Asla yalnız yürümeyeceksin

Bisiklete binmesine, ip atlamasına bile izin verilmeyen yaralı çocukluklara, okula gitmesi engellenen, dışarı çıkabilmek için örtünme zorunluluğu getirilen, bunu aşmak için Kuran kursuna gitmeye razı olan, inanmadığı halde hafız olmak zorunda kalan, siyah yerine gri pardösü giyebilmek için bile aile büyükleriyle didişen, renkli türban taktığında şiddet gören kadınlara bakıldığında başını açma kararının dağları aşarcasına hatta yıkarcasına alındığını kestirmek zor değil

Asla yalnız yürümeyeceksin

Ne çok dikenin vardı Tanrım!
Ne çok isterdim,
Sana sarılamazdım.
Ve şöyle derdim o zaman:
Ah!

Didem Madak

Önüne çıkan engelleri dümdüz ederek 2023 yılına koyduğu hedefine kendisinden emin bir şekilde ilerleyen İslamcı iktidarın, İmam-Hatip okullarında deizm akımının yayıldığı, türbanlı ateistlerin ortaya çıkmaya başladığı haberleriyle toplum mühendisliği çalışmalarının ters teptiğini gördüğünde afallamış olduğu muhakkak. İş bununla sınırlı kalsa toparlanabilme fırsatı olabilirdi, ancak cini şişeden çıkartacak gelişmeler de yaşanmaktaydı. Türbanını çıkarmış ya da bu kararı alsa bile uygulamaya cesaret edemeyen kadınlar yalnizyurumuyeceksin.com sitesinde birbirini bulmuş, yalnız olmadıklarını anlamış ve birbirlerinden güç almaya başlamışlardı. Bu güç birliğinin en güzel örneği de #10YearsChallenge etiketiyle paylaşılan fotoğraflar olmuştu. Paylaşılan ilk fotoğraflara karşı yöneltilen hakaretler daha fazla kadının fotoğraf paylaşımına yol açarak kampanyayı özgürlükçü bir akıma dönüştürmüştü. Bundan sonrasına ister büyü bozumu, ister hegemonya kaybı denilsin dinbaz iktidar en güçlü yerinden yara alıyor, ayağının altındaki halı kayıyordu. Mağdur edebiyatı ise zalimlerin ağzında artık eğreti duruyordu.

“Herkes İstediği Gibi Yaşasın” adıyla İletişim Yayınları’ndan çıkan kitabın ilk bölümünde Türkiye’de küçük yaşlarda ailesi tarafından kapatılan kadınların başını açma kararını alma sürecine, açıldıktan sonra gelen tepkilerle başa çıkmalarına ya da bu kararı tam olarak hayata geçiremeyerek ikili bir hayat sürmelerine yer veriliyor. İlk bölümün yazarı olan Büşra Cebeci görüştüğü kadınların asıl adını kullanmıyor. Tahmin edileceği gibi İslam’ın hoşgörü (!) dini olması kimliklerin gizlenmesini gerektiriyor. Öyle ki, kadınlardan biri tanınabileceği korkusuyla, hafta sonu çocuklarıyla görüştüğünün yazılmasını bile istemiyor. Diğer yandan birçok kadın, 2018 yılında Bianet sitesinde yayımlanan “Başörtü Mücadelesinin Değişen Yolculuğu” başlıklı yazı dizisinden sonra Büşra Cebeci’ye ulaşarak kendi öykülerini anlatmışlar.

Görüşülen kadınların ortak noktaları çok: Bisiklete binmesine, ip atlamasına bile izin verilmeyen yaralı çocukluklara, okula gitmesi engellenen, dışarı çıkabilmek için örtünme zorunluluğu getirilen, bunu aşmak için Kuran kursuna gitmeye razı olan, inanmadığı halde hafız olmak zorunda kalan, siyah yerine gri pardösü giyebilmek için bile aile büyükleriyle didişen, renkli türban taktığında şiddet gören kadınlara bakıldığında başını açma kararının dağları aşarcasına hatta yıkarcasına alındığını kestirmek zor değil.

“Lafı eviriyon, çeviriyon…”

İçlerinde birçok ukdeyle yaşayan kadınların ortak noktalardan biri de psikolojik bozukluklar yaşamaları ve intiharı düşünmeleri. Örneğin, Hümeyra takma adıyla öyküsünü dinlediğimiz kadına, anksiyete bozukluğu ve panik atak sebebiyle yıllarca psikolojik tedavi veren her doktor çocukluk dönemine işaret etmiş. Ailenin buna tepkisi ise doktorların yeterince dindar olmadığını düşünerek cemaat hocasına götürmek olmuş. Baş başa görüştüğü cemaat hocasının cinsel içerikli soru ve istekleri ile tacize uğrayan ve bunu ailesine söyleyen Hümeyra, ailesinin tacizci Hoca’nın arkasında durduğunu görerek bir kez daha yıkılmış.

Açılma kararının alınmasına nazaran kararın hayata geçirilmesi daha zor, neredeyse devrim. Ekonomik bağımlılıktan kurtulmuş ve ailesinden uzakta yaşayan kadınlar nispeten avantajlı. O kadar şanslı olmayanlar ise evden çıktıklarında türbanını çıkarıp, dönüşte tekrar takarak ikili bir hayat yaşıyor. Türban bir kez çıkarıldığında saçlarının alnına değişinden, yağmurun hissedilmesinden duyulan mutluluğun paha biçilmez olduğu anlatımlardan çıkan sonuçlardan biri.

Yaşadığı hayatı sorgulamaya başlayan türbanlı kadınlar sol yayınları izleyerek başka bir dünyanın farkına varıyorlar. Gezi Parkı’ndan memlekete yayılan özgürlük havasının türbanlı kadınların eşiği aşmasında kilit rol oynadığı görülüyor. AKP’li ailelerin muhalif partilere oy veren çocuklarının olması bir dip akıntısının varlığına işaret. Öğrenci hareketi içerisinde, KESK’e bağlı sendikaların üyeleri arasında tek tük de olsa türbanlı kadınlara rastlanıyordu. Bunlardan daha fazlasının solun gizli sempatizanı olarak kaldığı tahmin edilebilir. Bir kitabevinde şahit olduğum, karıştırdığı kitabın arasından çıkan Deniz Gezmiş posterini açıp hayranlıkla bakan türbanlı kızın davranışı benim için şimdi anlaşılır hale geliyor.

İlk bölüm toparlanırken kitabın önsözünü yazan Nilgün Toker gibi Büşra Cebeci’nin de 90’lı yıllardaki türban eylemlerine hak verdiği anlaşılıyor. Fakat inanç özgürlüğü adına savunulan başını açma yasağının erkek egemenliğine hizmet ettiği gerçeği tüm çıplaklığıyla ortada duruyor. Başını açmış kadınların fotoğraflarını porno sitelerine servis eden erkeklerin iğrenç intikamı türbanın kimin meselesi olduğunu açığa çıkarıyor zaten.

Ve İranlı kadınlar

İkinci bölümü kaleme alan Nevşin Mengü, kadınların aileye ve mahalle baskısına karşı değil devlete karşı başını açma mücadelesi verdiği İran’ı inceliyor. İran’da da kadınlar ikili hayat yaşıyor ancak Türkiye’nin aksine evlerde ve kapalı ortamlarda başını açabilirken sokağa çıktıklarında çador denilen giysinin içine giriyorlar. Hapis ve kırbaç cezası almamak için polise başı açık yakalanmaması gereken İranlı kadınlar Gershad adlı uygulamayla polisin yerini tespit edip aralarında haberleşiyorlar. Humeyni dönemindeki ve günümüzdeki kadın eylemlerinden bahseden bölüm, Müslüman kadınlarla empati kurulması için ilan edilen Dünya Başörtüsü Gününün İranlı kadınlar için ne anlama geldiği ilk ağızdan aktarıldığında empatinin nasıl ve kiminle kurulması gerektiği de görülüyor.

Nevşin Mengü türbanın siyasi simge olması özelliğini de tartışmaya açarak, kadının görünmezliğini amaçlayan tesettür anlayışının türbanlarıyla sembol olmak isteyen kadınlar tarafından nasıl ters yüz edildiğini ortaya koyuyor. AKP Kadın Kollarının, CNN Türk ekranlarında başı kapalı kadın görünmeyişini sorun etmesi türbanın gözlerden sakınmak için değil tam tersine onu gözümüze sokmak için kullanıldığını ele veriyor. Şeriat yönetimi tarafından önüne konulan engelleri aşarak Olimpiyat Oyunlarında madalya kazanan İranlı bir kadın sporcunun devleti tarafından ideolojik amaçla kullanılmaya çalışılması da bu durumun altını bir kez daha çiziyor.

İran rejiminin ezik erkeklik ve matem havası üzerine kurulu olduğunu savlayan Mengü de Humeyni’den önce var olan renkli örtülerin siyaha boyanmasına dikkat çekiyor. Türbansız bir iktidarın imkansızlığını bilen İslamcı yönetimin türbanı kadınların kafasına çivilediği (gerçek anlamıyla), makyajlı yüzlere asit attığı, çıplak bacakları jiletlediği İran’da devlet tarafından çizilen bir duvar resmine pembe örtülü bir kadının girebilmiş olması kadınların kazandığı bir mevzi olarak değerlendiriliyor.

Kitabın künyesinde muhabirliğe sendika.org’da başladığı yazan Büşra Cebeci ile Nevşin Mengü’nün ortak çalışması olan “Herkes İstediği Gibi Yaşasın” kitabı benzerlikleri ve farklılıklarıyla iki komşu ülkede, Türkiye ve İran’da kadınların özgürleşme mücadelesini ele alan ve sola görevler çıkaran değerli bir çalışma olmuş. Sadece saçlarına değil hayatına pranga vurulmak istenen, bir ülkede evden uzaklaşıldığında, diğerinde eve girildiğinde kendileri olabilen kadınların bir ülkede bireysel ve yalnız olarak başlayan, diğer ülkede kitlesel ve dayanışma içerisinde süren, bir ülkede aileye, diğer ülkede devlete karşı verilen, özgürleşme mücadelesinin anlatıldığı bu kitap eve kapandığımız bugünlerde açılma genelgesi olarak okunabilir.

Evirmeden çevirmeden not: Eleştirel olma hakkımı kullanacak olursam şeriat yerine devrim demenin rahatsız edici olduğunu söylemem gerekir. Ayrıca eleştiri konusu olmamakla birlikte, yazarların kitapta “başörtüsü” adını tercih etmiş olmalarına rağmen ben bu yazıda “türban” demeye devam ederek kendi duruşumu hissettirmek istedim.


Sendika.Org, yayın hayatına başladığından bu yana işçi sınıfı hareketinin, solun ve genel olarak toplumsal muhalefetin gündemine ilişkin, farklı politik perspektiflerden düşünsel katkılara açık bir tartışma platformu olagelmiştir. Sitemizde yayımlanan yazılar yayın kurulunun politik perspektifiyle uyumluluk göstermeyebilir. Amacımız, mücadelenin gereksinim duyduğu bilimsel ve politik bilginin üretimini zenginleştirecek tüm katkılara, yayın ilkelerimiz çerçevesinde, olabildiğince yer verebilmektir.

Sendika.Org'u destekle

Okurlarından başka destekçisi yoktur