Oldum olası içi dışı birdi Hacı’nın. Süslü kelimelerden hoşlanmaz, direkt anlatırdı anlatacağını. Dosttu. Sevecendi. Teorinin griliğinden uzaktı. Hayatın tam içinden konuşurdu konuşurken, yeşilin en güzel tonuyla hem de. Ağız dolusu küfür de ederdi, kahkahalarla gülmeyi de severdi. Öfkesini de yaşardı, sevincini de. Her şeyiyle ortadaydı. İkiyüzlülüğü yoktu. Doğru bildiğinden hiç şaşmadı
Sen de : – bir arkadaşın öldü
Ben diyeyim : – Kardeşim
Çiçekçi bana bir gül ver
Götürüp tabutuna iliştireyim.
Ahmet Erhan
Kara haberi duyduğumda Küba’daydım. 2014 yılının Mayıs ayıydı. Rüya gibi bir gezinin tam ortasında. Fransız Demir Yolu İşçileri Sendikası’nın 1 Mayıs nedeniyle düzenlediği Nisan ayının son günlerinde başlayan üç haftalık gezinin yarısında. Hayatımda tribünlerden izlediğim tek 1 Mayıs’tı bu. Hem de Raul Castro ve dünyanın çeşitli ülkelerinden gelmiş binlerce komünistle birlikte. Öylesine güzel, öylesine muhteşem bir geziydi ki bu içimi yakan böylesine hüzünlü bir olaya kodlayacağım aklıma bile gelmezdi yola çıkarken. Keşke bu geziyi sadece güzellikleriyle anımsayabilseydim. Rüya gibi olmasına rüya gibiydi de gezimiz internet gibi bir kâbusumuz vardı o zamanlar. Korkunç derecede pahalıydı internet Küba’da. Bu nedenle ya kaldığımız otellerde ya da lüks restoranlarda bağ kurabiliyorduk dünyayla. O da her zaman değil tabii. İşte böyle güzel bir restoranda yediğimiz bir öğle yemeğinin ardından aldım haberi. Kaç defa okudum bilmiyorum gelen birkaç kelimelik mesajı: Tatildesin biliyorum ama bilmek istersin diye düşündüm, bugün kaybetmişiz arkadaşın Hacı’yı. Okudukça dünya durdu. Hayat durdu. Kan dolaşımım durdu. Buz kestim; elim ayağım dondu. Öğrenciliğimizde çok yakındık biz. Ama 12 Eylül’den sonra hiç görüşememiştik. Aranır duruma düşüp yurt dışına çıktığımda da iyice kopmuştu bağımız. Ta ki, 1990’lı yılların başlarında Paris’teki evimi çınlatan telefonun zil sesine kadar. Hiç unutmuyorum o günü. Kesik kesik geliyordu sesi:
“Alo, Algül?”
“Evet benim, buyurun.”
“Ben Hacı.”
Saniyenin binde biri kadar bile sürmedi düşünmem. Kalbim çarptı, nefesim kesildi. Nutkum tutuldu sevinçten. Tam ağzımı açıp bir şey söyleyeceğim, çekinerek ekledi soyadını: “Ben Hacı Ilgar, Algül hatırladın mı beni?” Hatırlamak mı? Ben seni hiç unutmadım ki Hacı. Sen değil miydin beni örgütle ilk tanıştıran. İlk kavga aşkını aşılayan. İlk silahşörüm, ilk ajitatörüm, idolüm. Sadece Siyasal Bilgiler Fakültesi’nin değil, tüm Cebeci’nin Hacı’sı; Cebeci de değil, tüm Ankara’nın Hacı’sı. Faşistlerin korkulu rüyası. Senin adım atmadığın, kavgasına katılmadığın semt, yardımına koşmadığın grup kalmış mıydı Ankara’da. Sahi ne zaman seçilmiştin sen Kauçuk İş Sendikası’nın Ankara Şube Başkanlığı’na. Kaç defa kurdun kendi ellerinle grev çadırlarını. Kaç defa karşıladın bizi o grev çadırlarının önünde hem de davulla zurnayla? Kaç defa taktın boynuma “grev gözcüsü” önlüğünü, kaç defa halaya durduk omuz omuza meydanlarda? Hangi yürek unutur ki bunları Hacı? Çığlık çığlığa konuşuyordum artık telefonda. Bir ben söylüyordum, bir o. Özlem büyük, aradaki boşluk çoktu. Okullarımız yan yanaydı bizim Hacı’yla. Kurtuluş’tan Dikimevi’ne giderken sağ tarafta önce Hukuk Fakültesi’ni görürdünüz, hemen yanında SBF’yi.
Aramızdan yukarı, Eğitim Fakültesi’ne çıkan bir yol geçerdi. Yolun solunda, Siyasal’ın arkasına doğru Basın Yayın Yüksek Okulu ve onun hemen ardında siyasal yurdu olarak da anılan Cumhuriyet Yurdu vardı. Sadece erkek öğrenciler kalırdı burada. Hukuk Fakültesi’nin hemen arkasında hukuk öğrencileri için yapılmış Cebeci Kız ve Erkek Öğrenci Yurtları vardı. Giriş kaplarımız ayrı, kantin ve yemekhanemiz ortaktı. Ankara’daki bütün öğrenci eylemleri bu iki yurttan yönetilirdi. Sanırım 1976 yılında bizim yurtlar kapatıldı, bir tek siyasal yurdu kaldı. Siyasal yurdunun kantininde her grubun bir masası vardı; herkes çıkan dergi kitap ve broşürlerini o masalarda sergilerdi: Halkın Birliği, Halkın Yolu, Halkın Kurtuluşu, Devrimci Gençlik vb. büyük toplantılar yemekhanede yapılırdı. Dili olsa da konuşsa o yemekhanenin duvarları, nice iktidarlar kuruldu, niceleri yıkıldı, ne nutuklar dinlediler.
Halkın Kurtuluşu masasıydı bizimkisi. 1976 yılında çıkmaya başlayan haftalık Halkın Kurtuluşu gazetesi. Gazete çıkar çıkmaz alır, kızlı erkekli gruplar halinde gecekondu semtlerine dağılır, yüksek sesle slogan ata ata satardık gazetemizi. Görseniz öyle heyecanlı, öyle güzel olurdu ki. Her satıştan sonra kısılan sesime bakıp kocaman bir ‘bravo gız’ alırdım Hacı’dan. Okumayı söktüğü için yakasına kurdela takılan ilkokul öğrencisi gibi sevinirdim. Bir gün, okuldan bir arkadaşımla birlikte Siyasal Yurdu’nun kantinine çağırdı bizi Hacı. Her zamanki görüşmelerimizden ayrı olacağı belliydi. Rüzgârlı bir havada, çaylarımızı alıp terasa çıktık. Kuytu bir köşede oturduk. Kısık sesle konuşuyordu. Normal zamanda da çok hızlı konuşurdu Hacı, kelimeleri yuttuğu da olur, bütün dikkatimi toplardım anlamak için. Ama o gün olanlar oldu iste, iyice kaçırdım ipin ucunu, bir iki kere hı mı dediğimi hatırlıyorum, sonrasını hiç anlamadım. Bir yere girmiştik girmesine de nereye girdik onu tam anlayamıyordum. Bir kere sordum, cevabı yine anlamadım. Çok da umurumda değildi, nasıl olsa yanımdaki arkadaşım anlamıştır her şeyi; benden çok daha dikkatli, çok daha titizdi, muhakkak anlamıştır ne olup bittiğini. Hacı’nın konuşması bitti, biz kalktık, okula giderken sordum yanımdakine: Ne olduk şimdi biz? Aaa, dedi, arkadaşım, Hacı’nın yanında sen oturuyordun, sen anlamışsındır diye sesimi çıkarmadım ben de, çok alçak sesle konuşuyordu. Aldık mı başımıza belayı. Birkaç gün düşündük taşındık, ne olduğumuzu bir türlü bulamadık. Kimseye de soramıyorduk. İş basa düştü, utana sıkıla gittim Hacı’nın yanına: ne olmuştuk biz ya Hacı? Neydi o girdiğimiz örgütün adı, bir kere daha anlatsana. Benim yerimde bir başkası olsaydı kesin yerdi küfrü. Hiçbir şey demeden öylece baktı yüzüme, nereden buldum ben bunu der gibi, tane tane anlattı sonra. İki kere de sordu: Tamam mı, anladın mı bu sefer? Anlamıştım: artık Genç Komünistler Birliği’nde birer sıra neferiydik. Rüzgâr hızıyla muştulamıştım haberi diğer arkadaşıma. Daha bir canla basla çalışıyorduk artık okulda da.
Faşist saldırıların hızla arttığı, demokratik hakların kısıtlandığı, eldeki mevzilerin teker teker kaybedildiği bir donemdi. Kaldığım Cebeci Yurdu kapatılmış, transfer edildiğimiz Bahçelievler Kız Öğrenci Yurdu’ndan da faşistlerle dalaştığım için atılmıştım. Orada burada kalıyor, ev arıyordum. Tam bu sırada çıktı Devrimci Yol-Halkın Kurtuluşu kavgası. Her zamanki gibi, sabah kalktım, Siyasal Yurdu’nun yolunu tuttum. Evden çıkarken evinde kaldığım arkadaş, “Dikkat et bak, sakın dayak falan yiyeyim deme, bence yurda da gitme” dedi. “Hadi canım sen de” diyerek çıktım evden. Siyasal Yurdu’nda kim bana bir şey yapabilirdi ki. Yurdun dış kapısından girer girmez bir acayiplik sezdim ama hiçbir anlam veremedim. Uzun koridoru geçtim, kantine girdim. Çay almak için ocağa yöneldim, önüme birileri çıktı. Bizim her zaman oturduğumuz masaya baktım, boştu. Sanırım Halkın Yolu’ndan bir arkadaş geldi, gitsen iyi olur dedi, niyeymiş o dedim. Gözüm ocakta, çay alıp oturacağım. Birden birkaç kadın sardı çevremi. Koridora doğru geri geri çekildim. Tam merdivenin oraya gelmiştim ki arkadan itiverdi birisi, dengemi kaybedip merdivenlerden yuvarlandım. Anladım ki yurt o gece el değiştirmişti. Dışarı çıkınca fark ettim parkamın kapüşonu da ellerinde kalmıştı. Ne de özene bezene almıştım onu. İtiş kakış esnasında, kapüşonun düğmeleri kopmuş, kapüşon onlarda, düğmeler yerlerde kalmıştı. Yediğim dayaktan çok kapüşonumaydı içimin sızlaması.
Yanlış hatırlamıyorsam, Kızılay’da bir kahvede buldum bizimkileri. Ya Engin karşıladı beni (Gazi Eğitim’den Sarı Engin) ya da Atilla, Atilla Acartürk. Çünkü bütün hinlikleri onlar getirirdi benim aklıma. Bir oyun oynayalım Hacı’ya dediler. Öfkeden deliye dönmüş zaten, biraz daha dellensin. İçeri gittim, Hacı halimi görünce anladı durumu. Üzgün bir şekilde durumu anlattım, kapüşonu söyledim, abarttıkça abartarak: “Bir çubuğa geçirip yurdun kapısına asmışlar, yiğitse Hacı, gelip bacısının kapüşonunu kurtarsın demişler, sen gitmezsen mümkünü yok vermeyeceklermiş.” Çılgına dondu Hacı. “Ben onlara gösteririm,” diye fırladı. Arabulucular devredeymiş zaten örgütler arasında, görüşmeler yapılıyormuş, akşamüzerine doğru haber geldi, biz de toplu halde yurda gidip masamıza oturduk. Günlerce espri konusu yapmıştık benim kapüşonu. Birisi, tesadüfmüş gibi açardı konuyu “Vay be, kapüşonu vermiyorlarmış hâlâ ha” diyerek. Duyar duymaz deliye dönerdi Hacı, küfrü basardı biz gülmekten yerlere yatarken.
Hem güler hem ağlardık o günlerde. Faşist kurşunların hemen hemen her gün aramızdan birini aldığı kâbus dolu günlerdi. Kör kurşunlar neyse de adresi belli kursunlar dağlardı ciğerlerimizi. Yine bir mayıs ayında aldık böyle kötü bir haberi.
Bu sefer Fevzi Aslansoy’du kurşunların adresi. Hacettepe Üniversitesi hazırlık bölümü matematik öğrencisi, yiğit arkadaşımız, yoldaşımız Fevzi Aslansoy. Bilenler bilir, Hacettepe’ye gitmek için en kestirme durak Hamamönü’ndeki Saray Sineması durağıdır. Durakta iner, kestirmeden geçersiniz kampüse. Fevzi de her zamanki gibi öyle yapıyor, iner inmez de yolunu gözleyenlerin silahı saldırısına uğruyor. Kor gibi yakmıştı içimizi. O dönemde yalnız göndermezdik kavgada düşen arkadaşlarımızı. Otobüslere dolar, marşlar, sloganlar eşliğinde yolculardık son ikametgahlarına. Giderken neyse de eksilmenin hüznü çökerdi dönüşlerde. Kimse konuşmak istemezdi.
Fevzi’yi de sloganlarla uğurlayacaktık elbette. Suruç’a, Kürt eline, doğduğu topraklara. Kürt hareketlerinin yeni yeni kımıldadığı, çoğunluğun DDKD içinde örgütlendiği, örgütsel ayrılıkların bugünkü gibi belirgin olmadığı bir dönemdi. Birkaç grup adından bahsedilirdi gizli gizli. Hacettepe’nin önünden kalkıyordu arabalar. 2 ya da 3 otobüstü. Bunların bile yetmeyeceği konuşuluyordu. Herkes, son yolculuğunda Fevzi’yle birlikte olmak istiyordu. Sadece yoldaşları da değil, her kesimden insan katılmak istiyordu Fevzi’nin son yolculuğuna. İçi yanmayan kimse yoktu koskoca Ankara’da. Bu durumu zaten bir Fevzi’nin cenazesinde yaşadım ben, bir de Atilla’nın. İkisinin başında da Hacı vardı. Dimdik. Öfke ve isyan küpü. Geri geleceklerini bilse, yakıp yıkmaya hazır Ankara’yı. Çektiği acıdan yüzünün rengi değişmiş bir Hacı.
Ne eksikti de yurda gidip gelmem gerekti hatırlamıyorum şimdi, döndüğümde otobüsler dolmuştu. En öndeki otobüsün başında gördüm Hacı’yı. Öfke topu gibiydi, yaralı aslan gibi yerinde duramıyor, acıdan kaskatı kesilmiş, dişlerinin arasından zar zor çıkıyordu sesi. “Yok” dedi, “yer kalmadı, yetmedi bile otobüsler, misafirleri indirip seni bindiremem ya, burada kalın siz de, burada da adama ihtiyaç var.” Otobüsler çalıştı, sıra sıra geçtiler önümüzden. Otobüstekiler kadar vardı yer bulamayanların sayısı. Belki daha fazla. Öylece kalakaldık orada, kolu kanadı kırık.
Birkaç gün sonra aldık haberi. Büyük olaylar çıkmış cenazede. Suruç’ta otobüsleri karşılayan Kürt bir grup varmış. Kürtçe konuşmalar yapmış. hem diğer Kürt gruplarına saldırmış Fevzi’yi uğurlamaya giden, bizimkilerle birlikte, hem de “Türkler” demiş, “bir Kürdü öldürdü. Fevzi’yi bunlar öldürdü.” Fevzi Kürt, bizimkiler Türk olmuş birdenbire. Öfkeli kalabalık bizimkilere saldırmış. Tarlaların içinden kaçarak zor kurtulmuş Fevzi’nin can yoldaşları. İçlerinde Kürtçe bilen de yok. Gecikmeli, ama tam kadro geri dönebildiler. Hacı’yı zapt etmek ne mümkün. Siyasal yurdunun kantininde, Öyle bir saldırışı vardı ki Suruç’ta önünü kesenlere, Devrimci Yol’cu arkadaşlar olmasa bir kaşık suda boğacak. Hala kulaklardadır Devrimci Yol’cu birinin “Hacı, adamlarını çek Hacııı adamlarını çek” diyen sesi.
1977 yılı 1 Mayıs’ında gerçekleşti örgütsel ayrılık. Ankara’nın yarıdan çoğu ayrılmıştı Hacı ile birlikte. İşçi sınıfı diyordu Hacı, örgütlenmek gerek, her fabrikaya kızıl bayrağı dikmek gerek. Sendikal faaliyetlere vermişti tüm ağırlığını. Araştırmak lazım diyordu bir kısmımız, daha çok okuyup teorik donanım gerek. Günlük mücadelenin en önündeydi Atilla Acartürk’ümüz. 9 Şubat 1978’de “vuruldu kavgada dağ gibi düştü zelzelesi duyuldu dört bir yanda.” Cehenneme cevirdik Kızılay Meydanı’nı. Sadece biz değil, Atilla’yı tanıyan herkes oradaydı. Hacı ateş topuna dönüşmüş bir general gibi kendini oradan oraya atıyordu.
Bu şartlarda girdik 12 Eylül’e. Ben İzmir’in yolunu tuttum avukatlığa başlayabilmek için. Hacı da İstanbul’un. Bir süre Kauçuk İş Genel Merkezi’nde çalışmış sonra Boğaziçi’ne girip bir yıl boyunca dil öğrenmiş. Ardından İstanbul Üniversitesi İktisat Fakültesi’nde yüksek lisans ve doktoraya devam etmiş. Behçet hastalığı yakalamış yakasından sonra. Bir gözünü vererek kurtarmış canını o zamanlar.
Yıllar sonra Türkiye’ye gittiğimde buluştuk yeniden. Kırşehir’deydi o zamanlar. Ankara’ya beni görmeye gelmişti. Mülkiyeliler’e gel dedi telefonda, heyecanla. Sen beni tanımazsın ama, ben kapıda olurum, arkadaşlara da haber bırakırım dedi. Tam saatinde gittiğimde, girişte, soldaki küçük bahçede bekliyordu. Gençliğindeki gibi yakışıklı, başı dik, çevreyi kolaçan ediyordu. “Hacı” dedim sevinçle, “tanıdın ha” diyerek fırladı yerinden. Bütün çalışanlarla tanıştırdı beni. Paris’ten gelmiş yoldaşım, yorgundur, ona göre ağırlayın dedi. Geç saatlerde bitirdik koca şişeyi. “Kürt sorunu” diyordu, “eşitlik, demokrasi…”
Bir ara oğlunu aradı. Yoldaş Gökhan’ını. “Yapma Hacı, bebekti ben gördüğümde, nereden hatırlayacak beni,” dediysem de aradı oğlunu. “Gel buraya” dedi, “bak arkadaşım geldi ta Paris’lerden, gel gör kendisini.” Bereket ki uymadı babasına Yoldaş Gökhan, kırmadan söyledi babasına yorgunluk bahanesini. İsmail Gökhan Edge’nin adını vermişti oğluna. SBF’de öğrenciyken, sınıfsız, sömürüsüz bir dünya için faaliyet yürüttüğü Adana’da gözaltına alınıp, Diyarbakır’da, günlerce süren işkencede tek kelime konuşmayınca, boğazına elektrik verilerek vahşice öldürülen İsmail Gökhan Edge’nin adını. En sevdiği yoldaşlarından biri. Canı, ciğeri.
Oldum olası içi dışı birdi Hacı’nın. Süslü kelimelerden hoşlanmaz, direkt anlatırdı anlatacağını. Dosttu. Sevecendi. Teorinin griliğinden uzaktı. Hayatın tam içinden konuşurdu konuşurken, yeşilin en güzel tonuyla hem de. Ağız dolusu küfür de ederdi, kahkahalarla gülmeyi de severdi. Öfkesini de yaşardı, sevincini de. Her şeyiyle ortadaydı. İkiyüzlülüğü yoktu. Doğru bildiğinden hiç şaşmadı. Bilcümle insandı. Onun için hakkında yazılan bazı yalan yanlış bilgiler, tüm dostları gibi benim de içimi acıtıyor son günlerde. Hepsi de kulaktan dolma bilgiler. Laf olsun, torba dolsun cinsinden. Bari yazmadan önce bir sorup öğrenseler, doğru düzgün bilgi verseler hakkında. Nerede o incelik, küçük dağları yaratanlarda. Sanki yazmak zorundaymışlar gibi. İyi ki okumadı Hacı onları, hiç affetmez, kızılcık sopasıyla kovalardı öyle münasebetsizce yazanları.
Gençliğinde hiç ele avuca sığmazdı, Mülkiyeliler’de son gördüğümde de artmış eksilmemişti heyecanı. Varını yoğunu harcamıştı bu uğurda. Her zaman peşinden gidecek bir hayali olanlardandı o. Ne acılar ne yürek yangınları sığdırdı kısacık yaşamına. Atilla, Şemsi ve Hacı. Sacayağı gibiydi üçü de Cebeci’de. İki silahşöre bir bilge misali. Mantığı gibiydi Şemsi onun, gibisi fazla, mantığıydı tabii, bir tek o ikna ederdi Hacı’yı delilik zamanlarında bile. Anlatsam sayfalar yetmez. Of Hacı Of. Koskoca devlet çökertememişti seni; nasıl teslim olabildin sen bu amansız hastalığa.
Son yattığın yerin fotoğraflarına bakıyorum saatlerdir. Hangi gönülden taşmış gelmiş bu güzel cümleler böyle. Şemsi geldi benim aklıma. Ya da seni en az onun kadar iyi tanıyan biri. Biliyor musun Şemsi de çekti gitti bu köhne dünyadan. Sacayağınız tamamlandı nihayet oralarda da. “Güzel insan” diye seslenmişler sana, “İnandığın davanın cefasını çok çektin sefasını hiç yaşamadın Doğacaktır bir gün inandığın davanın güneşi, sen rahat uyu YOLDAŞ.”
Bak gördün mü, herkes kem söz etmiyor senin ardından, “Dağlardan getirdikleri gül yapraklarıyla yastık yapan yoldaşların da var ak başının altına.”
Hadi dinlen biraz.
Mayıs 2021, Paris
Sendika.Org, yayın hayatına başladığından bu yana işçi sınıfı hareketinin, solun ve genel olarak toplumsal muhalefetin gündemine ilişkin, farklı politik perspektiflerden düşünsel katkılara açık bir tartışma platformu olagelmiştir. Sitemizde yayımlanan yazılar yayın kurulunun politik perspektifiyle uyumluluk göstermeyebilir. Amacımız, mücadelenin gereksinim duyduğu bilimsel ve politik bilginin üretimini zenginleştirecek tüm katkılara, yayın ilkelerimiz çerçevesinde, olabildiğince yer verebilmektir.