Koronavirüs salgınında ağır çalışma koşulları, mobbing ve şiddet sarmalında yalnız bırakılan ve yaşamlarını yitiren sağlık emekçilerine saygıyla ithaf ediyoruz.
Koronavirüs salgınında ağır çalışma koşulları, mobbing ve şiddet sarmalında yalnız bırakılan ve yaşamlarını yitiren sağlık emekçilerine saygıyla ithaf ediyoruz.
Dünyada Mevcut Durum
Kapitalizm, üretim ve bölüşüm ilişkisinde son on yılların en büyük sosyal, siyasal ve ekonomik krizlerini yaşıyor. Özellikle sosyalist sistemin dağılışının ardından batı dünyasında yaşanan demokrasiler ve sosyal adalet anlayışı zihinlerde çökertildi. Küreselleşme adı altında emeğin Avrupası olarak şekillenen sosyal devlet mekanizmalarını söküp atarken, temel hak ve özgürlükleri toplumların mevzuatlarından çıkarmaya soyundu. Eşitlik, adalet, özgürlük, demokrasi, ortak yaşam, ekoloji, gibi yaşamın ortak değerlerini hafızalardan çıkarırken yerine dogmatik ve geleneksel değerleri yerleştirme çabası gündeme çıkarıldı.
Dünya; ekonomik, sosyal ve siyasal çalkantıları yaşadığı bir süreçte hiç beklenmeyen bir durumla karşı karşıya kaldı. COVİD-19 adı, kapitalist sistemin doğayı ve tüm ekosistemi talan edişinin ortaya çıkardığı sonuç olarak hayatımıza girdi. Dünya ölçeğinde kapitalist-emperyalist sistemin egemenleri de dâhil tüm ülkelerde sağlık sisteminin çöktüğü inkâr edilemez bir çıplaklıkta ortaya çıktı. Bu süreçte özellikle sağlık emekçileri büyük bir baskı ve tehlike altında görev yapmaya zorlanırken, tüm çalışanlar, ezilenler, yoksullar, göçmenler ile ülkelerinde her türlü ayrımcılığa uğrayanlar daha çok mağdur oldular. Dünya Ekonomik Forumu’nun verilerine göre sadece pandemi nedeniyle 2025 yılına kadar 85 milyon kişinin işsiz kalacağı belirtilmekte. Öyle anlaşılıyor ki salgın önlense dahi işsizlik ve yoksulluk kapitalizmin krizini daha fazla derinleştirecektir.
Sermaye üretim araçlarıyla yetinmeyerek, doğayı ve bilimi de kontrolüne alması sonucunda salgına karşı yürütülen çalışmalar insanlığı korumak amacıyla değil, yıllarca sürecek kar arzusuyla sürüyor. Bu yaklaşım küresel sermayenin çelişki ve çatışmalarını sağlık alanında da sürdüreceğini gösteriyor. İnsanlığın gelecek yıllarda benzer sorunlarla karşılaşacağı ve sağlık sömürüsünün yeni pazarlar, yeni çatışmalarla yükseleceği ortadadır.
Dünya yeni bir altüst oluşa doğru hızla yol alıyor. Emperyalist-kapitalist sistemin merkezi konumunda bulunan batı dünyasında şovenizm, yabancı ve göçmen düşmanlığı ile dikta rejimlerine bir yöneliş tehlikenin uzak olmadığını gösteriyor. Özellikle ABD’yi dört yıldır yöneten Donald Trump baskıcı, anti demokratik, ırkçı yeni bir akımın yayılmasına öncülük etti. Kasım ayında yapılan seçimlerde Trump kaybetmiş olsa da temsil ettiği ve yenidünya nizamı olarak yerleştirmeye çalıştığı ırkçı ve otoriter yönetim anlayışının önemli bir destek bulması bir kez daha göstermiştir ki dünya demokrasiden uzaklaşmakta ve insan hakları daha çok zayıflamaktadır.
Avrupa Birliği, İngiltere’nin ayrılmasıyla birlikte geleceği belirsizleşen, bu anlamda yaşlı kıtada da refah toplumlarının yerini eşitsizliklerin alacağı görünüyor. Avrupa içinde milliyetçilik ve yabancı düşmanlığı birliğin geleceğinin belirsizliğini katmerli hale getiriyor. AB’nin dağılması emeğin avrupası olarak tanımlanan sosyal güvencelerin kısılacağını işaret etmektedir.
Emperyalist-kapitalist egemenler, din-milliyetçilik ve yabancı düşmanlığı üzerine kurulu neoliberal programlar yanında dünyayı zapturapt altına almak için daha fazla silah ve askeri yatırımlara harcama yapacaktır. Son yirmi yılda Ortadoğu, Kafkaslar, Afrika’da yürütülen işgaller, iç çatışmalar milyonlarca insanın ölümüne, yurtlarından sürülmesine yol açarken en küçük bir iyileşme söz konusu olmamıştır. Birleşmiş Milletler‘in yayınladığı “Dünya Göç Raporu” na göre çeşitli ülkelerden 2019 yılında yaklaşık 271 milyon göçmen bulunuyor.
Her şeye rağmen dünyanın her yerinde savaşa, ayrımcılığa, ırkçılığa karşı itirazlar, isyanlar ve örgütlü mücadele yükseliyor. Bu noktada üyesi olduğumuz Dünya Sendikalar Konfederasyonu önderliğinde enternasyonal dayanışma, birlik ve mücadele deneyimlerinin paylaşılacağı ve küresel mücadele programı için KESK’in çağrısıyla Dünya Emek ve Özgürlük Konferansı toplanmalıdır.
Türkiye’de Mevcut Durum; Siyasal Süreç ve Rejim Sorunu,
Türkiye 12 Eylül 1980 darbesinden daha ağır bir süreci 15 Temmuz darbe kalkışmasının ardından yaşıyor. 2002 Kasımından bugüne tek başına iktidar olan AKP, 2010 ve 2017 yılında referandum yoluyla anayasa değişikliği yaparak rejim değişikliğini sağladı.
AKP iktidarı önce Batı ile ilişkileri geliştirerek AB üyeliği yolunda adım atarak önemli bir kamuoyu desteğini arkasına aldı. İçeride laik, ulusalcı, askeri ve bürokratik muhalefeti engellemek adına Gülen Cemaatini kullanarak devlete egemen olma yolunda engelleri aştı. Kürt sorununda başlayan çözüm sürecinin sekteye uğraması, iktidarın doğaya ve yaşam şekline saldırılarına karşı yükselen halk muhalefeti Gezi direnişiyle doruğa ulaştı. AKP, demokratik halk muhalefetinin taleplerinden şiddet ve baskı yanında derin devlet güçleriyle ittifak yaparak çıkabildi.
AKP ile ortakları arasında çıkar çatışması yolların ayrılmasıyla sonuçlandı. Tasfiyeye karşı harekete geçen FETÖ grubu 15 Temmuz 2016 tarihinde başarısız bir askeri darbe kalkışması ile sivil darbenin zeminini hazırladılar. AKP karşısında kümelenen muhalefetin darbeye karşı iktidara destek çıkması iktidarın elini güçlendirdi. AKP, yaşanan süreci darbe ve terör bağlamında beka sorunu olarak atfetmesi ile hızla demokrasiden uzaklaşan ve OHAL ilanıyla birlikte tüm kurum ve değerleri alt üst eden uygulamaları yürürlüğe koydu. OHAL kararnameleriyle yüz elli bine yakın kamu çalışanı ihraç edildi. Gazeteci, aydın, sanatçı, avukat ve insan hakları savunucularının da içinde olduğu on binlerce insan tutuklandı. Dernekler, yazılı ve görsel basın organları kapatıldı. Milletvekili dokunulmazlığı kaldırıldı. Suriye ve Libya’ya askeri müdahale teskereleri verildi. Basın ve medya alanında iktidar karşıtı muhalif yapılar ya kapatıldı ya da el değiştirilerek iktidar borazanı oldu. Demokratik ve barışçı eylem ve etkinlikler yasaklandı. Belediyelere kayyım atanması, seçilmiş belediye meclis üyelerinin mazbatalarının iptal edilmesi ve yargının iktidarın baskı aracına dönüşmesi dönemin ağırlığını anlatmakta yeterli örnek olacaktır.
AKP dikensiz gül bahçesine çevirdiği ülkeyi asıl hedefi olan yeni Osmanlı ülküsünün temelleri ile laik esaslara dayalı Cumhuriyet rejiminin içini boşaltacak adımları attı. Başarısız 15 Temmuz darbe girişiminin ardından ırkçı faşist güçlerin desteğini alarak 16 Nisan 2017 tarihinde tek adam rejimine geçişin anayasa değişikliğini yaptı. Artık Cumhurbaşkanı partili, yani taraflı fakat sorumsuz yürütmenin başı olarak kamuda ihalelerden, atamalara, yargıdan bürokrasiye kadar her alanda tek söz sahibi oldu.
Parlamentonun, Cumhurbaşkanının onay makamına indirgenmesi, meclisin araştırma ve hesap sorma yetkilerinin alınması, bakanların atanmış memur statüsüne dönüşmesi yüz elli yıllık demokrasi deneyimini bir çırpıda yok etti. Nitekim 24 Haziran 2018 tarihinde yapılan seçimleri, AKP ve MHP’nin ırkçı-dinci perspektifle oluşturdukları Cumhur ittifakıyla kazanarak otoriter gericilik projesine devam ettiler. Bu seçimlere CHP, MHP içinden tasfiye edilenlerce kurulan İYİ Partiyle oluşturduğu Millet ittifakıyla girmişti. 2016 yılından itibaren cezaevinde tutulan Selahattin Demirtaş ve Muharrem İnce, Meral Akşener Cumhurbaşkanı adayı olarak seçime girmiş olmalarına rağmen RTE’nin ilk turda seçilmesine engel olamadılar. Bu seçimlerde demokratik siyaset engellenmiş, Cumhurbaşkanı adayı cezaevinde tutulduğu için özgürce propaganda ve seçim faaliyeti yürütememiştir. Seçimlerin güvenilirliği ise ayrı bir tartışma konusudur.
Türkiye çağdaş dünyadan hızla uzaklaşmaktadır. Anayasa rafa kaldırılmıştır. Dün ezildiğini iddia edenlerin nasıl zalim oldukları ortaya çıkmıştır. Son dönemlerde iktidar partilerinden ayrılan, eleştiren, geçmişte milliyetçilik ülküsünü paylaşmış olanlara karşı fiziki şiddetin artmış olması düşündürücüdür. İktidarlarını sürdürebilmek adına ülkeyi ve geleceğimizi ateşe atmaktan çekinmeyen gözü kararmış bir iktidar karanlığındayız. Özellikle Tuğrul Türkeş’in “Azgın milliyetçiliğin hiçbir fikri derinliği bulunmaz. Yarının Türkiye’siyle ilgili hiçbir fikri yoktur, sözü de hareketi de salt kaba kuvvettir” açıklaması faşist çetelerin dizginlenmesi gerektiğinin bir işareti olduğu kadar tehlikenin boyutunu göstermektedir. Ayrıca eski MİT müsteşarlarından Cevat Öneş’in yeni anayasa ile Türkiye Demokrasi Cephesi önermesi, HDP’nin çözümün parçası olduğunu dile getirmesi uçurumun kıyısında olduğumuzu ifade ediyor.
Demokratik ve Ekonomik Haklar, Sorunlar
AKP-MHP iktidarı anayasal ve yasal düzenlemelerin ardından Türkiye’yi demokrasi çölüne döndürdüler. Demokratik mevzilerin hepsine el attılar. Özellikle demokratik kitle örgütlerine yönelik saldırı ilk olarak baroları bölerek kendini gösterdi. Meslek odaları yasalarının da değişeceğini ilan ettiler. Pandemi sürecinde iktidarın sansür uygulamalarına karşı halkın yanında tutum alan TTB hedefe konarak ırkçı Bahçeli tarafından kapatılacaklar listesine alındı.
Otoriter gericilik yolsuzluk konusunda tarihe geçecek düzeyde yandaş şirketlere kaynak aktardı. Ekonomide yaşanan krizi gizlemek, yoksulluğun ve işsizliğin üzerini kara propaganda yöntemleriyle örtmek istese de halkın öfkesi intihar ve sokak şiddeti olarak her gün karşımıza çıkıyor. AKP iktidarları döneminde kadın erkek eşitliğine karşı yürütülen kampanyalar kadına şiddet, taciz ve tecavüz olarak artarak sürüyor. 2011 yılında övünerek ve meclis iradesiyle imzaladıkları İstanbul Sözleşmesi’nden cemaat ve İslami vakıfların baskısı karşısında tek bir imza ile hukuksuz bir şekilde çıktılar. Türkiye’nin özgür kadınları İstanbul Sözleşmesi’ni yaşatacaklarını, gericiliğe teslim olmayacaklarını her yerden haykırmaktadır.
2019 yerel seçimleri gerici-faşist bloğun geriletilmesi adına bir umut oldu. Ancak ardından gelen saldırı göğüslenemedi. Belediye başkanlarının görevden alınarak kayyım uygulamasının yaygınlaşması, kaçınılmaz hale gelen Millet İttifakının demokrasi ittifakına dönüşmesini engelledi. İktidarın terör ve beka söylemi karşısında meclis muhalefetiyle yetinen CHP ve İYİ Parti baskının artması karşısında etkisizleştiler. HDP özelinde Kürt siyasi hareketine karşı yürütülen kampanya Millet ittifakı bileşenlerinin uzak durmasına yol açtı. CHP’nin İYİ Partiyi yanında tutma çabaları ırkçı-gerici ittifakın istediğini kolayca elde etmesini sağladı, sağlıyor. HDP’nin birdenbire kapatma sürecine sokulması, gece yarısı kararnameleri, bürokrasideki liyakatsiz atamalar ve Covid tedbirlerine uymayan ayrıcalıklı zümre yaratılması düşündürücü olduğu kadar karanlığın koyulaşmasıdır.
Böylesine ağır ve faşizmin kurumsallaşması karşısında demokrasi güçleri, emek ve meslek örgütleri, partiler bir çaresizlik içindeymişçesine kabuğuna çekilmeyi, süreci geçiştirmeyi ve ayrı durmayı yeğlediler.
Oysaki İstanbul başta olmak üzere büyükşehirlerde halkın kendiliğinden kurduğu sandık ittifakı yerel yönetimlerin kazanılmasını sağlayarak geniş bir ittifakın faşizmi gerileteceğini kanıtladı. Demokratik, laik ve hukuk devletine dönüş için geniş bir birliğin kurulmasında emek örgütleri önemli bir zemin olabilmelidir.
Çalışanların Durumu
Demokrasinin askıya alınmasıyla birlikte çalışma yaşamında çok ciddi hak kayıpları yaşanıyor. İşçilerin kıdem tazminatı zaman zaman gündeme getiriliyor. İşverenlerin bu konudaki ısrarı karşısında uygun zaman kollanarak kıdem tazminatı gasp edilmeye çalışılacaktır. İşçilerin bedeller ödeyerek kazandığı hakların yitirilmesine izin verilmemelidir. Çalışma alanlarında giderek artan iş cinayetleri işçilerin iş güvenliğinden yoksun olarak çalıştırıldığını göstermektedir. İş güvenliği için işverenlerin en küçük bir maliyet kabul etmedikleri ortada. Uzun çalışma saatleri, sendikasızlaştırma, düşük ücretler, güvencesizlik çalışma yaşamının gerçekleridir. İşçilerin örgütlenmelerinin önündeki engellere rağmen sendikalı olan işçilerin önemli bir kısmı TÜRK İŞ, HAK İŞ gibi iktidar yanlısı sendikalarda örgütlüler. Türkiye işçi sınıfının iş, ekmek, özgürlük mücadelesinde tarihsel misyonu olan Devrimci İşçi Sendikaları Konfederasyonu önderlik görevini yeterince yerine getirememektedir.
AKP döneminin unutulmayacak ve hesabı sorulacak iş cinayetlerinin başında Soma madencileri geliyor. 2003’den bugüne sadece madenlerde 433 işçi yaşamını yitirmiş. İnşaatlarda ve diğer işkollarında yaşanan iş cinayetleri haber değeri taşımaz noktaya gelmiştir. Sermayenin karlarında katmerli artış sürerken yoksulluk ve ölüm işçilerin kaderi olarak kabul edilemez.
Covid salgını küçük işletmelerle birlikte işçi ve emekçileri vurdu. Binlerce çalışan işini ve gelirini kaybetti. İşçi çıkarılamaz hükmüne karşın işten çıkarmalar devam etti. Günlük 39 TL. nakdi yardım işçilerin geçimlerini mümkün kılmadığı gibi tam da işverenlerin arzuladığı kolay işçi çıkarma yolu oldu. İşçi sınıfının önünde faşizme ve yoksulluğa karşı mücadele görevi her zamandan daha yakıcı duruma gelmiştir.
Kamu Hizmetlerinde Durum ve Kamu Emekçileri Mücadelesi
1980 sonrası Özal ile başlayan özelleştirme ve devletin ekonomiden çekilmesi politikaları AKP döneminde zirve yaptı. Özelleştirilmeyen Kamu İktisadi Teşebbüsü kalmadı. Bununla birlikte yandaş şirketlere kamu kaynakları aktarılarak devlet eliyle zenginleştirme sürecini onarılmaz biçimde yaşıyoruz.
Türkiye’nin kamuya ait BOTAŞ, Borsa İstanbul, Ziraat Bankası, THY, Halkbank, TÜRKSAT, ÇAYKUR gibi karlı şirketleri Varlık Fonuna devredildi. Fon Sayıştay denetimi dışında bırakılarak iktidarın kontrolsüzce kullanacağı bir kaynak yaratılmış oldu. Geçtiğimiz günlerde Ziraat Bankasından bilinmeyen bir şirkete aktarılan milyon dolarlık kredi bu tespitimizi doğrulamaktadır. Türkiye emekçi halkının vergileri temiz soygun düzeni kurularak çalınmaktadır.
1995 yılında Türkiye’nin de imzaladığı GATS (Hizmet Ticareti Anlaşması) ile kamu hizmetlerinin piyasaya açılması 2000’li yıllardan itibaren genişleyerek sürüyor. Bugün hemen hemen her hizmet alanı piyasa koşullarına açılmış durumda. İlk olarak telekomünikasyon, enerji, altyapı hizmetleri piyasaya açıldı. Bugün eğitim ve sağlık alanında sınırsız olduğu kadar kamu kaynaklarını kullanan bir piyasa oluşmuş durumda. Hizmetlerin ticarileşmesi istihdamın daralmasına, ücretlerin düşmesine, güvencesiz çalışma koşullarının dayatılması olarak karşımıza çıkmıştır. Özelleştirilen kurumlarda işten çıkarmalar, zorla emeklilikler yaşanmış, iş güvencesi kaldırılarak sözleşmeli statü getirilmiştir. Kamu hizmetlerinde ağır çalışma koşulları ve düşük ücretler insanca yaşama olanağını ortadan kaldırmıştır. Enerji hizmetleri ücretleri tüketicilerin satın alma gücünü aşmış, elektrik ve doğal gazı kesilen hane sayısı milyonun üzerine çıkmıştır.
Eğitim ve sağlık hizmetlerini piyasaya açmak için hizmetlerin niteliği düşürülerek özel işletmelere talep yaratıldı. Özel teşviklerle velilerin yönelimi ve öğrenci akışı kolaylaştırıldı. Devlet toplu iğne yapmaz söyleminden devletin ekonomik alandan tümden çekilmesi sürecine geçildi. Öğretmen, eğitim emekçisi, sağlık çalışanı atamaları daraltıldı. Çalışma koşulları güvencesiz iş ilişkisine döndürüldü. Bunlara karşı yükselecek muhalefeti bastırmak için devlet baskı ve güvenlik aracına indirgendi. Bu arada sokaklara salınan bekçilik sistemi getirildi. Devlet içte ve dışta güvenlik argümanına sarılarak daha fazla polis istihdam etti. Böylece toplumun demokratik taleplerini engelleyecek ve faşizmi kurumsallaştıracak destek mekanizmalarını oluşturdu.
Kamu hizmetlerinin pandemi ile birlikte çökmüş olmasına karşın hastane, okul ve turizm şirketi sahibi olan bakanların ortağı olduğu özel kurumlara kaynak aktarma artmıştır. Şehir hastaneleri, yollar, köprüler, havaalanları bu dönemin temiz soygun yöntemleri olmuştur.
Pandemi döneminde zor şartlarda çalışmak zorunda kalan ve yüzlerce sağlık çalışanının yaşamını yitirmesine rağmen COVİD-19 ancak koşullara bağlı olarak meslek hastalığı sayılmaktadır. Sağlık çalışanlarının özlük haklarında bir iyileşme yapılmadığı gibi sözleşmeli ve güvencesiz çalışma sürdürülmektedir. Sağlıkta binlerce sağlık çalışanı açığı varken yeni atama yapılmamaktadır.
Kamuda bir diğer sorunlu alan eğitim öğretim hizmetleridir. Eğitim hizmetlerinin de piyasaya açılması parası olana iyi eğitim sunarken, yoksul ve emekçilerin çocukları kalabalık sınıflar, zorunlu meslek liseleri ve imam hatip okulları dayatması ile boş geçen dersler sonucunda yetersiz ve eşitsiz bir eğitimle karşı karşıyalar. AKP döneminde eğitim, laik ve bilimsel içeriğinden koparılmış, İslam’ı referans alan dogmatik bilgiler yerleşmiştir. Kamu okullarında katkı payı alınması ise velilerin bütçelerine ek yük getirmektedir.
Bir yılını dolduran pandemi dönemi uzaktan eğitimle sürdürülmekte. EBA (Eğitim ve Bilişim Ağı) uygulaması uzaktan eğitimin aracı olurken yüzbinlerce öğrencinin erişim ve kullanım araçlarından yoksun oluşu eğitimdeki eşitsizliği derinleştirdi.
Yüksek maliyet giderleri gerektiren uzaktan eğitim için hiçbir önlem alınmamış, özellikle düşük gelirli ailelerde hele hele birkaç öğrencisi olan veliler zor durumda kalmıştır. İş ve gelirlerini yitirenler, asgari ücretle çalışanlar, yoksul yığınlar eğitim hakkından yoksun bırakılmışlardır.
Eğitim işkolunun önemli bir sorunu da örgütlenme hakkını kullanamayan özel okul öğretmen ve çalışanlarıdır. Kamu görevlisi olmayan özel okul öğretmenleri kamuda çalışan meslektaşlarından çok daha ağır koşullarda, düşük ücretlerle ve güvencesiz çalışmaktalar. Özellikle pandemi dönemi binlerce eğitim emekçisini iş ve gelir kaybıyla karşı karşıya bırakmıştır. Bu konuda öncülük yapmak EĞİTİM SEN örgütlülüğüne düşmektedir. Zaman geçirmeden EĞİTİM SEN bünyesinde “Özel Okul Öğretmenleri/Çalışanları Bürosu” kurulmalıdır.
Akademik eğitim ve üniversiteler son kırk yılın gerisine düşmüştür. 12 Eylülün eseri olan YÖK ile üniversitelerin bilimsel özerkliği alınmış, akademiye ve üniversite çalışanlarına büyük bir darbe vurulmuştu. Eğitim-öğretim bileşenleri ve kamu çalışanlarının demokratik, ekonomik, sosyal haklar mücadelesi üniversitelerde çok önemli kazanımlar sağladı. Rektör seçimleri, liyakate dayalı yükselme ve atanma demokratik ve bilimsel üniversite için yetersiz ama önemli adımlardı. Bugün bu kazanımlar tümden yok edilmiş, üniversiteler lise üstü okullara dönüşmüştür.
İnsan, toplum ve doğa yararına üniversite mücadelesi yeniden örgütlenmelidir. Boğaziçi Üniversitesine yapılan rektör ataması bardağı taşıran son damla olmuştur. Burada yükselen ve diğer üniversiteleri saran tepkilerin sağlıklı bir hatta yürümesi için kolektif bir tutum alınmalıdır. Bu noktada Boğaziçi Üniversitesi gençliği ve öğretim kadrosunu selamlıyoruz.
Sendikal Mücadele ve Yapılması Gerekenler,
1990’larda ete kemiğe bürünen kamu emekçileri sendikal hak ve özgürlükler mücadelesi bugün deyim yerindeyse yerlerde sürünmektedir. Herhangi bir kesimi itham etmek, sorumlu tutmak amacıyla değil, kendimizi de içinde görerek doğru tespit yapmak istiyoruz. Eleştiri, özeleştiri olmaksızın yapıldığında topluma karşı görevlerimizi ihmal etmiş oluyoruz. Biliyoruz ki mücadelenin bu kadar zayıflaması ne sadece sivil toplumculuk, ne koltuk kavgası ne de politik aidiyetlerimizi güçlendirmek olmuştur. Öncelikle doğru tespit, öngörü ve mücadele programlarında geniş bir mutabakat oluşturmakta yetersizliğimiz gelmektedir. Kongre süreçlerinde ortaya attığımız “kurucu iradeye dönelim” vurguları ittifaklar yapılana kadar sürmektedir. Bu noktada kurucu iradeyi doğru tahlil etmek ve açık yüreklilikle konuşmamız gerekmektedir.
Bilindiği gibi 12 Eylül sonrası yürüyüş 1990 Mayısında ilk meyvesini verdiği noktada birlik yakalanamamış, ancak beş yıl sonra öğretmen hareketi birleşerek konfederasyon kurulabilmiştir. O halde sendika kurulurken yaşanan ayrılık hangi temelde olmuştu? Beş yıl sonra birlik hangi temelde sağlanmıştı? Sağlanan birlik neden bozulmuştu? Sendika ve konfederasyondan kopuşlar, kopanların özgül taleplerinden mi yoksa derin güçlerin müdahalesinden mi kaynaklanmıştır? İçimize oynamanın bu kadar kolay olmasında iç iktidar mücadelesi, örgüt içi sendikal ve politik ilişkilerimiz, işverenle kurduğumuz ilişki ile kitlesel gücümüzün kullanılması konusunda tutumumuzun etkilerini değerlendirmek zorundayız. Sorulara hiçbir önyargıya kapılmadan, ön kabul olmadan ve baştan sorumluluğu yıkacak bir odak yaratmadan cevap bulmalıyız. Ancak böylece 90’ların koşullarının kurucu iradesi değil bugünü ve yarını da esas alacak bir irade geliştirebiliriz.
Sendikal mücadelenin yasa ve geleneksel devlet refleksiyle daraldığı bir gerçekliktir. İrademizi yenilemek, geleceği tasavvur etmektir. Bu noktada sendikal ve siyasal dinamiklerle yarınları kuracağımız ortak irademizin; “Emeğin en yüce değer olduğundan hareketle, ülkede ve dünyada üretilen tüm değerlerin, insanlığın ortak yararına sunulmasını, hakça ve eşit paylaşılmasını savunmayı, sendikalarımızın devletten, sermayeden, siyasetten bağımsızlığını; demokrasinin gereği özgürce karar almayı; toplumun özgürlükçü değerlerine karşı önyargı, küçümseme, yok sayma ve aşağılayıcı yaklaşımlara karşı çıkmak; tarihsel şahsiyetleri, olayları, olguları gerektiğinde bilimsel ölçütlerle değerlendirmeyi; ırkçılığa, gericiliğe, anti laik politikalara, bilim karşıtlığına, şiddete, ayrımcılığa karşı çıkacak ve hiç bir dönemde ödün vermeyeceğimizi, demokratik yaşamın vazgeçilmezi olan çoğulculuk ilkesini, sendikal demokrasinin yaşam bulması için temel değer olarak görecek; sendika içinde çoğulculuğun korunmasına özen göstereceğimizi, yaşadığımız coğrafyada ve yerkürenin tamamında çevrenin ve doğanın bozulmasına karşı çıkacak, canlılar dünyasına zarar veren iş ve işlemlere karşı mücadele edeceğimizi, toplumsal yaşamın siyasetle değişeceğine inanarak, emekçilerin çıkarlarının siyasetle büyüyeceğine; demokrasinin siyasetle kurumsallaşacağına ve bu nedenle tüm bireylerin siyaset yapmasının önündeki engellerle mücadele edeceğimizi; kamu çalışanları arasında felsefi inanç, siyasi düşünce, etnik kimlik gibi hiç bir farklılığı gözetmeden, işkolumuzda emekçilerin birliğini hedefleyerek, sınıf ve kitle sendikacılığını temel alan bir yaklaşımla konfederasyonumuza bağlı sendikalarda örgütlenmesini, ekonomik, sosyal ve özlük talepler sendikal kazanımlar olup genel demokrasi mücadelesinde en geniş ittifakların sınıfın birliğine hizmet edeceğini, demokratik katılımın etkin uygulanmasıyla söz, yetki ve karar sahibi üyeler olacağını” temel ilkeleri olarak kabul ettiğimizi açıklıkla ifade ediyoruz.
Geçmişten günümüze eşit yurttaşlık, toplumsal cinsiyet eşitliği, Kürt sorunu, sosyal adalet ve temel haklar konusunda sorunların kemikleştiği bilinmektedir. Devlet refleksi en küçük demokratikleşmeye izin vermemek üzerine gelişmiş. Zaman zaman konjonktüre bağlı yumuşama görülse de kalıcı bir demokratik kurumlaşma toplumsal mutabakatla olmuyor. 82 Anayasasının özü değişmediğinden kimi madde değişiklikleri uzun süreli ve toplumsal dönüşüme yol açmıyor.
Bugünkü dünyada görece demokrasi ve refahın daha ileri olduğu Avrupa Birliği bir başka deyişle Emeğin Avrupa’sına dâhil olma çabaları Kürt sorununda çözüm sürecine yaklaştırmış ancak karşılıklı güvensizlik boşa çıkarmıştır. Çözüm masasının devrilmesiyle kalmamış o güne kadar demokratik kazanımlar bir bir geri kaybedilmiştir. Özellikle 15 Temmuzun ardından OHAL ilan edilmiş, baskı, şiddet ve hak gaspları artmıştır.
2015 Haziran seçimlerini istediği gibi kazanamayan AKP, Türkiye’yi Bahçeli’nin desteğiyle kan gölüne çevirdi. Suruç ve Gar katliamları başta olmak üzere patlayan her bomba Türkiye’nin rejiminde gedik açtı. Toplumsal muhalefetin kanlı süreci durdurabilecek örgütlülükten ve dayanışmadan yoksun olduğu açığa çıktı. Siyasi tutuklamalar, basın üzerinde engellemeler, hak arama yollarının tıkanması karşısında güç birliği, ortak program ve kolektif irade geliştirilemedi. Bu dağınıklığın nedenleri açık dille ifade edilemediği sürece faşizme karşı başarılı olunamayacağı açıktır.
Türkiye’nin toplumsal sorunları ekonomiden bağımsız düşünülemeyeceği gibi salt bir soruna odaklanmakla çözülmeyecektir. Temel olarak laiklik, hukukun egemenliği ve kuvvetler ayrılığını esas alan demokrasiyi inşa etmek durumundayız. Kürt siyasetçileri, insan hakları savunucuları, gazeteciler, aktivistler, itiraz eden öğrenci gençler tutuklamalarla pasifize ediliyorsa acil müdahale ve savunma merkezi oluşturulmalı, güç birliği içinde demokratik muhalefet yükseltilmelidir. Son günlerde halkın milletvekili onuruna yükselen HDP Kocaeli milletvekili Ömer Faruk Gergerlioğlu’nun hukuksuz bir mahkûmiyet ile vekilliğinin sonlandırılması, ardından meclisten güvenlik güçlerince pijama ve terlikle gözaltına alınarak meclis iradesinin yok edilmesi dünyanın gözü önünde gerçekleşti. Aslında bütün bunlar demokrasi, adalet, barış ve eşitlik talep edenlere gözdağı olduğudur.
Yeni Bir Atılım, Çalışanların Birliği
Bilimsel ve teknolojik gelişmeler, üretim araçlarında, istihdam şekillerinde, çalışma biçimlerinde zorunlu değişimler yarattı. Bu değişim toplumsal ilişkileri ve geleneksel yapıları da derinden etkiledi. Kır kent nüfusunun değişmesi mülksüzleşmeyi hızlandırdı. İşçi sınıfının ekonomik, sosyal ve kültürel yoksunluğu arttı. Toplum din ve milliyetçilik gibi “ulvi” kavramlar üzerinden dönüştürüldü. Milyonlarca işsiz yaratan sistem çalışma olanağı yakalayanların işini ve gelirini kaybetmemek adına toplumsal duyarlılık ve dayanışma ilişkilerini zayıflattı. Sosyal medyanın yadsınamayacak gücü muhalefet güçlerinin önemli bir aracı olsa da kitleselliğindeki yetersizlik engel oluşturmaktadır. Kapitalist sistem kendini yenileyen, sömürüyü katmerleştirecek ve kalıcılaştıracak yasal ve toplumsal dönüşümleri arsızca gerçekleştirdi. Bunlarla yetinmeden savaş, çatışma, baskı yöntemleriyle işçi sınıfının toparlanmasına fırsat vermiyor. Bu noktada toplumun umudunu büyütmek, yeni bir anlayış ve yeni bir atılımla güven veren bir karşı koyuşu yapılandırmalıyız.
Türkiye’de hayli zayıflamış olan demokratik ve laik rejimin yerine ikame edilmeye çalışılan İslami renkli vahşi sömürü ve kuralsızlık rejimine engel olmayı hedefleyen geniş bir toplumsal mutabakat sağlanmalıdır.
İşçi ve emekçilerin ayrı örgütlenmesi ülkenin tarihsel, sosyolojik ve siyasal süreçlerinin etkisiyle bugüne kadar gelmiştir. Bugün her ne kadar yasal mevzuat ortak örgütlenmeye olanak vermiyorsa da alternatif yaratmak mümkündür. Kamu kurumlarında süreli, sözleşmeli, ücretli vb. kamu görevlileri ile iş güvencesiz, kamu sendikalarında örgütlenemeyen çalışanların (okullarda ve diğer kurumlarda İŞKUR çalışanları, kantinci, servis çalışanları, taşeron çalışanları gibi) işçi sendikalarında örgütlenmesi sağlanabilir. Yine önemli bir kitle olan emeklilerin örgütlenmesinin tek ve yaygın olması için her iki konfederasyona üyeliği sağlanan ortak bir yapı kurulmalıdır. Bunun için ilk adım olarak DİSK ve KESK ortak örgütlenmenin temelini atmalıdır. Başlangıçta her iki konfederasyonun kurullarından seçilen veya oluşan üst bir yapı “Çalışanlar Konseyi” kurulmalıdır. Çalışma yaşamına, emekçilere yönelik her saldırıya ortak yanıt verilmelidir. Emekçilerin birliği demokrasi güçlerine hareket etme ve güven verecek, diğer sendika ve konfederasyonlarda örgütlü işçi ve emekçilerle taleplerini ortaklaştıracaklardır.
Bu çabaların yanında toplumsal muhalefetin önderliği konumunda olan emek ve meslek örgütleri mücadele program ve ilkelerini ortaya koyabilecek bir samimiyet ve güvenle biraraya gelmelidir. Belirlenecek ilkeler kitleleri hakim ideolojinin etkisinden çıkaracak açıklıkta ve kapsamda olmalıdır. Tehlike faşizmin daha fazla tahribat yapması, daha fazla acı ve yıkımın önüne geçilmesidir.
Toplumun örgütlü kesimleri iç dinamiklerini anlamsız tartışma ve tasfiye süreçleriyle donuklaştırmak yerine demokratik katılım ve kolektif irade oluşturacak yeni bir anlayışı egemen kılmalıdır.
Dün eşit, adil, demokratik bir Türkiye şiarıyla alanları dolduran DİSK, KESK, TMMOB, TTB bugün kendi üyelerini dahi ikna edici bir pratik yaratamıyorlar. İçinde bulunduğumuz koşulların ağırlığı yeni bir koordinasyon merkezine ihtiyacı dayatmaktadır. Demokratik Koordinasyon Merkezi içinde emek ve meslek örgütlerinin temsilcilerinin yanında toplumla bağ kurmuş aydın, sanatçı, bağımsız siyasetçi kimlikler de yer almalıdır. Toplumsal Barış Deklarasyonu hazırlanarak kamuoyu harekete geçirilmelidir. Her kurum kendi toplumsal tabanını harekete geçirmesinin yanında ulusal ve uluslararası ilişkilerini değerlendirerek güçlü bir kamuoyu yaratmalıdır. Koordinasyon Merkezi, alınan kararların uygulanmasını sağlamalı, diplomasi geliştirmeli, sonuçlarını değerlendirerek gelişmeleri kamuoyu ile paylaşmalıdır.
Bu noktada Kamu Emekçileri Mücadelesini 25 yıldır onurla yürüten KESK, son yıllarda nicel erime, ideolojik kayma ve güven bunalımı içinde nitel bir gerileme yaşamaktadır. KESK iç dinamiklerini daraltmıştır. Yapısal hantallık oluşmuştur. Temsiliyeti güçlü, katılımcılığı yüksek, işleyişi demokratik bir yapıya kavuşmalıdır. Bağlı sendikalarla birlikte seçim sistemleri, katılım mekanizmaları, temsil ve karar organları için ortaklaşma ihtiyacı kaçınılmazdır. Kamu çalışanlarının özlük ve ekonomik haklarının savunulması konusunda yetersizlik yaşanmaktadır. 4688 sayılı yasaya göre üye olabilecekler istihdam ve çalışma koşullarının değiştirilmesiyle azaltılmış, nedenleri farklı olmakla birlikte çalışanların KESK’e bağlı sendikalardan uzaklaştığı görülmektedir.
15 Temmuz ardından gelen saldırılar binlerce KESK’li kamu çalışanını ihraç yoluyla işsiz bırakmıştı. İşe geri dönüş mücadelesi yeterince başarılı olmasa da örgütlenen dayanışma egemenler karşısında önemli bir mevzi olmuştur. İktidarın uluslararası hukuku OHAL komisyonu üreterek boşa çıkarması direnen ihraçların ve mücadele edecek kitlenin moral gücünü zayıflatmıştır. Halen komisyon incelemesine alınmayan binlerce KESK’li olması sendikal mücadeleyi etkilemektedir. KESK, antidemokratik ve hukuksuz OHAL komisyonuna karşı toplumsal duyarlılığı artıracak ve kaldırılmasını sağlayacak bir politika geliştirmelidir.
Kamu emekçileri mücadelesi bir dönemeçtedir. Bu süreci doğru kavrayabilmek ve sorunları görebilmek çok zor değildir. KESK toplumsal sorunlar içinde önceliklerini, temsil ettiği kesimleri kapsayacak belirleme içinde sendikal politikaların merkezi olmalıdır. KESK siyasi partilerle ilişkisini eşit, açık ve geniş bir hat üzerinden yürütmelidir. KESK emek, meslek ve demokratik kitle örgütlerini buluşturacak zemin olduğunun güvenini vermelidir. Özellikle ekonomik (asgari ücret, enflasyon, toplu sözleşme artışları) ve demokratik haklar (örgütlenme ve hak arama özgürlüğü) konusunda sendikal politika üretmelidir.
Kamu görevlilerinin bağlı olduğu işkollarında her geçen yıl sendika sayısı artmaktadır. Sendikaların çoğalması demokratik bir hakkın özgürce kullanılması olarak değerlendirilemez. Üye sayılarının iki basamaklı sayıları aşmayacak kadar küçük olan bu yapılara ilişkin gerçekçi bir analiz yapılmalıdır.
Büro İşkolunda 39, Eğitim-Öğretim İşkolunda 45, Sağlık İşkolu 38, Yerel Yönetim İşkolu 11, Basın-Yayın İşkolu 7, Kültür Sanat İşkolu 8, Bayındır, İnşaat İşkolu 14, Ulaştırma İşkolu 9, Tarım Ormancılık İşkolu 14, Enerji Sanayi Maden İşkolu 11, Din ve Vakıf İşkolunda 20 sendika örgütlenmiş. Toplam 216 sendika 12 konfederasyonda toplanmış. Bu sendikalarda örgütlenmiş çalışanların toplam çalışanlara oranı da ilginçtir.
Büro İşkolunda % 55, Eğitim Öğretim İşkolu %64, Sağlık İşkolu %62, Yerel Yönetim İşkolu %92. Basın Yayın İşkolu %74, Kültür Sanat İşkolu %63, Bayındır İnşaat İşkolu %62, Ulaştırma İşkolu %66, Tarım Ormancılık İşkolu %74, Enerji Sanayi Maden İşkolu %66, Diyanet ve Vakıf İşkolu %88 oranında örgütlülük yaşanmaktadır. Sendikalara üye olabilecek çalışan sayısı 2.633.931 iken sendikalara 1.723.623 çalışan üye olmuştur. Sendikal yapılara baktığımızda ideolojik düşünce, inanç ve etnik farklılıklara, hatta kişisel kaygı ve beklentilere karşın çalışanların örgütlenme oranı ancak %65 olmuştur. Bu üyelerin çok önemli bir kısmı iktidara yakın sendikalara üye olduğunu düşündüğümüzde sınıf temelli bir sorun yaşandığını görmeliyiz. Bu sorunun ideolojik ve sendikal politikalardan kaynaklı olup olmadığı tartışılmalıdır.
Kurulan sendika ve konfederasyonlara baktığımızda bunların birçoğunun sivil toplum amaçlı, bir kısmının tarikat ve cemaat kökenli, kimilerinin de kişisel beklentilerle kurulduğu anlaşılmaktadır. KESK ve bağlı sendikalar dışında üyelerinin sınıf ve kitle sendikacılığı ekseninde örgütlendiğini söyleyebileceğimiz sadece Birleşik Kamu İş sayılabilecektir. Bu tespitin ardından mücadele hattını işkolu çalışmaları ile genel demokrasi mücadelesi olarak planlamak ve yürütmek zorunluluğu görülmektedir.
Çok gerilere gitmeden dünyanın geçtiği siyasal atmosferin tahlil ve tespitini doğru yaparak önümüzü aydınlatabiliriz. Bugün emekçilerin iktidarına yakın oluğumuz kadar uzak olduğumuzun farkına varmalıyız. İşçi sınıfının güneşli günleri görmesi ancak ve ancak kaybedecek bir şeyleri olanları mücadeleye katarak gerçekleşecektir.
“Yaşasın İş, Ekmek, Özgürlük Mücadelemiz”
“Yaşasın Çalışanların Birliği”
“Yaşasın KESK”
SENDİKAL ATILIM
Sendikal Atılım; geçmişten devralınan eşit, özgür bir toplum, bağımsız ve demokratik bir ülke, nitelikli, kamusal, parasız, demokratik, laik, bilimsel ve evrensel ilkeler bağlamında kendi dilinde eğitim ve sağlık mücadelesinde yer alanların sendikal anlayışıdır.
Sendikal Atılım; savaşa karşı barışı, sömürüye karşı adaleti, ayrımcılığa karşı eşitliği, zorbalığa, gericiliğe, faşizme karşı demokrasiyi ve insan haklarını savunur.
Sendikal Atılım; sendikal platformları emeğin dayanışması, mücadelesi ve birliğin temeli olarak görür.
Sendikal Atılım; sendikal kararların üyelerin katılımı ve iradesiyle oluşmasını savunur. Bunun için gerekli mekanizmaların sendikal işleyişte yer alması için çaba harcar.
Sendikal Atılım; emeğin hak ve çıkarlarını savunan siyasetlere eşit yaklaşır. Siyasal tercihlere saygı duyar. Sendikal politikaların önceliğini üyelerinin, işkolunun ve sınıfın çıkarlarına uzanmasını doğru bulur.
Sendikal Atılım; toplumsal yaşamın laik ve hukuka dayalı olması konusunda taviz vermez.
Türkiye işçi sınıfına selâm!
Selâm yaratana!
Tohumların tohumuna, serpilip gelişene selâm!
Bütün yemişler dallarınızdadır.
Beklenen günler, güzel günlerimiz ellerinizdedir,
haklı günler, büyük günler,
gündüzlerinde sömürülmeyen, gecelerinde aç yatılmayan,
ekmek, gül ve hürriyet günleri.
Türkiye işçi sınıfına selâm!
Meydanlarda hasretimizi haykıranlara,
toprağa, kitaba, işe hasretimizi,
hasretimizi, ayyıldızı esir bayrağımıza.
Düşmanı yenecek işçi sınıfımıza selâm!
Paranın padişahlığını,
karanlığını yobazın
ve yabancının roketini yenecek işçi sınıfına selâm!
Türkiye işçi sınıfına selâm!
Selâm yaratana!
Nazım Hikmet
Kaynak: Sendikal Atılım
Sendika.Org, yayın hayatına başladığından bu yana işçi sınıfı hareketinin, solun ve genel olarak toplumsal muhalefetin gündemine ilişkin, farklı politik perspektiflerden düşünsel katkılara açık bir tartışma platformu olagelmiştir. Sitemizde yayımlanan yazılar yayın kurulunun politik perspektifiyle uyumluluk göstermeyebilir. Amacımız, mücadelenin gereksinim duyduğu bilimsel ve politik bilginin üretimini zenginleştirecek tüm katkılara, yayın ilkelerimiz çerçevesinde, olabildiğince yer verebilmektir.