç ifadesini. Öyle bir okumuştur ki, sıkıyönetim duvarlarını aşmış da gelip İbo’nun gönlüne bağdaş kurup oturmuştur Ömer’in kararlı, direngen ve sevecen bakışları. Halbuki ne İngilizce bilirdi ne de John Berger adını duymuşluğu vardır o güne dek İbrahim Kaypakkaya’nın.
Berger görmekle bakma arasındaki farka vurgu yaparak “Düşündüklerimiz ya da inandıklarımız nesneleri görüşümüzü etkiler. İnsanların cehennemin gerçekten var olduğuna inandıkları ortaçağda ateşin bugünkünden çok değişik bir anlamı vardı kuşkusuz. Gene de onlardaki bu cehennem kavramı -yanıkların verdiği acıdan olduğu ölçüde- ateşi her şeyi yutan, kül eden bir şey olarak görmelerinden doğmuştur” diye yazar Görme Biçimleri kitabında.
12 Mart’ın bütün ağırlığıyla sürdüğü, karşıdevrimin terörünü her yerde kendini hissettirdiği dönemdi. Ünlü “Ziverbey Köşkü” hizmete açılmış hiçbir çıkar gözetmeden halk için mücadele eden delikanlılarımız, gencecik kadınlarımız, işkence tezgahlarına çekiliyor, devrimciler peş peşe sokak aralarında, okullarda, öğrenci yurtlarında, orada, burada kurşunlanıyordu. Cezaevlerinde ardı sıra idam sehpaları kuruluyordu. İşte tam da o günlerde devrimi örgütlemek için gelmişti Malatya’ya İbrahim Kaypakkaya. Ayağında bir gislavet, sırtında da eski bir paltoyla. Pantolonu da yöreye uydurmuştu. Cebine sahte kimliği koyup başında da o ünlü kasketini geçirince işinde gücünden başka bir şey düşünmeyen yoksul köylüden hiçbir farkı kalmamıştı. Hiç takılmadan, rahatça geçiyordu jandarma polis çevirmelerinden. Yöreye geldikten bir süre sonra, Sinan Cemgil, Kadir Manga ve Alparslan Özdoğan’ın öldürüldüğü haberini aldı.
Köylülerden bilgi topladı. Kürecik bucağına bağlı Kahyalı köyü muhtarı Mustafa Mordeniz’in sırf para kazanmak için ihbarcı olduğunu öğrendi. Üstelik tek suçu da bu değildi. Yoksul köylüleri inim inim inletiyordu. Kahvelerde, uluorta devrimcilere küfrediyor, yeni ihbarcılar yetiştirmek için kesenin ağzını açıyor, dört bir yanda ihbar tehditleri savuruyordu. İbo ve arkadaşları onu bu nedenle sorgulamıştı. Cezalandırdıktan sonra da bölgeyi terk edip Dersim’e gelmişlerdi.
Kaldığı köylerde mutlaka üretime katılıyordu İbo, tırpan biçmekte üstüne yoktu. O dönemde yörede ekinler orakla biçilir, tırpan fazla bilinmezdi. Köylüler hayranlıkla izlerdi kendisini. “Ayakçak” yaptı başka bir köyde. O zamana kadar hiç görülmemiş, adı bile duyulmamış bir alet. Otlardan yaptığı bu aleti ayağına takıyor, yorulmadan rahatça kesiyordu ekinleri, koca bir deste olunca kestikleri, alıp kenara bırakıyordu onları. Kısa sürede bitiriyordu kesimi.
İbrahim, Çorumluydu. Çorumlu inşaat işçisi Ali’nin oğlu. Emek nedir bilir, hakkını verirdi. Haksız kazançtan nefret eder, zor durumdaki herkese yardım ederdi. Çocukluğundan beri bildiği Orta Anadolu köylülerinin kullandığı aleti, almış getirmiş kendi elleriyle Dersim’in bağrına konduruvermişti. Köylüler öyle memnundu ki.
Kendisini konuk eden yoksul köylünün, yemeklerini de hiçbir zaman sonuna kadar yemezmiş. Bilirmiş ki varını yoğunu koymuştur sofraya, bilirmiş ki kalan yemek, ev sahiplerince yenilecek. Muhakkak yarım bırakır, arkadaşlarını da tembihlermiş. Bu nedenle bölgede çok sevilirmiş. Hele bir de köylün ensesinde boza pişiren birkaç ağaya “tehdit eylemi” duyulduktan sonra bölgede ünü iyice artmış. Onun ve arkadaşlarının çevresinde koskocaman bir sevgi halesi oluşmuş. Dolaştığı köylerde hep çocukla çocuk, büyükle büyük olurmuş. Arkadaş olup şakalaşmadığı çocuk yok gibiymiş, onlarla hemen içli dışlı olurmuş. Her kesime, devrimi anladığı dilden anlatırmış. Çocuklar bile bilirmiş devrimin ne demek olduğunu, ondan hiç ayrılmak istemezlermiş. Kimi zaman peşine takılır koro halinde “EZ Jİ DEVRİMCİME” diye bağırırlarmış. Zazaca da “Ben de Devrimciyim” demek. İbo bu çocuklara büyük bir sevinçle bakar, yanındakilere “Türkiye’nin geleceği çelikten yoğruluyor. Belki biz olmayacağız ama BU ÇELİK ALDIĞI SUYU UNUTMAYACAK” dermiş.
O yıllar, Aydınlık’tan ayrılıp, Türkiye Komünist Partisi Marksist Leninist’i (TKP-ML) kurduğu yıllarmış. Çok değil, Diyarbakır zindanlarında katledildikten birkaç yıl sonra ünü kulaktan kulağa yayılmış. Peşine takılanlar gün geçtikçe çoğalmış. Birisi varmış içlerinde, Ege Üniversitesi Eczacılık fakültesi öğrencisi Feridun Berkin. 12 Mart’ta değil ama, 12 Eylül’de çok çekmiş. Tutuklu bir yoldasını özgürlüğe kavuşturduğu için, Evren’in “Asmayıp da besleyelim mi?” dediklerinden biriymiş.
Cevabı geciktirmemiş. “O duvarlarınız, vız gelir bize vız” diyerek o zor yıllarda Avrupa’nın yolunu tutmuş. Gel zaman git zaman dalmayı öğrenmiş. Geçmiş yaşadıklarını denizlerin, okyanusların derinlikleriyle paylaşmış. Yosunlara dökmüş derdini, balıklara… Yunuslarla oynamış, köpek balıklarıyla dost olmuş. Hrant’a doğum günü yapmış geçtiğimiz yıl Kızıldeniz’de. Akdeniz’in derinliklerinden Armenak Bakır’a selam çakmış. 18 Ekim’de tam da Orhan Bakır’ı kaçırdığı günde, bu sene de dalmaya gitmiş Feridun. Bir yanına İbrahim’i almış, bir yanına Haluk Tolga İlhan’ı…
Denizin derinliklerinden seslenmiş. Havadaki kuşa, yerde ki börtü böceğe, denizdeki, balıklara, yosunlara, “18 Mayıs’ı unutmayın” demiş. Unutmayın…
Bin dokuzyüz yetmiş iki yılında
Buzlu Munzur’da
Bedrettin, Mansur olanı
O şimdi her yerde
Bakmayı bilen gözler de…
Sendika.Org, yayın hayatına başladığından bu yana işçi sınıfı hareketinin, solun ve genel olarak toplumsal muhalefetin gündemine ilişkin, farklı politik perspektiflerden düşünsel katkılara açık bir tartışma platformu olagelmiştir. Sitemizde yayımlanan yazılar yayın kurulunun politik perspektifiyle uyumluluk göstermeyebilir. Amacımız, mücadelenin gereksinim duyduğu bilimsel ve politik bilginin üretimini zenginleştirecek tüm katkılara, yayın ilkelerimiz çerçevesinde, olabildiğince yer verebilmektir.