Che’den daha çok ödüller kondu basına. Arjantin pasaportuyla terk etti Bolivya’yı. Zamanının çoğunu, Fransa ya da Küba’da geçirmeye başladı. Koca koca istihbarat örgütleri peşindeydi ama çocuk oyuncağıydı bir ülkeden diğerine geçmek O’na. Haberi yoktu henüz, ünlü ‘Klaus Amca’sının da düştüğünden peşine
Che’nin intikamını alan kadın diye bilinir ama onun yanı sıra cezaevlerinde, iskence tezgahlarında katledilen onlarca devrimcinin de öcünü almıştır Monika Ertl. 1937 yılında, Almanya’nın Münih şehrinde açar gözlerini. Birçok belgeselin yanı sıra, 1936 yılında Hitler Propogandası için çekilen ünlü “Berlin Olimpiyatları” adlı belgeselde de imzası olan, dönemin ünlü kameramanlarından Hans Ertl’in kızı.
Her ne kadar Monika’nın kızkardeşi Beatrice, verdiği röportajlarda “Babam sade bir kameremandı, Nazi işbirlikçisi değildi” dese de Adolf Hitler’in, ırkçı, militarist faşist diktatörlüğü kurmasındaki payı azımsanmayacak kadar çoktu. En yakın arkadaşı kızlarına “tüccar” olarak tanıttığı “Klaus Amca”larıydı. Öylesine yakındı ki kendilerine, dizlerinde zıptlaşmışlığı bile vardır belki de çocukları… Çoook sonraları öğrenecekti bu “amca”larının büyük bir Nazi savaş suçlusu olduğunu ve bir adının da, 1943 yılında, Gestapo şefi olarak çalıştığı Fransa’nın Lyon şehrinde yaptığı uygulamalar nedeniyle ‘Lyon Kasabı’ olduğunu.
Nereden bilecekti hayatının yönünü değiştiren iki mihenk taşından birinin babasının filmini çektiği “Berlin Olimpiyatları” diğerinin de “Klaus amcası” olacağını.
Hitler iktidarı almadan çok önce, 1931 yılında almıştı Uluslararası Olimpiyat Komitesi, 1936 Yaz Olimpiyat Oyunları’nın Berlin’de yapılma kararını. Monika henüz doğmamıştı ve Hitler’in seçimle işbaşına gelip, ülkeyi fütursuzca yönetmesine daha 2 yıl vardı. 1936 yılına gelindiğinde her şey olup bitmişti. Ülkedeki anti-demokratik, faşizan uygulamalar ayyuka çıkmış, bütün dünya Hitler’in akıl almaz faşist, ırkçı politikarını konuşur olmuştu. Başta Amerika Birleşik Devletleri olmak üzere, İngiltere, Fransa, İsveç, Çekoslovakya ve Hollanda gibi birçok ülkede “Berlin Olimpiyatlarını boykot” çağrıları çıkar olmuştu.
Hatta Barselona’da “Alternatif Olimpiyat” örgütlemekten bahsedildi. Ancak İspanya İç Savaşı’nın başlamasıyla bundan da vazgeçildi. Dünya korkunç bir kaosun eşiğindeydi.
Birkaç ülkeden Yahudi sporcular Berlin Olimpiyatları’nı bireysel olarak boykot etme kararını alsa da son sözü ABD söyledi. Ne oldu, ne bitti, hangi pazarlıklar döndü bilinmez, baştan boykot yanlısı olan Amerika, Aralık 1935’te kararını değiştirerek Olimpiyatlar’a katılma yönünde oy kullandı; diğer ülkelere de karara uymaktan başka yol kalmadı.
Hemen ardından Hummalı bir hazırlığa girişti Berlin’de “Yaz Oyunları” için Naziler. Hiçbir masraftan çekinmediler, kesenin ağzını iyice açtılar. Her ayrıntıyı tek tek gözden geçirip özenle hazırlandılar. Çok büyük bir spor kompleksi inşa etmekle başladılar işe; görkemli, görenleri hayran bırakan, yerin 3 kat altına kadar inen. Sonra da şehirdeki bütün anıtlar, evleri, işyerlerini, köprüleri dev gamalı haçlı bayraklarla donattılar, insanları yanlarında cüceler gibi bırakan. Olimpiyat bayraklarını da unutmadılar, her şeyi usulüne göre yaptılar.
Yaratılan bu atmosfer ile öylesine mest olmuştu ki Olimpiyatlar için Berlin’e gelenler, hiç kimse anlamadı ne o güne kadar pervasızca sergilenen Yahudi karşıtı simgelerin apar topar ortadan kaldırıldığını ne de bir gecede polisler tarafından toplanan Çingenelerin yokluğunu… Anında emredilmişti zaten, yabancı ziyaretçilerin “Alman Eşcinsellik Karşıtı Kanunu”nun cezalarına maruz kalmaması gerektiği. Her ayrıntı düşünülmüş her şey kitabına uydurulmuştu.
İçlerinde Türkiye’nin de olduğu tam 49 spor takımı yarıştı. Bu rakam daha önceki tüm Olimpiyatlardan daha fazlaydı. Katılmayan tek ülkeyse Sovyetler Birliği’ydi.
Yunanistan’da Olympia’da yakılan meşale, ilk defa bu olimpiyatlarda, 7 ülkeden 3400 atletin katılımıyla, 3075 km yol kat ederek Berlin’e getirildi.
Olimpiyatlar ilk defa Berlin’de tanıştı televizyon ile. Ve belgeseli çekilen ilk olimpiyat da Berlin’deydi. 1938 yılında gösterime girdiğinde tüm dünyaya, Hitler’in artık statların da tanrısı olduğunu gösteren ünlü belgesel.
Monika, henüz 1 yaşındaydı. Ve Olimpiyat Köyü yöneticisi, Ţef Wolfgang Fuerstner, Yahudi kökeni sebebiyle askerî hizmetten azledildiği için intihar edeli 2 yıl oluyordu.
İşte, bu ünlü belgeselin kameramanı Hans Ertl, Sovyet Kızıl Ordusu 2 Mayıs 1945’te Berlin’e girdiğinde, CIA ve Vatikan’ın yardımlarıyla savaş suçluğu birçok nazi gibi, Almanya’yı terkedip Bolivya’ya kaçar. Hayatının karşılığında bildiği her şeyi anlatıp, elindeki bütün belgeleri vererek.
3000 hektarlık dev bir arazi alır. Birkaç yıl sonra eşini ve çocuklarını da getirtir.
Naziler arasında geçen Almanya’daki çocukluktan sonra, savaş suçluğu Nazi kaçaklarının geliş gidişlerinin eksik olmadığı Bolivya’daki evde büyür Monika, görünüşte çiftçilik yapan babasının yanında.
Film çekmeyi öğrenir ondan. Silah kullanmayı da.
Ünlü bir belgesel film yapımcısı olur.
1958 yılında, kendisi gibi bir Alman’la evlenip Şili’ye bakır madenlerinin olduğu bir bölgeye yerleşir. Fazla uzun sürmez bu “ev hanımı” rolü. Gözünün önünde akıp giden, madencilerin acılı yaşamı da başka bir dünyaya doğru açmıştır gözlerini.
Bolivya’ya döner dönmez bir yetimhane açar. İçinde doğup büyüdüğü rasist dünyaya inat, içini kızılderili çocuklarla doldurur.
60’lı yılların ikinci yarısıdır. Özgürlük rüzgarları dünyayı kasıp kavurmaktadır. İmkansızın istendiği yıllardır. Che ile tanışır. Bolivya Ulusal Kurtuluş Ordusunu da öğrenmiştir.
Yepyeni bir dünya açılır gözlerinin önünde. Köhne dünyayı değiştirmek için, bütün varlığıyla atılır. Önce adından başlar değiştirmeye; “İmilla” der, yerli küçük kız anlamına gelen. Savaşçı olmasa da bir milistir artık. Gök mavisi gözleriyle, devrime lojistik destek sağlayan, bu güzel ve zarif sarışın kadın.
En büyük yardımcısıdır, hem arkadaşlarını hem de silahlarını saklamak için kullandığı başkentin ortasındaki babasının koskoca evi. Che’nin katline kadar devam eder böylece.
Katletmekle dindirememişti öfkesini bu insalık düşmanı Bolivyalı komutan, Roberto Quintanilla. Ellerini de kesmişti Che Guevara’nın. Yetmemiş, 1969 yılında, Che’nin Bolivya’daki hayatta olan 5 gerillasından biri olan Guido Paredo’yu, cezaevinde işkence ile öldürmüştü. Monika’nın, gizli sığınak yaptığı evinde gizlediği gerilla. Ne de büyük bir tutkuyla bağlıydı Guido “İnti” Paredo’ya.
Sicili bozuktu. Suçlarını biliyordu Quintanilla. Cezasını da. Ölüm korkusu sarmıştı her yanını. Bolivya’da sağ kalması zordu ama Almanya’nın Hambourg şehrine konsolos atanırsa belki kurtarırdı paçayı. Birkaç yıllığına kurtardı da.
Ta ki kendisini Avustralyalı olarak tanıtan sarı peruklu kibar kadın kapısını çalıncaya kadar. Turistik anket yapmak için almıştı randevuyu. Güpegündüz girdi konsolosun odasına. Ouintanilla ile karşı karşıya gelince, önce gözlerinin içine baktı, sonra tetiğe bastı.
Hiçbir iz bırakmadan çıktı binadan. Peruğu, silahı ve içine bir not bıraktığı çantasından gayri. “Ya Zafer ya Ölüm”, ELN imzalı.
Gayet mutluydu. 1971 yılının 1 Nisan günüydü.
Haber tez duyuldu. Che’den daha çok ödüller kondu basına. Arjantin pasaportuyla terk etti Bolivya’yı. Zamanının çoğunu, Fransa ya da Küba’da geçirmeye başladı. Koca koca istihbarat örgütleri peşindeydi ama çocuk oyuncağıydı bir ülkeden diğerine geçmek O’na. Haberi yoktu henüz, ünlü ‘Klaus Amca’sının da düştüğünden peşine.
Savaşın bitiminden sonra Fransız Güvenlik Servisi, kendisini tutuklamak istediyse de yer yarılıp içine girmişti. Arkasında koskoca Amerika Birleşik Devletleri’nin Karşı Casusluk Servisi vardı. Onların yardımıyla önce Arjantin’e, gitmiş, oradan Bolivya’ya geçmişti sağ kolu olarak CIA’nın.
Tüccar olarak tanıtıyordu yine kendisini ama kokain ve silahtı ticaretten anlaşılan. Kudurmuşçasına izliyordu yer değiştirmelerini Monika’nın. Avrupa’yı terk edip son defa Bolivya’ya geldiğinden beri.
Son defa şehir merkezinde gördü onu. Hippi kıyafetlerine benzeyen çingene kıyafetleri içinde. İnce, narin bacakları ve uzun kulak memelerinden tanıdı. İçişleri Bakanlığı’nı aradı hemen. Çok geçmeden geldi kirli işlerini gören “negros” denilen katiller sürüsü.
12 Mayıs 1972’de…
Yanında Arjantinli bir arkadaşı vardı Monika’nın. Babasının evine yaklaştığı zaman, bütün mahalle sarılmıştı askerler tarafından.
Çatışmada vuruldukları söylendi. Son kurşunları bitene kadar…
12 Mayıs 1972’de…
Yıllar sonra babası açıkladı, kızının öldürülmeden önce işkenceye maruz kaldığını.
Sendika.Org, yayın hayatına başladığından bu yana işçi sınıfı hareketinin, solun ve genel olarak toplumsal muhalefetin gündemine ilişkin, farklı politik perspektiflerden düşünsel katkılara açık bir tartışma platformu olagelmiştir. Sitemizde yayımlanan yazılar yayın kurulunun politik perspektifiyle uyumluluk göstermeyebilir. Amacımız, mücadelenin gereksinim duyduğu bilimsel ve politik bilginin üretimini zenginleştirecek tüm katkılara, yayın ilkelerimiz çerçevesinde, olabildiğince yer verebilmektir.