Türkiye tarihi bilmeyen birisi 104 emekli amiralin bildirisinden sonra yapılan açıklamaları okuduğunda MHP’nin askeri darbelere karşı olduğunu düşünebilir. Acaba gerçekten öyle mi? 27 Mayıs’tan 60’lı yılların başarısız darbe girişimlerine, 12 Eylül’den 28 Şubat sürecine darbelerin tatminsiz albayı Türkeş’in ve partisi MHP’nin tarih içindeki seyrine bir göz atalım
Türkiye’nin tarihi, aynı zamanda askeri darbelerin ve muhtıraların da tarihidir. Ancak bir o kadar da darbe tehlikesi/ihtimali olmadığı halde varmış gibi propaganda yapılmasının… Son birkaç gündür Türkiye, -sola karşı yapılan askeri darbelerle doğmuş olan- Adalet ve Kalkınma Partisi (AKP) ve -tarihi askeri darbelere zemin hazırlamakla geçmiş olan- Milliyetçi Hareket Partisi (MHP) ittifakının yaygarasıyla yine bir askeri darbe tartışmasına boğuldu. Tartışmayı başlatan, 104 emekli amiralin Montrö Boğazlar Sözleşmesi’nin tartışmaya açılmasına karşı çıkan bir açıklama yayımlamasıydı. Bildirinin hemen ardından AKP ve MHP yetkilileri, emekli amiralleri hedef gösteren açıklamalar yaptılar. Doğal olarak bunu imzalayan amirallerin gözaltına alınması, lojman ve koruma haklarının kaldırılması da gecikmedi.
Emekli amiralleri hedef gösterenlerden biri de -uzun zamandır gazetecileri, üniversite öğrencilerini, kadınları, LGBTİ+ bireyleri, Kürtleri, sosyalistleri hedef gösteren ve bu yüzden şiddete uğramalarına neden olan- MHP ve onun lideri Devlet Bahçeli oldu. Bildirinin yayımlandığı gün Bahçeli, hem partisinin web sitesinden hem de sosyal medya hesabından şu açıklamaları yaptı:
103 emekli amiralin ortak imzalı yayımlamış oldukları anti demokratik ve tehditvari, aynı zamanda vesayetçi bildiriyi Milliyetçi Hareket Partisi nefretle lanetlemekte ve reddetmektedir. (…) 103 vesayetçi amiralin imzasıyla yayımlanan bildirinin arkası ve önü kararlılıkla araştırılmalı, bu rezaletin içinde kimlerin olduğu tevsik ve tespit edilmelidir. Konu vatandır, konu demokrasidir, konu milli iradedir. Taviz veya gecikmenin bedeli hiç kuşkusuz ağır olacaktır. (Vurgular bana ait.)
Türkiye tarihi bilmeyen birisi bu açıklamaları okuduğunda MHP’nin askeri darbelere karşı olduğunu düşünebilir. Acaba gerçekten öyle mi? MHP, askeri darbelere ve vesayete karşı mıdır? Kesinlikle hayır! Tam tersine MHP, her zaman darbelerle iç içe olmuş, bazen darbenin sözcülüğünü ve çağrıcılığını yapmış, bazen de bizzat askeri darbeye zemin hazırlayan terör eylemleri düzenlemiştir. Bu çalışmada, yukarıda dile getirdiğim iddiayı tarihten birkaç örnekle incelemeye çalışacağım.
Bilindiği gibi Türkiye tarihinin ilk askeri darbesi, 27 Mayıs 1960’ta Demokrat Parti iktidarına karşı yapılır. Darbeyi gerçekleştiren Milli Birlik Komitesi (MBK) üyesi askerlerin arasında, ileride MHP’yi kuracak olan Alparslan Türkeş de vardır. Darbeden hemen sonra Başbakanlık Müşaviri olan ve elinde topladığı güçlerden dolayı “kudretli albay” diye anılan Türkeş, aynı zamanda radyodan darbe bildirisini okuyan ve şu sözleri veren kişidir:
Bugün demokrasimizin içine düştüğü buhran ve son müessif hadiseler dolayısıyla kardeş kavgasına meydan vermemek maksadıyla Türk Silahlı Kuvvetleri, memleketin idaresini ele almıştır. Bu harekata Silahlı Kuvvetlerimiz; partileri içine düştükleri uzlaşmaz durumdan kurtarmak ve partiler üstü tarafsız bir idarenin nezaret ve hakemliği altında en kısa zamanda adil ve serbest seçimler yaptırarak idareyi, hangi tarafa mensup olursa olsun, seçimi kazananlara devir ve teslim etmek üzere girişmiş bulunmaktadır. (Vurgular bana ait.)
Türkeş’in açıklamalarına göre “demokrasiyi kurtarmak ve kardeş kavgasına son vermek” amacıyla yapılan darbe, uzun süre görevde kalmayacak, “en kısa zamanda adil ve serbest seçimler yaptırarak” yönetimi seçimi kazanan siyasi partiye devredecektir.
Ancak radyodan taahhüt edilen bu kuralı ilk bozacak kişi, yine Alparslan Türkeş olur. Askeri yönetimin uzun süre iktidarda kalmasını savunan Türkeş ve 13 asker (tarihte “14’ler” şeklinde anılırlar), 13 Kasım 1960 tarihinde MBK’den tasfiye edilerek -en az 2 yıl ülkeye dönmemek üzere- yurt dışındaki görevlere gönderilirler[1]. Dönemin devlet başkanı Cemal Gürsel, bunun gerekçesini şu cümlelerle özetler: “Biz millete demokratik nizam getirmeye şeref sözü verdik, bu söz tutulacaktır.”[2]
1963 Mart’ına sürgünden dönen Türkeş, hemen yeniden bir askeri darbe girişimine dahil olur. Ancak öncesi vardı. Türkeş’in askeri darbe yapma ve bunun liderliğini üstlenme niyeti, Türkiye’ye gelmeden önce başlar. Kısa bir süre sonra denenecek olan darbenin sorumlularının yargılandığı davanın dosyasına göre MBK’den tasfiye edilen “14’ler”den bir kısmı, birbiriyle temas halindedir:
27 Mayıs’ta ordu, iktidarı ele geçirdikten sonra MBK’yi teşkil eden zevatın mühim bir kısmı, verdikleri söze uygun olarak bir an evvel demokratik düzene girme çabasını gösterirlerken, içlerinden 14 kişi, seçimsiz olarak iktidarda kalmak arzusunu izhar ettiklerinden, 13 Kasım 1960 tarihinde MBK’den tasfiyeye tabi tutulmuşlardır. Hariciye Vekâletinin dış görevlerine müşavir olarak tayin edilen 14’lerin yurt dışında birbiriyle temas kurdukları gazetelerde dahi ilan edilmişti. Nitekim 14’lerden bazılarının Brüksel’de yaptıkları toplantıda Türkiye’ye döndükten sonra takip edecekleri hareket tarzı müzakere mevzuu olmuş, ancak Orhan Kabibay ile Alparslan Türkeş, Türkiye’deki faaliyet için liderlik mevzuunda anlaşamamışlardır. [3] (Vurgular bana ait.)
Türkeş’in darbe ve liderlik arzusu, ülkeye döndükten sonra da devam eder. Halihazırda devam eden bir darbe hazırlığının olması ise tam aradığı fırsattır. Bu nedenle darbe hazırlığının başındaki kişi olan Albay Talat Aydemir ile görüşür. Cumhuriyet Gazetesi, dava dosyasından bu ilişkiyi de şöyle haberleştirir:
Türkeş, Türkiye’ye döndükten sonra, Kabibay’a yapılan karşılama merasimi ona da yapılmış ve Fethi Gürcan, Bahtiyar Yalta, Mustafa Ok tarafından karşılanmış ve Talat Aydemir için randevu alınmıştır. Aydemir’in Türkeş’le birinci nezaket ziyaretinden sonra ikinci ziyareti ana mesele üzerinde müzakerelerin cereyanını intaç etmiş ve liderlik mevzuunda anlaşmaya varamadıkları, 3 Mart 1963 günü Talat Aydemir’in evinde bulunan şahıslara ifade edilmiştir. [4]
24 Ocak 1993’te katledilen Uğur Mumcu’ya göre Türkeş, liderliği ele geçiremeyince darbe girişimini ihbar eder:
Alparslan Türkeş, Türkiye’ye döndükten sonra da 1963 yılında Talat Aydemir’in liderliğindeki askeri ihtilal girişimini hükümete haber vererek, bir süre hapis yattıktan sonra salıverilecektir. [5]
21 Mayıs 1963 darbe girişiminde yer aldığı için tutuklanan ve hapis cezası alan, cezaevinden çıktıktan sonra da 68 Kuşağı’nın gençlik liderlerinden biri olan Zihni Çetiner, darbenin günü ve saatinin Türkeş tarafından ihbar edildiğini, bunun da mahkemede zabıtlara geçtiğini belirtir:
Talat Aydemir ve Alparslan Türkeş’in güçlerini birleştirerek, ihtilali birlikte yapmak üzere Dikmen’de yaptıkları toplantıda yolları ayrılır. Nedenleri çok net değilse de, Türkeş’in liderlikteki ısrarı neden olarak gösterilmektedir. Çok iyi biliniyor ki; Türkeş’in legal siyaset ve demokrasi söylemleri laf-ı güzaftır. Esas mesele liderlik konusudur. Söz konusu toplantıda Aydemir, liderliği Türkeş’e bırakmamıştır. 22 Şubat başkaldırısından sonra birkaç genç teğmen, hem Aydemir’le hem de Türkeş’le ilişki içerisindedir. Bu genç subayların daha çok tuttuğu taraf, Türkeş’in tarafıdır. İşte bu teğmenlerden biri olan Acar Okan, 21 Mayıs 1963 ihtilal girişiminin gün ve saatini öğrenir. Aldığı bu bilgiyi derhal bir yolunu bularak Türkeş’e iletir. O da o zaman CKMP’li (Cumhuriyetçi Köylü Millet Partisi) Fuat Uluç’a bildirir. Bu kişi de CKMP milletvekili İsmail Hakkı Yılanoğlu’na söyler. O da aynı partinin ve koalisyon hükümetinde Adalet Bakanı olan Hasan Dinçer’i bilgilendirir. Bakan da Başbakan İsmet Paşa’ya iletir. [6]
Sonuçta darbe başarısız olur ve darbenin iki komutanı (Talat Aydemir ve Fethi Gürcan) idam edilirler.
Darbeyi ihbar etmesine rağmen Türkeş de 4 ay hapis yatar[7].
21 Mayıs 1963 yılındaki darbe girişiminde yer almaktan dolayı tutuklandıktan 4 ay sonra tahliye olan Türkeş, “sivil” parti aracılığıyla örgütlenme çalışmalarına başlar. 31 Mart 1965’te Cumhuriyetçi Köylü Millet Partisi‘ne katılır, aynı yıl genel başkan olur. 8-9 Şubat 1969’da yapılan kongrede ise partinin ismini Milliyetçi Hareket Partisi olarak değiştirir. Partinin amblemini üç hilal, gençlik örgütünün amblemini ise bozkurt yapar. Musollini’nin Duçe, Hitler’in Führer ünvanına benzer şekilde o da bir ünvan bulur ve kendisini Başbuğ ilan eder.
Başbuğ’un ilk icraatı, komünizmle mücadele edecek milliyetçi gençlerin ideolojik ve askeri eğitim görecekleri komando kampları açmak olur. 1969’dan 1980’e kadar -27 Mayıs 1960 ve 21 Mayıs 1963 darbelerinden yakın arkadaşı olan Dündar Taşer’in kontrolünde- binlerce ülkücü gencin eğitim gördüğü tahmin edilen kamplarda yetiştirilen gençler, “komünizm tehlikesi”ne karşı vurucu güç olmanın yanında, “polise ve askere yardımcı olma” misyonu da üstlenmişlerdi. Ancak araya 12 Mart 1971 askeri müdahalesi girer.
Türkeş, 12 Mart hakkında yorum yapmaktan özellikle kaçınır. Gazetecilerin sorularını geçiştirir. Darbecilerin kurdurduğu yeni hükümet için yapılacak güven oylamasında oylamaya katılmaz[8]. Nihayet 5 Haziran 1972’deki güven oylamasında ise 12 Mart hükümetine destek verir[9]. Artık darbecilerin safında yer aldığını saklamaya gerek duymayan MHP, 1973’te yayımladığı seçim beyannamesinde “ülkücü gençliğin 12 Mart muhtırası ile vazifesini şerefli silahlı kuvvetlere devrettiği”ni[10] belirtir.
12 Eylül 1980 Darbesi’ne doğru giderken 12 Mart 1971 Darbesi’ne verilen destek, daha açık bir hâl alır. Eski MİT’çi ve Almanya’nın MHP Başmüfettişi Enver Altaylı, genel yayın yönetmenliğini yaptığı MHP’nin günlük gazetesi Hergün’de 14 Mart 1980 tarihine şöyle yazar: “Biz 12 Mart’ı lanetleyenleri tekrar lanetliyoruz.”[11]
Sıkıyönetimin kalkmasından ve 1974 yılında çıkarılan siyasi aftan sonra Türkiye’nin devrimci güçleri ve toplumsal muhalefeti, çok hızlı bir yükseliş dönemine girer. Kuruluş amacı ve yegâne mücadelesi bunu bastırmak olan MHP, bir yandan bunun için terör eylemleri düzenlerken bir yandan da sağcı bir darbe yapılması çabasını güder. Bunun için de 12 Mart döneminde Ankara Sıkıyönetim Komutanlığı da yapmış olan MHP’li Orgeneral Namık Kemal Ersun’u ordunun başına getirmeye çalışır. Bir dönem Milli Güvenlik Kurulu (MGK) Genel Sekreterliği de yapan Ersun, 29 Mart 1976’da -üstelik de kararname Resmi Gazete’de yayımlanmadan yürürlüğe konarak- Kara Kuvvetleri Komutanı yapılır. Ancak Türkeş’in hayali gerçekleşmez. Teamüllere göre bir sonraki dönemin Genelkurmay Başkanı olması gereken MHP’li Namık Kemal Ersun, -sağlık durumu bahane edilerek- 1 Haziran 1977’de emekli edilir.
Ersun’u “katı ve acımasız bir asker” olarak niteleyen Uğur Mumcu, bu şaibeli emekliye ayırma işlemiyle ilgili şöyle yazar:
Ersun’un son aylarda bir ihtilal girişimi içinde olduğu, Türkeş ile ilişkiler sürdürdüğü söylenmektedir. Eğer böyleyse, Ersun’un hiç geciktirilmeden mahkeme önüne çıkarılması gerekir. Yok eğer bunlar boş söylentiler ise, o zaman, emeklilik gerekçelerinin Genelkurmay Başkanlığınca kamuoyuna açıklanması zorunluluk sayılmaz mı?[12]
Ersun, emekliye ayırma işleminin iptali istemiyle açtığı davayı kazanır ve göreve iade talebinde bulunur. Ancak o esnada Kara Kuvvetleri Komutanı olan Kenan Evren, 6 Mart 1978’de Genelkurmay Başkanlığı’na atanır. Böylece Türkeş’in ve Ersun’un, “MHP’li komutan” hayalleri gerçekleşmez. Geçtiğimiz sene Miyase İlknur’un Cumhuriyet Gazetesi’nde yayımlanan “Kontrgerilla İş Başında” başlıklı yazı dizisinde, Namık Kemal Ersun olayı yıllar sonra şöyle aktarılacaktır:
Namık Kemal Ersun, CHP’nin iktidara gelmesini önlemek için darbe hazırlığına girişmişti. Sık sık darbe girişimi için İstanbul’a giden Ersun, Özel Harp Dairesi çıkışlı generaller, subaylar ile bir araya geliyordu. 1 Mayıs katliamı, Çiğli Suikastı ve Taksim mitinginde Ecevit’e suikast hazırlığının arkasında Ersun ve ekibi vardı. İki ay sonra toplanan Yüksek Askeri Şura’da Ersun’un ekibi tasfiye edildi. Ordudan atılan 850 subay arasında Özel Harp’in eski başkanı Recai Engin ve Korgeneral Musa Öğün de vardı.[13]
Türkeş, “içeriden darbe yapma” planları suya düşünce, “dışarıdan darbeye zorlama” planını uygulamaya koyar. Kendisinin de içinde yer aldığı Milliyetçi Cephe hükümetinin yıkılıp Bülent Ecevit başbakanlığında CHP hükümeti kurulması üzerine, yeni bir strateji geliştirir. İki gün süren bir toplantının ardından MHP, 2 Ekim 1978’de yaptığı açıklamayla sıkıyönetim ilan edilmesini, -bir sıkıyönetim yargısı olan- Devlet Güvenlik Mahkemeleri’nin kurulmasını ve erken seçim yapılmasını ister[14]. MHP’ye göre “Anayasa’daki esaslara uygun olarak sıkıyönetim ilan edilmesi ve sorumluluğun orduya devredilmesi” gerekmektedir. MHP’nin bu çağrısına tepki gösteren dönemin CHP’li başbakanı Bülent Ecevit, kısa bir süre sonra yaşanacakları tahmin edercesine şu değerlendirmeyi yapar: “Türk Silahlı Kuvvetleri’ni doğrudan veya dolaylı kışkırtmalarla siyasete çekemeyeceklerini anlayanlar, şimdi bu konuda başka türlü tertipler tasarlıyor olmalılar.”[15] Bu sözlere ertesi gün yanıt veren Türkeş ise Ecevit hükümetini “demokrasiyi dejenere etmek”le suçlar ve “sıkıyönetimin derhal ilan edilmesi gerektiği” çağrısını tekrarlar[16].
Ne ilginçtir ki Türkeş’in sıkıyönetim ilanı çağrısından kısa bir süre sonra -Ecevit’in “başka türlü tertipler tasarlıyor olmalılar” sözünün doğrulaması, 20-24 Aralık 1978 tarihleri arasında Maraş’tan gelir. MHP ve Ülkü Ocakları üyesi faşistler, günlerce süren vahşi bir katliama imza atarlar resmi rakamlara göre 111 kişiyi öldürürler. Maraş Katliamı’nı engellemek için hiçbir şey yap(a)mayan dönemin CHP iktidarı, katliamın hemen ardından 13 ili kapsayan bir sıkıyönetim ilan ederek, askeri yönetime giden yolu açar. Türkeş, istediğine kavuşur. Ancak Türkeş için sıkıyönetimin ilanı yeterli değildir, “sıkıyönetim uygulamalarında hükümet, imkân vermeli, duruma müdahale etmemelidir”[17].
MHP, sansasyonel eylemlere ve katliamlara imza atarak, sağcı bir askeri darbeye zemin hazırlama ve bu darbede kendisine bir yer bulma stratejisini sistemli bir şeklinde sürdürür. Sonuçta çabaları, 12 Eylül 1980’de karşılık bulur. Ancak darbe, yükselen sosyalist mücadeleye karşı yapılmış olsa da, hem ihtiyaç kalmadığından hem de toplumsal meşruiyeti/desteği sağlamak için tarafsız görünüme ihtiyaç duyduğundan, MHP’yi de kapatır; yöneticilerini tutuklar. Bu da MHP içinde büyük bir şaşkınlık ve bunalıma yol açar.
“Komünizm tehlikesi”ne karşı hep devletinin yanında yer almış, “devletin bekası” için cinayetler ve katliamlar gerçekleştirmekten çekinmemiş MHP’liler, gözbebekleri olan askerler tarafından yargılanırlar. Türkeş, darbenin başındaki komutana (Kenan Evren) yazdığı mektupta bu ikilemi ve kendilerini darbeyle özdeşleştiren misyonlarını şu satırlarla ifade eder:
12 Eylül gününden bu yana vaki beyanlarınız, bizim de yıllardır savunmaya çalıştığımız ve bundan sonra da her şart altında savunmaya devam edeceğimiz düşüncelerin değişik bir üslupla teyidi niteliğindedir.[18]
MHP’nin o dönemki Genel Başkan Yardımcısı Agah Oktay Güner’in sıkıyönetim mahkemesinde yaptığı savunmada söylediği “fikirlerimiz iktidarda ama biz hapisteyiz” sözü, askeri darbeler ile MHP’nin ilişkisi özetler niteliktedir.
MHP’nin kurucusu ve tartışmasız lideri Türkeş, ölümünden 1,5 ay önce -son kez- bir askeri müdahale sorunuyla daha yüz yüze gelir. REFAHYOL hükümeti döneminde Türk Silahlı Kuvvetleri’nde (TSK) yaşanan huzursuzluk, giderek artmakta; özellikle Genelkurmay 2.Başkanı Orgeneral Çevik Bir, hükümetin aleyhine açıklamalar yapmaktadır. Bu açıklamalardan birini, Washington’dayken yapar ve “Atatürk devrimleri, demokrasi ve laiklik konusunda ödün vermeyecekleri”ni vurgular. MHP lideri Türkeş, muhtıra niteliğindeki bu demeci şu sözlerle destekler:
Gayet güzel bir demeç vermiş. TSK, cumhuriyetin ve Atatürkçülüğün her zaman bekçisi olmuştur, o kutsal görevi devam ettirecektir.[19]
Çevik Bir’in açıklamasından 4 gün sonra yapılan MGK toplantısında komutanlar, Başbakan Necmettin Erbakan’a bir muhtıra verirler. Bir süre direnen Necmettin Erbakan başbakanlığındaki REFAHYOL hükümeti, istifa etmek zorunda kalır.
Bu arada Türkeş, muhtıradan kısa bir süre sonra, 4 Nisan 1997’de, 80 yaşında iken kalp kizi geçirerek ölür. MHP’de bir süre devam eden çalkantılı süreçten sonra Devlet Bahçeli, 6 Temmuz 1997’de yeni genel başkan olur. Türkeş’in -tutuklu ve siyasi yasaklı olduğu dönemlerdeki zorunlu aralar hariç- 25 yıl süren genel başkanlığının ardından Bahçeli, MHP’nin ikinci genel başkanı seçilir.
Bahçeli’nin 28 Şubat müdahalesine karşı tavrı, Türkeş’in 12 Mart müdahalesine karşı tavrına benzer olur. Hiçbir zaman müdahaleye karşı tavır almaz, ikircikli bir politika yürütür. Örneğin müdahalenin simgelerinden biri olan türban yasağına bir yandan karşıymış gibi görünürken diğer yandan türbanlı bir milletvekilline (TBMM’de) peruk taktırır. 1999’daki genel seçimlerde partisi hükümet ortağı, kendisi de Başbakan Yardımcısı olur. Bu dönemde de ikircikli tavrını sürdürür ve “türban dramı” ve “çağ dışı kıyafet” söylemlerini birlikte kullanır.
Darbeci tarihinin en belirgin örneklerinden biri, 2002’deki seçimlerde partisi parlamento dışı kalan MHP’nin, 2004 yılında AKP hükümetini uyarması için muvazzaf 313 generale mektup göndermesidir.
Genel Başkan Yardımcısı Mehmet Çandır imzasıyla gönderilen, ancak Bahçeli’nin gönderdiği tartışılmaz olan mektuba “darbe çağrısı yapmak” suçlamalarına karşı Çandır, şu açıklamayı yapar:
“Ordu da toplumun parçası. TSK bugün aileleriyle birlikte 3-4 milyon insanı temsil ediyor. Kaldı ki 313 generale de göndermedik, adreslerini bildiklerimize gönderdik. Bundan başka anlam çıkarmanın anlamı yok. Yani askere ihtilal yapın gibi bir şey yok.”[20]
Emekli amirallerin basın açıklamasını darbecilikle suçlayan Bahçeli’nin, görev başındaki generallere “müdahale edin” çağrısı yapmış olması, MHP tarihinin -geleneksel- cilvelerinden birisi olsa gerek.
2002 yılı seçimlerinde %10 seçim barajının altında kaldığından parlamentoya giremeyen MHP, ilk kez Meclis’te temsilcisi olmadan bir askeri müdahale süreci yaşar. Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer’in görev süresinin bitmesi üzerine farklı eğilimler farklı cumhurbaşkanı adayı çıkarırlar. O zamanki anayasal düzenlemeye göre TBMM’nin seçeceği cumhurbaşkanının, AKP’nin çıkardığı aday olan Abdullah Gül’ün seçilmesi, kesin gibidir. Öyle de olur, Abdullah Gül cumhurbaşkanı seçilir.
Ancak Türk Silahlı Kuvvetleri (TSK), 27 Nisan 2007 tarihinde web sitesinden bir açıklama yayımlayarak, siyasal İslamcı birinin (Abdullah Gül) cumhurbaşkanı olmasına karşı olduğunu belirtir. Ayrıca muhalefetteki Cumhuriyet Halk Partisi (CHP) de TBMM’nin yaptığı oylamanın usulsüz olduğunu belirterek, Anayasa Mahkemesi’ne dava açmıştır. Mahkemenin Abdullah Gül aleyhine karar vermesi ve askerlerin e-muhtırası yüzünden AKP, TBMM seçimlerinin yenilenmesine karar verir.
Askerlerin bu açıklamasından önce de Abdullah Gül’ün adaylığına karşı çıkan Devlet Bahçeli ise muhtıra veren askerleri değil, Recep Tayyip Erdoğan’ı çatışma çıkarmakla ve seçim sürecini şaibeli hale getirmekle suçlar[21]. Muhtıranın yayımlandığı gün ise suçlamalarını sürdürür ve Erdoğan’ın siyasi kumar oynadığını belirterek, şu değerlendirmeleri yapar:
“Başbakan Erdoğan, çok tehlikeli sonuçları olacak siyasi bir kumar oynamıştır. Başbakan ve partisinin Cumhurbaşkanlığı makamının siyasi ve ideolojik misyon yeri olarak gördüğü bütün çıplaklığıyla anlaşılmıştır. Cumhurbaşkanlığını zapt edilecek son kale olarak gören bu sakat zihniyetin, bu yüce makamı devletle hesaplaşma aracı olarak kullanmak istediği ortaya çıkmıştır. Bunun sonucu, cumhurbaşkanı seçimine siyasi tarihimizde ilk defa ideolojik bir içerik ve nitlelik kazandırılmıştır.”[22]
Tüm eleştirilerini Erdoğan’a ve AKP’ye yönelten Bahçeli, siyasete müdahale eden askerlere dair o süreçte tek kelime etmez. Bugün her fırsatta Anayasa Mahkemesi’nin kaldırılmasını savunan Bahçeli, Anayasa Mahkemesi’nin Abdullah Gül verdiği kararı ise “başbakan ve partisinin, cumhurbaşkanlığı makamını siyasi ve ideolojik misyon yeri olarak gördüğü bütün çıplaklığıyla anlaşılmıştır”[23] sözleriyle savunur. Bu dönüşler, Bahçeli’yi bilenler için elbette şaşırtıcı değildir.
Görüldüğü gibi MHP’nin tarihi, askeri müdahalelere çağrı ya da destekle geçmiştir. Bugün “darbe karşıtı” söylemler kullanmalarının nedeni, AKP-MHP ittifakına dayalı gerici-faşist iktidarın korunması kaygısıdır. MHP’nin kamuoyu önünde en başından karşı çıktığı tek askeri müdahale, 15 Temmuz 2016’da gerçekleştirilen ve başarılı olamayan darbe girişimidir. Ancak bu, bir başka yazıda ele alınması gereken uzun bir konudur. Unutulmaması gereken husus, 15 Temmuz 2016’da darbeyi yapan örgütlenmenin devletten tasfiye edilmesinden sonra MHP’nin iktidar ortağı olduğu ve doğan boşluğu doldurduğudur.
Dipnotlar:
[1] Duayen gazeteci Doğan Özgüden, Türkeş’in tasfiyesi ile ilgili şunları yazar: “MBK içindeki bu hesaplaşmadan önce Alparslan Türkeş’in ismi adamakıllı öndeydi, “ihtilalin kudretli albayı” olarak her şey ona sorulur olmuştu. Ama bu arada Türkeş’in cemayüzevveli’i de ortaya çıkmış, bir zamanlar ırkçılık davasından tutuklanmış olduğu da öğrenilmişti. “9 Işık” projeleri ortalarda dolaşıyor, Türkiye’nin açık faşizan bir rejime sürüklenmekte olduğu endişesi günden güne güçleniyordu.” (Doğan Özgüden (2010). Vatansız Gazeteci: Cilt 1. İstanbul Belge Yayınları, s.236.)
[2] Cumhuriyet Gazetesi, 14 Kasım 1960.
[3] Cumhuriyet Gazetesi, 8 Haziran 1963.
[4] Cumhuriyet Gazetesi, 8 Haziran 1963.
[5] Uğur Mumcu (1993). 40’ların Cadı Kazanı. İstanbul: Tekin Yayınevi, s.88.
[6] Zihni Çetiner (2018). Ölümü Paylaştılar: Bir İhtilaci, Bir Devrimci, Bir Fedai. İstanbul: e Yayınları, s.54.
[7] Bu, Alparslan Türkeş’in ilk tutuklanması değildir. 1944 yılındaki Irkçılık-Turancılık Davası’nda da tutuklanır ve 9 ay 10 gün hapis cezasına çarptırılır. Halihazırda 1 yıldır tutuklu olduğu için tahliye edilir. Daha sonra da cezası temyiz mahkemesi tarafından bozulur. Dava -başka bir mahkemede- tekrar görülür ve tüm sanıklar beraat eder. İlginç olan bir başka şey ise o zamanki yasalara göre ordudan ihraç edilmesi gereken Türkeş’in, 1948’de eğitim için ABD’ye gönderilmesidir. Burada iki yıl kontrgerilla eğitimi aldıktan sonra Türkiye’ye dönen Türkeş, Çankırı’daki “gerilla okulu” komutanı olur. 1955’te tekrar ABD’ye gider ve doğrudan Pentagon’da çalışır. 1958 yılında yeniden ülkeye döner ve iki yıl sonraki darbenin örgütleyicileri arasında yer alır. (Ayrıntılı bilgi için bkz: Fatih Yaşlı (2019). Antikomünizm, Ülkücü Hareket, Türkeş: Türkiye ve Soğuk Savaş. İstanbul: Yordam Kitap, s.24-31.
[8] Cumhuriyet Gazetesi, 8 Nisan 1971 ve 23 Aralık 1971.
[9] Cumhuriyet, 6 Haziran 1972
[10] Tanıl Bora ve Kemal Can (2019). Devlet, Ocak, Dergâh: 12 Eylül’den 1990’lara Ülkücü Hareket. İstanbul: İletişim Yayınları, s.46.
[11] Aktaran Cumhuriyet Gazetesi, 20 Mart 1980.
[12] Cumhuriyet Gazetesi, 22 Haziran 1977.
[13] Cumhuriyet Gazetesi, 14 Eylül 2020.
[14] Cumhuriyet Gazetesi, 03 Ekim 1978.
[15] Cumhuriyet Gazetesi, 04 Ekim 1978.
[16] Cumhuriyet Gazetesi, 05 Ekim 1978.
[17] Cumhuriyet Gazetesi, 30 Aralık 1978.
[18] Aktaran Tanıl Bora ve Kemal Can (2019). Devlet, Ocak, Dergâh: 12 Eylül’den 1990’lara Ülkücü Hareket. İstanbul: İletişim Yayınları, s.78.
[19] Cumhuriyet Gazetesi, 24 Şubat 1997.
[20] Cumhuriyet Gazetesi, 3 Ağustos 1997.
[21] Cumhuriyet Gazetesi, 25 Nisan 2007.
[22] Cumhuriyet Gazetesi, 27 Nisan 2007.
[23] Cumhuriyet Gazetesi, 2 Mayıs 2007.
Sendika.Org, yayın hayatına başladığından bu yana işçi sınıfı hareketinin, solun ve genel olarak toplumsal muhalefetin gündemine ilişkin, farklı politik perspektiflerden düşünsel katkılara açık bir tartışma platformu olagelmiştir. Sitemizde yayımlanan yazılar yayın kurulunun politik perspektifiyle uyumluluk göstermeyebilir. Amacımız, mücadelenin gereksinim duyduğu bilimsel ve politik bilginin üretimini zenginleştirecek tüm katkılara, yayın ilkelerimiz çerçevesinde, olabildiğince yer verebilmektir.