Kızıldere direnişini, sınıf mücadelesinin gerçeklerinden soyutlanmış bir şekilde değerlendiremeyiz. On devrimcinin tarihsel ve toplumsal konumunu sadece kahramanlık ve dayanışmayla izah eden yaklaşımlar yetersiz olduğu gibi, öncünün bugünkü devrimci mücadelede oynayacağı vazgeçilmez rolü de göz ardı eden bir zayıflığa sahiptir
Ne ah edin dostlar, ne ağlayın
Dünü bugüne,
bugünü, yarına bağlayın
Nazım Hikmet
10 devrimci öncünün Tokat ilinin Kızıldere köyünde gösterdikleri kahramanca direniş, ağıtlarla, şiirlerle, romanlarla, dizilerle sözlü anlatılarla edebiyatın ve sanatın konusu olduğu gibi aynı zamanda tarih biliminin de konusudur. Sanat, siyaset ve edebi etkinliklerle nesilden nesle aktarılan direniş, 30 Mart 1972’den itibaren halkın vicdanında silinmez bir yer bırakmıştır. Tarihsel olayların pek çoğu eleştiri konusu olabilir, bu anlamda Kızıldere direnişini, amaçları bakımından savunan sol çevrelerde, bulundukları siyasal konum doğrultusunda eleştiri konusu yaptılar. Egemen sınıfların ve emperyalizmin, yılanın başı ezildi diye sevindikleri olayı sosyalist hareketin birçok kolu “çıkmaz sokak” olarak gördü. Hatta, Kızıldere’de ölen devrimcilerle aynı devrimci yapının içinde bulunanların büyük çoğunluğu, sınıf mücadelesinin büyük bir kitlesel güce sahip olduğu ve ON’ların siyasal çizgisine ihtiyaç duyduğu 1975’lerden sonraki süreçte, ON’lardan yolunu ayırdılar. Tarihi olayları incelemek ve bundan siyasal sonuçlar çıkarmak, tarih yapmak kadar önemlidir. Tarih bilimi bünyesinde sosyal bilimleri de barındırır, yani toplum hayatını kapsayan olaylar ve olgular tarihin en önemsediği alana girer. Tarihi incelemelerin sonucu bize, Kızıldere direnişinin etkileyici gücünün, halkın duygularında kökleşmiş bir yer edindiğini gösteriyor. Her şeyin eksikliği ya da yanlışlığı söz konusu olabilir; fakat yediden yetmişe kuşaktan kuşağa aktarılarak halkın hafızasına kazınmış, destansı bir direnişin yanlışlığını ileri süren yorumlara tarihin saygılı davranmadığını, tarihin kendisi bize göstermektedir.
Tarihi olaylar bir süreklilik içinde cereyan eder. Şüphesiz zaman ve yaşanan olayın gerçekleştiği coğrafyanın farklılığı, bu iki etmene bağlı olarak, sosyal ve siyasal olgulardaki benzersizlik, yanı sıra olayın içinde yer alanların kişilik özellikleri, olayların tıpatıp yaşanması sonucuna yol açmaz, ama bu bugünün devrimci mücadelesiyle geçmişin eşitlik ve özgürlük mücadelesi arasındaki devamlılık bağını ortadan kaldırmaz. Kızıldere en geniş anlamıyla ezilenlerin ezenlere, yerel anlamıyla, halkın emperyalizme ve işbirlikçilerine karşı verdikleri mücadelenin, daha dar kapsamıyla ON’ların içinde yer aldıkları devrimci hareketin tarihidir, bu anlam dünyası içinde evrenseldir ve süreklidir; sürekli olan her olgu gibi bugün ve yarınla ilgilidir.
Tarih biliminin öğütlerinden biri de bugünü anlamak için, geçmişi, onu en iyi yansıtan olay ve kişileri anlamaktır. İbni Haldun “Geçmişler, geleceğe, suyun suya benzemesinden daha çok benzer” der. İslamcı faşizmin toplum üzerinde total bir egemenlik kurmanın eşiğinde olduğu ülkemizde, halka dayanarak ve mücadelenin bütün araçlarını kullanarak, direnmek gerektiğini bize yol olarak gösteren bir “geçmiştir” Kızıldere. Faşizme karşı mücadelenin, sosyalist hareketin büyük kısmı tarafından, bir burjuva demokrasisiyle sınırlandırıldığı günümüzde, Kızıldere’nin siyasal mirası bize kendi öz gücümüzle sömürülenlere ve ezilenlere dayanarak mücadele etmemizi hatırlatmaktadır. Ali Ergin Demirhan’ın son yazısında saptadığı gibi, “Erdoğan’ın … son hamleleri, ne seçimleri bekleyerek, ne yasalara başvurarak, ne de salt protestocu muhalefet çizgisiyle savuşturulabilir. Faşizm halka karşı açılmış bir savaştır ve ancak bir direniş hareketiyle göğüslenebilir.” (Demirhan, 2021).
Faşizme karşı verilecek mücadelenin onu “savuşturmak”la yetinmemesi, bu mücadelenin bir kesintisizlik içinde sosyalizmi hedeflemesi gerekmektedir; bu bir politik stratejidir ve bunu en iyi anlayacağımız örnek, Kızıldere’nin faşizme karşı mücadele anlayışıdır.
Günümüzün emek eksenli mücadelelerinin en büyük eksikliği militan bir mücadelenin yanı sıra kendine iktidarı alma teorileri oluşturamaması diyebiliriz. Anti-faşist ve Anti-emperyalist mücadele bir kesintisizlik içinde sosyalizme yönelmediği zaman sistemin kendisini farklı biçimlerde sürdürdüğünü, ülkemizin ve dünya devrimci hareketinin tecrübeleri yeterince göstermektedir. Kızıldere’nin bize bıraktığı mirasın önemli noktalarından biri de budur.
Birinci Dünya Savaşı’nın siyasal gerçekleri içinde kurulan Türkiye Cumhuriyeti, yönetiminde küçük burjuvazinin de yer aldığı bir burjuva karaktere sahipti. Batı tipi bir kapitalizm aracılığıyla hedeflenen modern gelişmenin vardığı yer emperyalizme bağımlı bir ülke oldu. Emperyalizm aracılığıyla yukarıdan geliştirilen kapitalizm, kırsal nüfusun tarımdan koparak kentlerin varoşlarında (gecekondu) sefalet içinde bir yaşam sürmelerine ve geleneksel yaşam biçiminden uzaklaşarak muhalif siyasetin içinde yer almalarını kolaylaştırdı. O güne kadar durağan bir hayatın içinde düzeni rahatsız etmeyen, en fazla egemen sınıfların iç çatışmalarında eklenti bir toplumsal güç olarak yer alan işçiler ve yoksul köylüler, çok gelişmiş bir bilince sahip olmasalar da, kendi sınıf içgüdüleriyle kendileri için dövüşmeye başladılar. Bu onların büyük grevler ve direnişler örgütlemesinin yanı sıra sosyalizme de yönelmelerine ve kendi sınıfsal çıkarlarını orda görmelerine yol açtı. Bu sürecin doruğu, işçi sınıfının en yoğun bulunduğu İstanbul’da, işçilerin 15-16 Haziran 1970’te devletin silahlı kuvvetleriyle doğrudan çatışması oldu. O günün Türkiye’sinde nüfusun yüzde 70’e yakınını temsil eden köylüler de tarımda gelişen kapitalistleşmenin ve başka sosyal nedenlerin sonucu ağır bir yoksulluk yaşıyor ve buna tepkisini toprak işgalleri ve kitlesel mitingler örgütleyerek gösteriyordu.
Sömürülen sınıfların kampında bu gelişmeler olurken aydınlar ve üniversite öğrencileri arasında sosyalizme duyulan ilgi, bunun doğal sonucu işçi ve köylü mücadeleleriyle arasındaki organik ilişki güçleniyor ve örgütlü biçimler alıyordu. TİP’ in girdiği 1965 seçimlerinde 15 milletvekili alması bu gerçeğin sonucuydu. Ayrıca dünya çapında kapitalizmin merkez ülkelerinde ortaya çıkan kitle hareketlerinin etkisi ve Amerikan emperyalizminin Vietnam’daki vahşetlerine duyulan tepki, sömürge ve yeni sömürge ülkelerdeki kurtuluş hareketlerinin siyasal ideolojik yansımaları, sol hareketin devrimci biçimler ve militan bir karakter almasını hızlandırdı.
İşçi ve emekçilerin bilinç ve eylemlilik düzeyinin yükselmesi, sosyalist hareketin devrimci biçimler alması, işçi ve yoksullarla bağının artması, bu sürecin ordunun alt kademelerinde devrimcileşme gibi sonuçlar doğurması, bütün bu gelişmelerin anti-emperyalist karakteri, egemen sınıfları açık faşizme yöneltti. Emperyalizm ve onun işbirlikçisi sermaye sınıfının örgütlediği askeri faşist darbenin gerekçesini, dönemin genelkurmay başkanı şu sözlerle ifade etmişti: “Sosyal uyanış ekonomik gelişmeyi aştı, bunu durdurmak gerekir.”
Türkiye sosyalist hareketinin reformist yapısının yeni aşıldığı günlerde, devrimci hareket kendini yol ayrımında buldu; ya sertleşen koşullarda sınıf mücadelesinin gerektirdiği cesarete uygun olarak faşizme karşı direnilecek ve bu direniş içinde bir halk devriminin yolu açılacaktı, ya da onursuz bir teslimiyet seçilecekti. Yasal mücadele biçimlerinin imkansız hale geldiği, devrimci ve yurtsever insanların, kurumların şiddetli bir saldırıya uğradığı faşist cunta koşullarında THKP-C ve THKO devrimci örgütleri direnmenin ve devrimciliği geliştirmenin tek yolu olan silahlı mücadeleyi başlattılar; kısa bir süre sonra bu mücadeleye TKP-ML hareketi de katıldı.
Oligarşinin kendi yasalarını bile hiçe sayarak idam etmek istediği THKO militanları Hüseyin İnan, Deniz Gezmiş ve Yusuf Aslan’ın idamlarını engellemek için, devrimciler ülkemizde adeta bir işgal gücü olan NATO’nun üç askeri görevlisini rehin aldılar; amaç üç rehineye karşılık üç devrimcinin özgürlüğünü sağlamaktı. Bu eylemin içerdiği olguların zenginliği, tarihsel anlamı ve bugün sürdürdüğümüz devrimci mücadele açısında taşıdığı önem incelenmeyi ve öğrenilmesi gereken derslerle doludur.
Devrimci hareketin sürekli bölündüğü, her bölünmenin yeni bölünmelere yol açtığı, bu durumun birleşik bir güçle mücadele etmemizi ve başarıyı zayıflattığı, gerçeğini göz önüne aldığımızda, Kızıldere’de aynı amaçlar için mücadele eden iki devrimci örgütün birlikte eylem yapması, sadece o dönem için bir anlama sahip değildir. Faşizmin tüm toplumu, egemenliğine boyun eğdirmeye çalıştığı günümüzde, Kızıldere’de gösterilen dayanışmanın bugünkü mücadelemize yol gösterici olduğu tartışma götürmez bir gerçektir. Deniz, Yusuf ve Hüseyin’in idamlarını engellemek için, THKP-C ve THKO arasında olan eylem birliği, devrimcilerin en geniş güç birliğini sağlamada örnek alınması gereken bir tarihi öneme sahiptir. Dağınık, birbirinden kopuk ve her biri kendi politik amaçları için mücadele eden, mücadele yöntemlerini radikalleştiremeyen, sosyal medya üzerinden gösterilen tepkinin faşist teröre ve yapılara karşı eyleme dönüşmediği günümüzde, bu durumun bizi faşizme karşı mücadelede zayıf düşürdüğünü göz ardı edemeyiz.
Kızıldere direnişinin bilince çıkarılması gereken öğretici gerçekleri farklı devrimci örgütler arasında yapılan eylem birliğinden ibaret değildir. Düşmanın silahlı gücüyle karşı karşıya gelindiğinde, teslim olmayı reddetmek, arkadaşlarını kurtarmak için yaptıkları eylemin anti-emperyalist niteliği, direnişin kararını kendi aralarında demokratik bir şekilde almaları, evinde kaldıkları insanların zarar görmemesi için gösterdikleri çaba ve kendini kuşatan ordunun halk çocuklarını değil, subayları ve MİT görevlilerini hedef almalarını bunlardan sayabiliriz. Ama onların üzerinde titizlikle durulması gereken iki özelliği daha vardır:
Saray ve burjuva tarihçilerine göre, toplumların tarihi, onu yapan kişilerin öz geçmişlerinden başka bir şey değildir. Tarihin bu açıklamasında toplum tarihin öznesi değil nesnesi durumundadır. Bu tarih anlayışının sosyolojisine göre aşağıda yer alanların kaderini belirleyen yukarıdakilerdir; ve çoğu anlatıda bu durum kendisini bir kralın ya da bir liderin yeteneklerinin insan üstü olmasıyla dile gelir. Burjuva tarihçilere göre insanlığın hayatında dönüm noktası teşkil eden olayların meydana gelmesinde, siyasi ve iktisadi sebepler kabul edilse bile bunlar esas sebebi teşkil etmezler.
Tarihi ve tarihsel olayları, gelecekte meydana gelecek devrimci dönüşümleri, Marksizm böyle yorumlamaz. Marksizm’in tarihi anlama yöntemi olan diyalektik materyalizme göre, tarihteki büyük olaylar, kitlelerin eylemi olarak ortaya çıkar ve olayları ortaya çıkaran temel neden sosyal gerçeklerdir. Kapitalist toplumda bunun anlamı devrimin ve sosyalizmin işçi sınıfının ve müttefiklerinin eseri olacağıdır.
Büyük tarihi olayların gerçekleri bu görüşü doğrulamaktadır. Söz konusu olan ezilen ve sömürülenlerin, kaderlerini değiştirmek için atıldıkları mücadeleler olduğunda, bu gerçeğin tarihin bütün sayfalarında yazılı olduğu kuşku götürmez.
İşçiler, emekçiler, kadınlar, kimliğinden dolayı özgür olmaktan yoksun olanlar, yaşamın eşitlik ve özgürlük üzerinden örgütlenmesi için verilen mücadelelerin, hiç kuşkusuz temel ve sonucu belirleyecek gücüdür. Yakın ya da uzak bütün büyük tarihsel gelişmeler bu ilkeyi doğrulamaktadır.
Fakat yakın ya da uzak; tarihin bütün kitlesel dönüştürücü eylemlerinde karşımıza kitlelerden daha yüksek bir bilince sahip, kararlı, yüksek bir fedakârlık duygusu taşıyan, mücadele için hayatını esirgemeyen, sosyalizmin öngördüğü toplum biçimine uygun olarak mülkiyet ve hükmetme ilişkilerinden uzak, öncü devrimcilerin çıktığını görüyoruz. Bu olgu sosyalizm için verilen mücadelelerde görüldüğü gibi, ezilenlerin ezenlere karşı verdikleri mücadelelerin tümünde, tarih boyu yaşanmış bir gerçektir.
Olağanüstü bir irade, bilinç ve ahlaki düzeyi temsil eden, bu tarihsel öncüler olmaksızın, yığınların isyanlarının bütün kahramanlıklarına rağmen, tarih yapmaktan yoksun olduklarını; egemenlerin, öncünün isyana katacağı ve başarı için zorunlu olan öğelerin yol açtığı eksikliklerden yararlanarak ayaklanmaları ezdiği, tarihin defalarca kanıtladığı gerçeklerden biridir.
Roma toplumunun temel olarak aristokratlar, plebler ve kölelerden oluşan sınıfsal yapısının, sosyal patlamalara sebep olduğu saptanmış bir gerçektir; ama aristokratları eğlendirmek için, Roma arenalarında Gladyatörlük yapan Spartaküs, 73 arkadaşıyla hapishaneden kaçmasaydı ve bunu Roma devletine karşı bir isyana dönüştürmeseydi, yine de Roma’nın köleleri ve yoksulları ayaklanırdı demek, toplumsal gerçeklerle bağdaşmaz. Özgürlükten yoksun ve dayanılmaz esaret koşullarında yaşayan köleler Roma vatandaşlarından daha fazla bir nüfusa sahiptiler ve bulundukları koşulları değiştirmek istediklerinden kuşku duyulmaz. Fakat, kendilerini köle haline getiren, aristokratlara duydukları nefretin bir isyana dönüşmesi ve yığınsal bir karakter kazanması, kendileri de köle olan Spartaküs önderliğindeki Gladyatörlerin cezaevinden kaçması sonucu meydana gelmiştir. Köle sahiplerinin kölelere benimsettiği, özgüvenin yitirilmesi, köleliğin insan ilişkilerinin doğal bir parçası olarak algılanması, en önemlisi kaderlerinin değiştirilemez olduğuna duyulan sindirilmişlik; Spartaküs önderliğindeki isyan grubunun eylemiyle aşılmıştır. Vezüv dağlarının eteklerinde üstlenen Spartaküs ve gladyatörlere birkaç gün içinde, yüzlerce başka köle katılmış, üzerlerine gönderilen üç bin kişilik Roma kuvvetlerini yendiklerinde binlerce yeni köle bu kurtuluş mücadelesinin içinde yerlerini almıştır. İsyancılar Roma ordusuna karşı art arda kazandıkları birkaç savaştan sonra, on binlerce kölenin isyan ordusunun savaşçısı olduğu bir güce ulaşırlar. Bugün hala ezilenlerin ezenlere karşı mücadelesinde, güç veren tarihsel bir kaynak niteliğini koruyan ve önderinin ikonlaştığı bu isyan bize gösteriyor ki koşulları oluştuğunda, küçük bir savaşçı grubun eylemi geniş yığınların desteğini ve katılımını sağlayabilir.
Küba Devrimi sürecinde, küçük bir gerilla grubunun, kararlı mücadelesinin halkın Batista diktatörlüğüne karşı nefretini kitlesel bir isyana dönüştürdüğünü ve bunun başarılı bir devrime yol açtığını kim yadsıyabilir. Şüphesiz önderliğini Fidel Castro’nun yaptığı küçük gerilla gurubunun iktidarı almaya uzanan başarısı, siyasi ve iktisadi koşullar göz ardı edilerek anlaşılmaz. Devrimin nesnel koşullarını oluşturan, Küba’nın yeni sömürge olmasıydı. 1903’ten itibaren Amerika’nın egemenliği altında yaşayan ülkenin, tarım yapılabilir topraklarının üçte ikisi Amerikan şirketlerine aitti. Bu durum devrimde, silahlı mücadele boyunca temel bir rol oynayan yoksul köylülerin isyan ordusuna katılmasının esas nedenini teşkil etti. Küba’nın yeraltı zenginlikleri de emperyalist şirketlerin denetimindeydi. Küba’nın temel zenginlik kaynağı olan, şeker kamışı ve tütün gibi maddelerin, Küba pazarındaki fiyatını bile belirleyen Amerikan şirketleriydi. Küba’yı yöneten emperyalizm işbirlikçisi Batista rejiminin Amerikan mafyasıyla kurduğu ilişkiler, ülkeyi bir kumarhaneler ve fuhuş cennetine çevirmişti. Halkın sefalet içinde yaşamasına sebep olan bu ekonomik gerçeklere, bir de rejimin baskıcı ve özgürlük düşmanı yapısı eklendiğinde, iyi örgütlenmiş, kararlı ve mücadele yöntemini doğru saptamış bir öncü gurubun halkın geniş kesimlerini, süreç içinde nasıl devrime çektiğini, devrimin önderlerinden Che Guevara şöyle açıklar:
Küçük savaşçı çekirdeklerin başlattıkları mücadeleye, giderek sürekli bir şekilde, yeni yeni güçler katılır, kitle hareketi boy göstermeye başlar, eski düzen yavaş yavaş yıpranır, çöker: İşte tam bu sıradadır ki, işçi sınıfı ve şehirli yığınlar savaşın kaderini tayin ederler. Bu ilk çekirdekleri, daha savaşın başından beri düşmanın sayı ve teçhizat bakımından üstünlüğüne rağmen, yenilmez hale getirmiş olan nedir? Halkın desteği. Devrimciler bu halk desteğine günden güne daha çok güvenebilirler. (Yalçın) (Siyasal Yazılar, Evren Yayınları syf.115, Çeviren: Şiar Yalçın.)
Öncü devrimci grubun savaşıyla başlayan, giderek halkın geniş katılımını gerçekleştiren mücadelenin nasıl zafere ulaştığını, şiirsel bir dille anlatır Che:
Böylece, asi lider ve etrafındakiler, dere tepe aşarak, dağların ve bulutların ardından, adamızın yanan toprakları üzerinden, kan, ter ve toprak içinde Havana’ya girdikleri zaman tarih, ulusun ayakları ile yeni bir kışlık sarayın merdivenlerini çıkıyordu. (Aynı eser syf.65)
Siyasi ve iktisadi nedenlerin toplumun yığınsal katılımı için, bir mücadelenin koşullarını oluşturduğunda bile öncünün rolünün ne kadar yaşamsal olduğunu Che, kendi Küba deneylerinden hareketle şöyle anlatır:
Birçokları, körü körüne, hızla meydana gelecek bir halk ayaklanmasına bel bağlıyor ve Batista iktidarını, kendiliğinden meydana gelen devrimci grevlerle birlikte yürütülecek bir ayaklanma sayesinde, tasfiye edebileceklerine, diktatörün bu şekilde devrilebileceğine inanıyorlardı. (Aynı eser, syf.57)
Büyük Ekim Devrimi’nin gelişim ve başarı süreci incelendiğinde, profesyonel kadroların sıkı bir disiplinle içinde yer aldığı öncü partinin devrimdeki rolünün, kitlelerin rolü kadar önemli olduğu görülür. Devrimin omuzlarında yükseleceği emekçi sınıfların devrimcileşmesi ve sarih bir bilince sahip olması karmaşık ve uzun bir sürecin sonunda ortaya çıkar. Sömürülen toplum kesimlerinin homojen olmayan yapısı, onlarda farklı politik eğilimlerin ortaya çıkmasına ve birlikte mücadele etmesine engel olur, halk egemenlere karşı verilen mücadelede ortak paydada buluşan parçalar halindedir, sınırlı sayıdaki doğal önderlerini dışında tutarsak, halkın çoğunluğu, kültürel ve siyasal olarak geri durumdadır ve bu önemli gerçeğin bilincinden yoksundur. Dolayısıyla, sömürüyü ortadan kaldırmak için verdikleri mücadelede izlenecek politik yolun bilincine ulaşmaları birden bire oluşmaz. Sömürülenleri egemen sınıflar karşısında zayıf düşüren bu olumsuzluklardan, ancak, yüksek bir devrimci bilinç, kararlılık ve örgütlülüğe sahip öncüler kurtarabilir ve mücadeleyi sınıfların ve devletin ortadan kalktığı evreye kadar sürdürebilir. Rusya devrimcileri bu gerçeği sonradan kavramış değillerdi; devrimci hareketin öncü bir parti aracıyla kurumsal bir yapıya büründüğü ilk yıllarında, Lenin tarafından öngörülmüş ve teorileştirilmişti. Lenin’i öncü parti düşüncesine sevk eden gerçek, sömürülenlerin sosyalizm için verilen mücadelede, temel kitlesel güç olmalarına rağmen, bu mücadeleyi zafere ulaştıracak bilinçten yoksun olmalarıydı: ona göre sınıfa, sınıfsal bilinç öncü aracılığıyla dışarıdan verilirdi ve bu durum uzun süre böyle sürerdi.[1]
Öncülerin tarihsel gelişmelerdeki vazgeçilmez rolünü başka örneklerle zenginleştirmek mümkündür, bu konuda sayısız örnek bulunmaktadır. Sosyal olayların anlaşılır kılınabilmesi için bilimin yöntemi genelleştirmeye başvurmaktır, bu gerçeğe bağlı olarak şunu söyleyebiliriz: Tarihsel gelişmelerin kaderinde, toplumsal koşulların rolü ile öncünün rolü iç içe bulunur, ikisinin organik ilişkisi ve birbirini tamamlaması zaferi getirebilir.
Toplumsal koşulların elverişli olmadığı uğraklarda, öncünün başarı şansı yoksa, bilinç ve sürekli bir kararlılıktan yoksun ve eyleme stratejik derinlik kazandıramayan kitle hareketinin de istediği sonucu elde etmesi mümkün değildir. Bu durumun en iyi anlaşılacağı örnek Gezi ayaklanmasıdır. Milyonlarca insanın katıldığı ve bir aydan fazla süren eylemler istenilen sonucu yaratmadıysa, bunun temel nedeni, hareketin başkaldırıyı yönetecek, eyleme daha radikal biçimler kazandıracak ve sürekliliğini sağlayacak bir öncüden yoksun olmasıydı. Ülke tarihimizin en büyük işçi ayaklanması olan 15-16 Haziran eylemini de bu çerçevede değerlendirmek gerekir.
Dünya devrimci hareketinin tarihinden verilecek bir aydınlatıcı örnek ise 150. yıldönümünü andığımız Paris Komünü’dür. Kömün niçin yenildi diye sorduğumuzda temel olarak iki açıklamayla karşılaşırız. Birinci açıklama, kapitalizmin gelişim düzeyinin ve bununla bağlantı içinde işçi sınıfının nesnel durumunun, bir işçi iktidarının sürekliliğini sağlayacak derecede olgun olmaması şeklindedir. Bu bakış açısı Komün’ü bir tesadüf olarak görme sonucunu doğurur, yığınların ve önderlerin rolünü yadsır. Komün’ün yenilgisini tarihsel koşullarla açıklayan bu görüş doğru olmaktan uzaktır. Kapitalizmin sefalet olarak yarattığı sonuçlar ve burjuvazinin işgale boyun eğmesi, bir ayaklanmanın koşullarını yaratmıştı. Komün’ü ortaya çıkaran nesnel şartlar bunlardı. Yenilginin nedeni ise halkın önderlerinin iktidarı sürdürmenin nasıl ve ne şekilde olması gerektiği bilincinden yoksun olmalarıydı. Toplumsal mücadeleler, içinde insanların yer aldığı süreçler olarak gelişir ve onların bilinç ve iradeleri sonucu belirleyen bir rol oynarlar. Ezilenler ve sömürülenler, harekete geçtiklerinde, ayaklanmanın amaçlarına dair açık bir bilinçten yoksundurlar; yaşamsal çıkarların kışkırttığı kitlesel ayaklanmaların esenliği ve sosyalizme doğru evrilmesi, ancak öncünün konumu sayesinde gerçekleşebilir.
Toplumsal patlamaların şaşırtıcı bir şekilde ortaya çıkması da bize, sosyal sebeplerin yol açtığı tepkilerin, milyonların harekete geçmesine yol açan bir öncü eylemle başladığını gösteriyor. Örneğin İslamcı faşizme karşı milyonlarca insanın katıldığı Gezi ayaklanmasının başlangıcı küçük bir öncü grubun, ağaçları kesilmek istenen parkı işgal etmesiyle başladı. Arap halklarını ülkeden ülkeye, ayaklanmaya sürükleyen olayların başlangıcı, Tunuslu bir seyyar satıcının, arabasının zabıtalar tarafında alınması, seyyar satıcının bu duruma tepki olarak kendini yakma eylemiyle ateşlendi. Fransa’da tarihe Sarı Yelekliler diye yazılan kitlesel başkaldırının ilk ortaya çıkışı, mazota ve benzine yapılan zammı sosyal medya hesabından protesto eden bir yurttaşın sarı yeleğini giyerek, sokağa çıkmasıyla ve halkı da eyleme çağırmasıyla meydana geldi. Şüphesiz bu ayaklanmalara yol açan temel sebepler sosyal ve siyasi gerçeklerle ilgiliydi. Fakat birikmiş tepkinin yol açtığı huzursuzluğun kitleleri harekete geçirmesinin, bir kıvılcım işlevi gören öncü bir eylemin sonucu olduğu da kesindir.
Kızıldere direnişini, sınıf mücadelesinin, yukarıda anlattığımız gerçeklerinden soyutlanmış bir şekilde değerlendiremeyiz. On devrimcinin tarihsel ve toplumsal konumunu sadece kahramanlık ve dayanışmayla izah eden yaklaşımlar yetersiz olduğu gibi, öncünün bugünkü devrimci mücadelede oynayacağı vazgeçilmez rolü de göz ardı eden bir zayıflığa sahiptir.
Kızıldere, Türkiye kapitalizminin krizde olduğu, öte yandan devrimci hareketin egemen sınıfları tedirgin ettiği koşullarda, faşizme karşı verilen mücadelenin bir parçasıdır. İçinde Kızıldere eyleminin de bulunduğu 1971 silahlı mücadelesi; işçilerin, yoksul köylülerin, aydınların ve gençliğin emperyalizme ve işbirlikçilerine karşı yürüttükleri mücadeleyi devrimci bir zeminde bir araya getirerek iktidar almaya yönlendirmesidir. Yürüttükleri mücadelenin kesintiye uğraması izledikleri yolun yanlışlığından değil; örgütsel yapılarının zayıflığı ve öncü gerilla mücadelesine uygun bir hazırlık evresini yeterince yaşayamamalarından kaynaklandı. Devrimci hareketin en iyi önderlerinin Kızıldere’de katledilmesi, elbette, emek ve özgürlük mücadelesi için giderilmesi zor olan sonuçlar üretmiştir. Nitekim, sahip olduğu kitlesel ve militan güce rağmen devrimci hareketin 1980’de ağır bir yenilgi yaşaması bunu doğrulamaktadır. Buna rağmen bu direnişin bize bıraktığı miras, kitlelerin siyasallaşmasındaki rolü ve sosyalist hareketin devrimcileşmesindeki katkısı, bıraktığı boşluktan çok daha fazla olmuştur. Eğer bıraktığı miras heba edilmişse, bunun nedeni, kendilerinden sonra devrimci harekete önderlik edenlerin yetersizliğinden dolayı olmuştur.
Eşitlik ve özgürlük mücadelesi bir zincirin halkaları şeklinde, devamlılığı olan bir tarihsel seyir izler. Bu gerçek zaman içinde bir kimlik ve sınıf mücadelesinde dayanacağımız bir kök yaratır. Köken sorunu insanın tarihi kadar eskidir. Amaçlanan hedefin açıklığı ve izlenecek yol, benimsenen kök üzerinden belirlenir ve bu bize sol hareketin çok yapılı gerçekliği içinde bir kimlik kazandırır.
Bu kimliğin varlığı bizi diğer sol güçlerle işbirliği yapmaktan alıkoymaz, ama bizi onlardan ayıran farkı ortaya koymanın yanı sıra onlardan farklı bir bilinç sahibi olduğumuzu da gösterir. Bu önemli farkı ortaya çıkaran geçmiş bilincidir. Bugünkü varlığımızı sürdürmede ve geleceğimizi inşa etmede Kızıldere’nin üzerinden hareket edeceğimiz tarihsel zeminlerden biri olduğunun bilincinde olmalıyız.
Şimdi bayrak, üstünde salınıyor.
Bize miti değil fikri yetiyor.
-Bandista
Bireyin özgürlüğüyle toplumun çıkarlarını çatıştırmadan bir uygarlık yaratmaya çalışan sosyalizmin, teorik ve pratik olarak devrimcileşmesi, 1970’lere doğru gerçekleştirildi.
Osmanlı İmparatorluğu’nun son yıllarında, Balkan halkları ve yoğunlukla İstanbul ve Anadolu’da yaşayan Ermeni halkı arasında gelişen sosyalist düşünce ve bu doğrultudaki örgütlenmelerin Türkiyeli aydınlar arasında ilgi görmesi gecikmeli olarak Birinci Dünya Savaşı’nın koşulları içinde, özelliklede Ekim Devrimi’nin etkisiyle Kurtuluş Savaşı sırasında oldu. Ankara merkezli hükümetin Sovyetler Birliği’yle kurduğu iyi ilişkiler, yeni kurulan Türkiye Komünist Partisi’nin de desteğini aldı. Ancak kuruluş sürecini tamamlayan ve Anadolu’yu işgal eden emperyalist ülkelerle, açık işgalden kaynaklanan sorunlarını gideren Ankara iktidarı şiddetli bir anti-komünist politika izlemeye başladı.
Sovyetler Birliği’nden destek almak amacıyla, çalışmalarına izin verilen sosyalist güçlerin tümü yasaklandı ve komünistlere karşı bir baskı dönemi başladı. Zaten Anadolu’daki ve dışarıdaki güçleri birleştirerek Türkiye Komünist Partisi’ni örgütleyen Mustafa Suphi ve 14 önder kadro, daha Cumhuriyet kurulmadan önce Ankara hükümetinin düzenlediği bir komployla katledilmişti.
Yeni kurulan Cumhuriyet, izlediği emek ve komünizm düşmanı politikalara rağmen, içerde sosyalist ve ilerici güçlerin desteğini almaya, dışarda ise Sovyetler Birliğiyle ilişkilerini dostluk ve karşılıklı işbirliği çerçevesinde sürdürmeye devam etti. Sosyalist hareketin, emeğiyle geçinen toplumsal sınıflara dayanarak, devrimci bir mücadele örgütleyemediği bu yıllar 1960’lara kadar sürdü.
1960’lı yıllara gelindiğinde hem dünya çapındaki devrimci gelişmelerin etkisiyle, hem de 1961 Anayasası’nın yarattığı göreceli özgürlük ortamının sağladığı olanaklarla sosyalizm kitleselleşmeye başladı. İşçi sınıfı ve yoksul köylülerin mücadelesinin yükseldiği bu yıllarda kurulan TİP, sosyalizmin Anadolu’nun en ücra köşelerine kadar yayılmasını sağladı.
Kentlerde yaşayan işçi sınıfı sendikal faaliyetler aracılığıyla etkili grevler örgütlüyor ve bu gelişme Türk-İş’in temsiliyetini yaptığı devlet-sermaye uzantısı Amerikan sendikacılığının karşısına, işçilerin sermaye karşısında çıkarlarını savunan DİSK’in örgütlenmesi sonucunu doğurdu. Bu gelişmenin tarihsel sıçrama noktası işçi sınıfının 15-16 Haziran 1970’te isyan ederek iki gün boyunca İstanbul sokaklarını zapt etmesi oldu. Öte yandan, ülkenin belli başlı bütün bölgelerinde Karadeniz, Akdeniz, Ege, Marmara, Trakya ve Kürdistan’da yaygın köylü hareketleri başlamıştı. Tütün, fındık, çay, pamuk üreticileri başta olmak üzere üreticiler ve topraksız köylüler, siyasi gösteriler, toprak işgalleri ve benzeri eylemlerle toplumsal mücadelenin etkili güçleri arasında yerlerini alıyordu.
Kapitalist düzene bağımlı yapısıyla bilimsel ve halkçı eğitimin önünde engel olan üniversitelerin reforma tabi tutulmasını isteyen öğrenci hareketleri hızla siyasallaştı. Toplumsal muhalefetin en militan kesimini oluşturan gençlik, Türkiye’de sosyalizmin yayılması ve Amerika’nın yeni sömürgesi haline gelen ülkenin bağımsızlığı için verilen mücadelenin en dinamik kolu durumundaydı.
Bu yıllara kadar iktidar olma stratejilerinden uzak ve hep burjuvazinin bir kanadını ilerici görerek, ona yedeklenen, ayrıca politikalarını Türkiye devriminin gereklerinden ziyade Sovyetler Birliği’nin emperyalizmle bir arada yaşamayı öngören yumuşama (Detant) siyasetine göre belirleyen ve TKP tarafından temsil edilen sosyalizm, yerini daha militan ve iktidara yürümek isteyen bir devrimciliğe bıraktı. Sosyalizme, sömürülen sınıfları devrimin temel gücü alarak militan ve anti-emperyalist karakter kazandıran bu olumlu gelişme, esasta bir gençlik örgütü olan Dev-Genç militanlarının sayesinde gerçekleşti.
Bu sürecin sonunda ortaya çıkan üç devrimci yapı, (THKP-C, THKO, TKP-ML) günümüzün sol hareketlerinin çoğunluğunun da tarihsel kaynağıdır.
O günün faşist cunta koşullarında silahlı mücadeleyi temel alan bu üç örgütlenmeden THKP-C, teorisiyle ve militan mücadelesiyle, o günün en önde gelen hareketi olduğu gibi, Kızıldere eyleminden sonra gelişen devrimci hareketin ana gövdesinin yatağı olmuştur; 1975’ten sonra yükselen toplumsal muhalefeti, faşist terörle ezmek isteyen emperyalizm ve işbirlikçileri, devletin faşist yapılara verdiği bütün desteğe rağmen başarılı olamamışsa, bu esasta THKP-C’nin devamı olan örgütlerin, faşizme karşı verdikleri militan mücadelenin sayesindedir.
THKP-C hareketinin diğerlerinden ayırt edici özelliği, sahip olduğu özgün teorik görüşleridir. Hareketin kuram düzeyindeki görüşleri, tamamen, hareketin ve Kızıldere eyleminin önderi olan Mahir Çayan tarafından geliştirilmiştir. Kuramın özü sınıf mücadelesine dayanır ve bu çizgi Marksist düşüncenin kavramsal dünyasından kopmadan, yaşadığı dönemin, dünya ve Türkiye gerçeklerini, zengin bir yeni kavramlar demetiyle açıklar. Kendisinin teori yapma yöntemi, diyalektiğin temel ilkesi olan somut koşulların analizine dayanır.
Mahir’in teorisini özgün kılan; kuramsal faaliyetin, somut durumu analiz etmek ve devrimci eyleme yön verecek bilgiyi açığa çıkartmaktan ziyade, başka bir zamanda ve başka bir ülkede oluşan bilgiyi aktarmak olarak anlaşıldığı ülkemizde, devrimci Marksizm’in temel ilkelerine bağlı kalarak Türkiye’ye gerçeklerine uygun yolu bulmasıdır.
Bir taraftan Marksizm’in, sınıf mücadelesinin en önemli konuları olan, devrimin niteliği, çalışma tarzı, örgüt anlayışı, devrimci kriz, mücadelenin evrim ve devrim dönemleri, strateji ve taktik, enternasyonalizm vb. sorunlarıyla ilgili birikiminden yararlanırken diğer taraftan koşulların, siyasal ve iktisadi olguların farklılığını dikkate alarak yeni değerlendirmeleri kendine özgü kavramlarla ileri sürer.
Devletin yapısını ve işleyişini açıklarken kullandığı “sömürge tipi faşizm”, kapitalist-emperyalizmin bunalımlarını kronolojik bir tarih içinde değerlendirirken yaptığı açıklayıcı sıralamalar, kapitalizmin merkez ülkelerinin bağımlı ülkelerle ilişkisini nitelendirirken başvurduğu “yeni-sömürgecilik” kavramı, bu kavramın merkezine yerleştirdiği “emperyalizmin içsel olgu olması”, Leninizm’in mili kriz anlayışını bağımlı ülkelere uygularken yaptığı katkılar, savaşın eş güdümlü yapısını belirtirken kullandığı “birleşik devrimci savaş stratejisi” kavramları buna örnektir.
Siyaset teorisini oluştururken, devrimci sosyalizmin egemenlerin baskı aygıtı olan devletin parçalanması, bu eylemin halkın devrimci girişimiyle şiddeti öngörmesi, ilkesine bağlı kalır; ama o günün dünya ve Türkiye gerçeklerini göz önünde bulundurmayı ihmal etmez; evrim ve devrim dönemlerinin, sömürge ve yeni-sömürge ülkelerde iç içe geçmesi, öncü savaşı, halkın tepkileriyle iktidarın pasifikasyon gücü arasındaki ilişkileri açıklarken kullandığı “suni denge”, mücadelenin politik askeri karakteri, “politik askeri önderlik”, “halkın devrimci öncüleri” gibi kendisine özgü kavramlar bunun kanıtıdır. Bütün bu kavramlara emperyalizme karşı mücadele veren halkların önderlerinin siyasal analizlerinde rastlamak mümkündür. Fakat dağınık ve düzensiz bir halde bulunan bu kavramları, devrimci bir strateji doğrultusunda ve sistemli bir bütünlük içinde bir araya getiren Mahir Çayan olmuştur; onu bir kuramcı düzeyine çıkaran bu ayırt edici özelliğidir.
Mahir’in uzun süreli halk savaşını savunmasını da doğru yorumlamak gerekir. Ekim Devrimi savaştan dolayı devlet aygıtının çöktüğü, egemen sınıfların kendi arasında bölündüğü ve toplumu yönetme yeteneğini kaybettiği, işçi sınıfının yoksulluğunun had safhaya çıktığı ve nüfusun çoğunluğunu oluşturan yoksul köylülerin, toprak devrimi talebiyle ayaklandığı, cephedeki askerlerin savaştan bıktığı ve yığınlar halinde firar ettiği, sosyal bunalımın derinleştiği koşullarda gerçekleşti.
Zaten Şubat Devrimi’nin sonucu Rusya’nın siyasal kaderini belirleyen yerleşim merkezlerinde ikili iktidar durumu ortaya çıkmıştı. Durum devrim için o kadar olgunlaşmıştı ki iktidar, ordu içindeki devrimden yana askerlerin gücüyle alındı. Devrimin zorluğu çok kısa süren iktidarı alma sırasında değil onu korumak için verilen ve oldukça uzun ve kanlı süren iç savaş sırasında yaşandı.
Birinci Dünya Savaşı’nın sonucunda Rusya’ya özgü olarak ortaya çıkan bu devrim için elverişli durum bir daha yaşanmadı. Ne Çin Devrimi ne Küba Devrimi ne de diğer devrimler bu koşullarda ortaya çıktı. Ekim Devrimi’nden sonra başarılı olan devrimlerin hiçbiri savaş koşullarında gerçekleşmediği gibi, bu devrimlerin hiçbirinde olgunlaşmış bir sosyal bunalım, yönetemez durumda olan egemen sınıflar, çökmüş bir devlet mekanizması, en önemlisi askerlerin devrimin silahlı gücünü teşkil ettiği bir durum söz konusu olmadı. Fakat bu ülkelerin ya doğrudan işgal altında olmaları ya da yeni-sömürgecilik ilişkileriyle emperyalizme bağımlı yapıları olgunlaşmış düzeyde olmasa da silahlı mücadelenin koşullarını ortaya çıkarıyordu. Bu koşulların devrim doğrultusunda gelişmesi devrimci hareketin iradesine bağlı bir durumdu. Bu bağlamda Ekim Devrimi’nde yolun sonunda kullanılan silahlı ayaklanma, sömürge ve yeni-sömürge ülkelerde yolun başında kullanılmak zorunda kalındı. Zafere ulaşan Çin, Vietnam, Küba, Nikaragua ve benzeri devrimler bu yolla gerçekleştiler. Mahir’in bütün devrimleri ve devrimci girişimleri inceleyerek oluşturduğu siyasi çizginin ana fikri bu gerçeğe dayanır.
Mahir Çayan’ın düşünce dünyası, bu dünyanın içindeki kavramlar, akademinin çalışmalarına konu olacak kadar zengindir. Kendisinin Kızıldere’deki ölümünden sonra Türkiye devrimci hareketi kuramsal üretkenlikten yoksun kaldı, adeta çoraklaştı. Sovyetler Birliği, Çin ve Arnavutluk Komünist Partileri’nin, Türkiye ve dünya gerçeklerinden kopuk değerlendirmeleri temel alınarak yapılanın teori olamayacağı bu ülkeler çökünce anlaşıldı. Mahir’in teorisi, devamı olan örgütler tarafından teorik olarak geliştirilmeye ve pratik olarak uygulanmaya çalışılsa da bütün iyi niyetli çabalar yetersiz kaldı.
Çünkü bir teorinin kavranması ve hayata başarılı bir şekilde uyarlanması ayrıca meziyetler gerektiren bir liderlik sorunudur. Siyasal çatışmaların ve sınıf mücadelesinin bu önemli gerçeğini burjuvazi bizden daha iyi biliyor gibi gözüküyor. Maltepe cezaevinden kaçtıktan sonra emperyalizm ve oligarşinin bir sürek avı sonucu Kızıldere’de olduğunu anladıkları Mahir ve yoldaşlarını katletmelerinin anlamı bu olsa gerek. ON’ların Kızıldere’de bir köy evinde kuşatıldığını öğrenen dönemin başbakanı Nihat Erim’in “Yakın o köyü, bir köy eksik kalsın” dediği söylenir. Bu kararı emperyalizmin ve siyonizmin ajanlarıyla müşterek aldığına kuşku yoktur. İngiliz gizli servislerinin 1970’li yıllardaki Türkiye’ye dair belgeleri açıklandığında, siyonist İsrail gizli servis örgütü MOSSAD ajanlarının, Hüseyin Cevahir’in ölü, Mahir’in yaralı yakalandığı Maltepe’deki devrimci direnişe, oligarşinin kolluk kuvvetlerinin yanı sıra katıldığı görülüyor. Aynı MOSSAD ajanları, Amerikan ve İngiliz gizli servis elemanlarıyla Mahir ve yoldaşlarının katledildiği Kızıldere operasyonunda da yer alırlar; amaç Elrom’un intikamını almaktan daha çok devrimin başını kesmektir. Bolivya’da Che bu yüzden öldürüldü. Emperyalizm Fidel Castro örneğinden gereken dersi çıkarmıştı.
Hiçbir teori olduğu gibi uygulanamaz; çünkü geliştirilmeden yeni zamanların ihtiyacına cevap vermez. Marx’ın teorisinden Lenin’in, Mao’nun, Che’nin ve diğer devrimcilerin katkısını çıkarırsanız, geriye kapitalizmin teşhiri, geleceğin eşitlikçi toplumuna dair bazı öngörüler ve sosyal olguları, tarihi bir perspektiften açıklama yöntemi, keşfettiği bu yöntem sayesinde yaptığı hacimli çalışmalar kalır. Ama Marx’ın dünyayı değiştirmenin temelini oluşturan bilgisi olmasaydı ne dün ne de bugün devrim ve sosyalizmin davası ilerleyebilirdi. Devrimci teori ve pratik bir süreklilik içinde gelişir. Hiçbir teori, var oluşunu belirleyen kaynağı silemez. En özgün en gelişmiş kabul edilen teori bile kendisinden önceki teorinin üzerinde yükselir. Bu anlamda onu yadsımaz, geliştirir ve günün gereklerine cevap verecek hale getirir ve bu durum sonsuza kadar devam eder. Teorinin gelişimi pratik ile birlikte ilerler. Çünkü insan yaparak öğrenen bir varlıktır.
Kızıldere’den sonra, Mahir’den bize kapsamlı bir kuramsal miras kaldı; şüphesiz bu mirasın bir kısmı o günün Türkiye ve dünya gerçeklerini kapsıyor, örneğin bugünün dünyasında ne Sovyetler Birliği var ne sosyalizme doğru bir eğilim içinde olan anti emperyalist kurtuluş hareketleri ne de Türkiye devriminin temel savaş alanı kırsal kesimler olabilir. Fakat bu gerçekler kuramın günümüzün devrimci mücadelelerine zemin teşkil etmesini ortadan kaldırmaz. Çünkü Kızıldere’de katledilen devrimcileri sosyal mücadeleye iten nedenlerin hiçbiri ortadan kalkmadı. Üstelik dünyanın durumu ve Türkiye’nin devlet yapısı ve düzeni o dönemden çok daha kötü. Bu bağlamda bu kuram hala saygı duyulmayı hak ettiği gibi keşfedilmeyi de bekliyor.
Tarihin geçmişindeki olayları yorumlayacak birçok insan vardır. Ama geleceği inşa edecek bir tek devrimciler vardır. Bu gelecek Kızıldere’nin temsil ettiği mücadelenin ve düşüncenin eseri olacaktır.
Anılarına saygı ile…
Dipnot:
[1] Bazıları öncü parti anlayışının bürokratizme ve devrimci öncünün kitlelerin üzerinde bir tür politik egemenliğe yol açabileceğini ve bu durumun süreç içinde sosyalizmin çürümesine neden olacağını ileri sürebilir. Sovyetler Birliğinin sosyalizm tarihinden çıkarılan bu sonucu genelleştirmek doğru değildir. Öncünün iç işleyişi ve toplumla kurduğu bağ sosyalist demokrasinin ilkelerine bağlı bir biçimde düzenlendiğinde bu tehlike ortadan kalkar.
Sendika.Org, yayın hayatına başladığından bu yana işçi sınıfı hareketinin, solun ve genel olarak toplumsal muhalefetin gündemine ilişkin, farklı politik perspektiflerden düşünsel katkılara açık bir tartışma platformu olagelmiştir. Sitemizde yayımlanan yazılar yayın kurulunun politik perspektifiyle uyumluluk göstermeyebilir. Amacımız, mücadelenin gereksinim duyduğu bilimsel ve politik bilginin üretimini zenginleştirecek tüm katkılara, yayın ilkelerimiz çerçevesinde, olabildiğince yer verebilmektir.