Bu hafta e-bültenimizin konusu bakım emeği. Dünya ekonomisinin en alt basamağında yer alan yoksul kadınlar ve kız çocukları her gün 12.5 milyar saat bedava bakım emeği sarf ediyor. Bu emek, ekonomiye en az 10.8 trilyon dolar olarak dönüyor
Bir bayram gününden siz okurlarımıza merhaba,
Mayıs ayında malum İşçi Bayramını ve Anneler Gününü bir arada kutluyoruz. Bizler de bu iki gündem uyarınca bakım emeği üzerine bir sayı oluşturmak istedik.
Bakım emeği genelde temizlik, yemek yapma, çocuk yetiştirme gibi doğalında “kadın işi” saydığımız, yaşam kuran etkinlikleri içeriyor. Bir düşünsenize bu işleri nasıl da anne veya kadın olmanın doğal bir sonucu olarak görüyoruz. Üstelik kadınların istihdam piyasasına dahil olmasının ardından bile değişmeyen bir ön kabul bu! Genelde kadınların, erkeklerin yaptığı her işi layıkıyla yerine getirdiklerine, bir de üzerine bütün bu işleri yaptıklarına şahit oluruz. Çalışan kadınların ciddi bir kısmı bu konularda ücretli veya değil başka kadınların desteğini alıyor elbette. Ancak pandemi ile birlikte bu desteğin de bir hayli kesildiğine şahit oluyoruz. Deniz Kandiyoti hocamızın da belirttiği gibi pandemi bu haliyle nasıl da kadınlar arasında böyle bir emek ağına bel bağladığımızı daha da gözler önüne serdi. Bakım emeğinin doğalında kadın işi olduğu fikri, elbette erkek ve kadın arasında geleneksel iş gücü bölümünden ve toplumsal cinsiyet normlarından kaynaklanan bir ön kabul. Kadınların geleneksel olarak erkeklere atfedilen her alanda mükemmel işler çıkardığı bir dünyada bakım emeğinin erkekler tarafından eşit derecede üstlenilmemesi de keza öyle.
Belli işleri kadın veya erkek işi diye kategorize etmediğimizde ve bakım işini salt kadınlara doğal bir görev diye yüklemediğimizde herkesin yetilerini özgürce geliştirebileceği bir dünya kurabileceğiz. Öyle ya pandemi bizlere kolektif bakımın ve bakım emeğinin yaşamın temeli olduğunu gösterdi.
Öyleyse bu sayıda bakım emeğinin çeşitli veçhelerine göz atacağız.
İyi bayramlar ve iyi okumalar dileriz!
Oxfam’ın Ocak ayında yayımladığı küresel eşitsizliğe ilişkin yeni rapora göre, ekonomik eşitsizlik oldukça yerleşik ve kapsamlı. Rapora göre son asırlarda milyarder sayısı iki katına çıktı. Ancak bu birikim, sıradan insanların, bilhassa da yoksul kadınların ve kız çocuklarının karşılığı ödenmemiş bakım emeği pahasına gerçekleşti. “Time to Care” [Bakmanın/İlgilenmenin Zamanı Geldi] isimli raporla Oxfam, kadınların karşılığı ödenmemiş bakım emeğinin (care İngilizce hem bakım/bakma hem de ilgilenme, özen gösterme anlamına gelmektedir) önemini vurguluyor.
2019 yılında dünyada milyarderlerin -sadece 2.153 kişi- 4.6 milyar kişiden daha zengin olduğu raporlandı. Dünyanın en zengin 22 erkeğinin toplam mal varlığı, Afrika’daki bütün kadınların mal varlığına denk. Dünyanın en zengin %1’i 6.9 milyar kişiden en az iki kat daha zengin. Oxfam’a göre “bu devasa ayrım, çoğu erkek ayrıcalıklı bir azınlığın zenginliğine dünyanın en mühim işine harcanan milyarlarca saatten daha çok kıymet veren hatalı ve cinsiyetçi iktisadi sisteme dayanıyor: dünyanın dört bir yanında ekseriyetle kadınlar ve kız çocukları tarafından ücretsiz veya çok az bir ücretle gerçekleştirilen bakım emeği. Başkalarına bakmak, yemek yapmak, temizlik yapmak ve su ve ateş yakmak için odun taşımak toplumların, toplulukların refahı ve ekonominin işleyişi için elzem gündelik görevler.” Gerçekten de 15 yaş üstü kadınların küresel ölçekte üstlendiği ücretsiz bakım emeği yıllık en az 10.8 trilyon dolara tekabül ediyor; bu da küresel teknoloji endüstrisinin boyutlarının üç katı. Dünyanın en zengin yüzde birinden, on yıl boyunca yüzde 0.5 oranında ekstra vergi alarak eğitim, sağlık, yaşlı bakımı başta olmak üzere 117 milyon iş yaratılabilir.
Dünya ekonomisinin en alt basamağında yer alan yoksul kadınlar ve kız çocukları her gün 12.5 milyar saat bedava bakım emeği sarf ediyor. Oxfam’ın hesaplamalarına göre bu emek, ekonomiye en az 10.8 trilyon dolar olarak dönüyor. Bu rakamların asgari olduğu, gerçek değerin ise bunun çok üzerinde olduğu düşünülüyor.
Yazının tamamını şuradan okuyabilirsiniz.
Küresel bir krizin içindeyiz: yeni bir tarihsel moment bu. Günler geçiyor, virüs etki alanını genişletiyor, ölümler artıyor ve dünya eşi görülmemiş bir kapanmanın içine giriyor. Ancak şimdiki kriz sadece dünyayı dolaşan yeni bir patojenin sonucu değil. Bu aynı zamanda insanlardan çok kâra öncelik veren onlarca yıllık neoliberal politikaların sonucu olan bir bakım krizi. Bakım işinin değer kaybetmesinin yanı sıra yıllar süren kemer sıkma politikaları, devlet kontrolünün ortadan kalkması ve özelleştirme, özellikle ABD, İngiltere ve Brezilya gibi ulus devletlerin koronavirüsün yayılmasıyla başa çıkamayacağı anlamına geliyor. Çok uzun zamandan beri politikalarını azınlığın ihtiyaçları ve “ekonomik büyüme” etrafında oluşturmuş olan hükümetler çözüm bulmak için çırpınıyorlar.
Ancak bu küresel felaket aynı zamanda eski kuralların çoğunun artık geçerli olmadığı ve hükümetlerin gerçekliğimizi göz açıp kapayıncaya kadar değiştirebildiği derin bir kopma anıdır. Normların dağıldığı tüm kırılma anlarında olduğu gibi, mevcut kriz de bize kritik bir fırsat sunuyor: farklı bir dünya hayal etme ve yaratma fırsatı — sadece kısa vadede değil aynı zamanda uzun vadede de. Ayrıca eğer pandemi bize bu zamana kadar bir şey öğrettiyse o da bakımı ön plana çıkaran ve hayatın merkezine koyan bir siyasete acil ihtiyaç duyduğumuzdur.
Bu küresel krizin ortasında hepimiz sağlıklı bakım hizmetlerinin ne kadar yaşamsal olduğunu hatırladık. Bakım yalnızca insanların başkalarının fiziksel ve duygusal ihtiyaçlarını karşılandıklarında verilen emekten ibaret değildir. “Bakım” aynı zamanda insan ve insan-dışı yaşamın refahı ve gelişimi için gerekli olan her şeyin teminini içeren kalıcı bir sosyal kapasite ve pratiktir.
Öyleyse, sadece kısa vadeli krizler için değil, uzun vadeli olanlar için de bakımı yaşamın tam merkezine koymaya gerçekten başlarsak ne olur?
Yazının tamamını şuradan okuyabilirsiniz.
Bakım/özen/alaka (care)* ile ilgili sorunlar krizin ortasında kendini aciliyetle ortaya koyarken, kırılganlığa kolektif bir şekilde yanıt vermek uzun zamandır bakım etiği literatürünün merkezinde olageldi (Held 2006). Bakım etiği esasında, neo-liberalizmin bireyselcilik, şahsi sorumluluk ve “kendine yeterli olma” gibi ideolojik inşalarına bir cevap sunuyor. Aksine, yaşamın iç içe geçmiş ilişkilerimizin üzerine kurulu olduğunu öne süren ontolojik ilişkiselliğe vurgu yapıyor (Green and Lawson 2011). Neoliberal kapitalizm, sorumluluğun sınırlarını (Margaret Thatcher’in belirttiği gibi) “bireyler ve aileleri” üzerinden düşünürken, koronavirüs salgını (ve diğer kamu sağlığına ilişkin acil durumlar) neoliberal politikaların çok-ölçekli kayıtsızlığını ve bunun altında yatan ideolojileri gün ışığına çıkarıyor.
Covid-19 salgını bize bedenlerin kırılgan olduğunu ve ömür boyu bakıma ihtiyaç duyduğunu hatırlatıyor, her ne kadar tüm bedenler bu artan kırılganlığı eşit derecede tecrübe etmese de (Folbre 2014). Bu büyüyen krizin ortasında bireylerin, toplulukların, ve ulusların birbirine dolaşıklığı [entanglement], çok-ölçekli kırılganlık ve bakım biçimlerini öne çıkarıyor. Nancy Scheper-Hughes and Margaret Lock (1987), eleştirel medikal antropoloji için bir yol haritası çıkarırken, konuya ilişkin çalışmalarda kullanılmak üzere birbirlerine bağlı üç beden öne sürdüler: bireysel beden, sosyal beden, ve siyasi beden. Bu incelemede koronavirüsün bize çoklu ölçeklerde bakım hakkında ne öğretebileceği üzerine düşünmek için bu teorik çerçeveyi bir başlangıç noktası olarak kullanıyoruz.
[…]
Virüs ülke geneline yayılırken — 35 eyalet ve 9 Mart itibariyle Washington DC — ve vaka sayıları artarken, tıbbi bakım çalışanları arasında eğitim ve malzeme yetersizliği ve enfekte olma riski hakkında tehlike çanları çalmaya başladı (New York Times, 2020). Feminist akademisyenler uzun süredir hem ev hem de kamusal alanda bakım işçilerinin ırksal, sınıfsal, ve cinsiyetli boyutları üzerine eğilmekteydiler (England and Dyck 2012; Henry 2015).
ABD’de hemşireler diğer sağlık çalışanlarına kıyasla hastalarla en çok etkileşime geçen meslek grubu. Hemşirelerin yüzde 91’i kadın ve 2017 Ulusal Hemşire İşgücü Anketi’ne göre (Smiley et al. 2018), kayıtlı hemşirelerin (RNs) yüzde 19,2’si ve lisanslı pratisyen hemşirelerin yüzde 29’u ırksal ya da etnik bir azınlığa mensup. Dahası, yabancı ülke doğumlular, ABD nüfusunun sadece yüzde 13’ünü oluştururken, yabancı ülke doğumlu hemşireler işgücünün, sektöre göre yüzde 15 ila 22’sini oluşturuyor (Hohn et al. 2016). Bu rakamların gösterdiği üzere, Covid-19 salgını esnasında tıbbi bakımın ön saflarını oluşturacakların çoğunluğu asimetrik olarak ülkenin göçmen-karşıtı atmosferinde belirsizlik içinde yaşayan beyaz olmayan kadınlar olacak.
Yazının tamamını şuradan okuyabilirsiniz.
70’lerde, Anglo-Amerikan Marksist feministler, iki tahakküm sistemi arasındaki ilişkiyi haritalamaya odaklandılar: kapitalizm ve ataerki. Bu evreyi, işin Marksist eleştirisini ev içi emek ile ailevi üretim ilişkileri alanına getirme girişimi olarak nitelemek mümkün. Bunu yaparken ev tabanlı bakım işi, ev işleri, tüketim işi ve topluluk yaratma işi, üretken emeğin daha dar tasarlandığı yeniden üretim biçimleri olarak incelendi, hane halkı bir işyeri, aile de işi örgütleyen, dağıtan ve yöneten bir rejim olarak görüldü. Marksist feministler bu sözde “özel” pratiklerin, ilişkilerin ve kurumların gizemini çözmeye yönelik uzun bir yol kat etti. Bir yandan, kapitalizm ile ataerki arasındaki ilişkiyi nasıl anlayacaklarına dair teorik sorularla ilgilendiler: Birbiriyle ilişkili iki sistem olarak mı yoksa birbiriyle tamamen iç içe geçmiş bir sistem olarak mı düşünülmeliydi. Öte yandan, bunlara oldukça yakın olan pratik ittifaklar meselesine de odaklanıyorlardı: Feminist gruplar, diğer anti-kapitalist (ve çoğunlukla antifeminist) hareketlerden özerk mi olmalı yoksa onlara entegre mi olmalıydı?
Bugün kendimizi Marksizm ile feminizm arasındaki ilişki konusunda yeni olanaklara sahip farklı bir durumda buluyoruz. 1970’lerin feministleri, ücretli emek araştırmalarına uygun olarak tasarlanmış Marksist analitik yöntemi, daha önce kapitalist üretimin bir parçası olarak düşünülmemiş olan çok farklı türden bir ücretlendirilmemiş emek pratiğine taşımaya çalışırken, günümüzde, yeni ücretli emek biçimlerini kavramak için, ücretli ve ücretlendirilmemiş “kadın emeğine” dair daha eski feminist analizleri kullanmamız gerektiği fikrindeyim. Kimileri şimdiki momenti “emeğin kadınlaşması” açısından açıklıyor. Bu benim en sevdiğim terim değil, fakat benim anladığım, bu, neo-liberal post-Fordist ekonomilerde nasıl da giderek daha çok ücretli işin kadınlaşmış ev içi emeğin geleneksel formlarına benzediğini tanımlamanın bir yolu. Bu, düşük ücretli, yarı zamanlı, gayrı-resmi ve güvencesiz istihdam biçimlerinde esnek işlerin artış göstermesi ve işçilerin az değer biçilen ve ölçmesi zor duygusal, ilgiye dayalı ve iletişimsel kapasitelerini kullanan hizmet sektörü işlerinin büyümesinde özellikle belirgin.
Değişen bu iş manzarasıyla yüzleşmek adına, ücretlendirilmemiş ev içi emek çalışmalarını incelemek için yeniden yapılandırılmamış bir Marksist analiz kullanmak yerine, bugün, bu biçimlerin sömürülüşlerinin ve deneyimlenişlerinin iç yüzünü anlamak üzere hem ücretli hem de ücretlendirilmemiş işin cinsiyetlendirilmiş biçimlerinin Marksist feminist analizlerine başvurmamız gerekiyor. Bunun pratik anlamı, çağdaş sömürü biçimlerini anlamak ve bunlara direnmek istiyorsak, Marksistlerin artık feminist kuram ve pratiklere kayıtsız kalamayacakları ya da onlardan bağımsız düşünemeyecekleri. Gördüğüm kadarıyla feminist teori artık Marksist eleştiri için ihtiyari değil.
İşin reddi kavramını otonomist Marksist gelenekten ödünç aldım. Anladığım kadarıyla, işin reddi, ücret sistemi etrafında örgütlenmiş ama onunla sınırla olmayan (yeniden) üretim sistemine karşı. Burada vurgulamaya değecek üç nokta var. İlki, reddedilenin herhangi bir iş değil, azınlık için sermaye birikimi üretmek üzere tasarlanan daha büyük bir ekonomik işbirliği sistemi ve geri kalanımızı desteklemesi beklenen ücretli iş. İkincisi, bu ret kavramı, iş durdurma gibi belirli bir yanıt biçimini imtiyazlı kılmak yerine, mümkün duruşları ve edimleri içeren çok daha kapsamlı bir liste içerebilen radikal bir iş eleştirisi geliştirme arzusunu ifade eder. Ve son olarak, işin reddini, bireysel bir etik talimat yerine zaman içinde kolektif bir siyasi proje olarak da tanımlardım. Amaç, bizi mevcut iş dünyasına ve ücretli ya da ücretlendirilmemiş emeğe bağlayan kurum ile ideolojileri dönüştürmektir ve bu da kolektiflerin siyasi örgütlenmesini gerektirir. Çoğu birey, öylece istihdamdan uzaklaşamıyor, dolayısıyla konuştuğumuz şey bu değil.
Bana göre işin reddi politik açıdan önemli çünkü inanıyorum ki, iş ve (yeniden) üretim ilişkileri politik bilincin ve tartışmanın son derece anlamlı alanları. Ücret sistemi neredeyse çok az kişi için işliyor. Çoğumuzun iş ile ilgili sorunları var. Bulunduğumuz yere bağlı olarak, aşırı-çalışmadan, işsizlik ve eksik istihdama kadar -ekonominin en çok ve en az imtiyazlı kesimlerinde çok farklı bir şekilde yaşansa da- hepimizi kapsıyor. İş ile olan (geniş ölçüde ücretlendirilmemiş iş biçimlerine ve belli iş ilişkilerine dayalı bir toplumda söz konusu ilişkilerden dışlanmayı da içerecek şekilde tasarlanmış) ilişkimizde, kapitalizm hakkında eleştirel bir perspektif geliştirip değişim için talepler formüle etmemiz olası.
Söyleşinin tamamını şuradan okuyabilirsiniz.
Her yıl 14 Şubat romantizmin tüketim odaklı bir tatile dönüştürülüp bayağılaştırılmasına dönük tahkir bataklığına ilham kaynağı olur. Bizleri gereksiz boyutlarda pelüş ayılarla ve Hallmark kartlarıyla sevgimizi kanıtlamaya manipüle eder. Ancak sevginin parasallaşması ne yeni bir şey ne de Sevgililer gününe mahsus: bilakis kapitalist projenin tam kalbinde yatıyor.
İtalyan akademisyen Silvia Federici, Sıfır Noktasında Devrim isimli kitabında, “Ücret değil de ‘sevginin’ her daim [bakım] emeğinin karşılığını ödemesi; emeğimizin, ailenin ve erkeklere bağımlılığın kurumsallaşmasında en kuvvetli etken olmuştur aslında,” der. Bakım emeği -yemek yapma, temizlik yapma, çocuk yetiştirme vs.- geleneksel olarak sevgi namına kadının görevi olarak temsil edilir. Bu süreçte mistifiye edilen ise küresel pazarı yeniden üretme ve idame etme sürecinde zorunlu emek olarak üstlendiği işlevdir.
Federici, bakım emeğinin gayri meşrulaşmasını tarihsel olarak feodalizmden kapitalizme geçiş anında konumlandırır. Feodal serflik sisteminde, köylülere serbest emek ve tahıl karşılığı koruma ve geçim amaçlı bazı tarlaları kullanma hakkı bahşedilirdi. Feodalizmde “bütün işler ailenin geçimine katkıda bulunurdu.”
Feodalizmin düşüşü ile birlikte ise üretim ilişkilerinin ücretli emeğe dayalı yeni bir organizasyonu hâkim olmaya başladı. Bu sistemde, ev ve iş yeri arasında kati bir ayrım ortaya çıktı. Ücret hayatta kalmak için zorunlu hale geldiğinde, sadece iş yerinde geçirilen zaman kıymetli gibi görünmeye başladı. İşçinin her gün iş yerine gelmesini temin etmek için gereken emek ise giderek hanenin gölgesinde kaldı. Aynı zamanda emeğin yeniden üretiminin masrafları da elbette ona bağımlı olan kapitalistler tarafından ödenmedi. Bakım emeğinin sömürüsü ve sevginin araçsallaştırılması geçmişte kapitalizmin temeli olduysa, o zamandan bu yana pek de bir şey değişmedi.
Yazının tamamını şuradan okuyabilirsiniz.
Kaynak: Terrabayt
Sendika.Org, yayın hayatına başladığından bu yana işçi sınıfı hareketinin, solun ve genel olarak toplumsal muhalefetin gündemine ilişkin, farklı politik perspektiflerden düşünsel katkılara açık bir tartışma platformu olagelmiştir. Sitemizde yayımlanan yazılar yayın kurulunun politik perspektifiyle uyumluluk göstermeyebilir. Amacımız, mücadelenin gereksinim duyduğu bilimsel ve politik bilginin üretimini zenginleştirecek tüm katkılara, yayın ilkelerimiz çerçevesinde, olabildiğince yer verebilmektir.