Türkiye sinema tarihi açısından bakıldığında 1970’li yılların ikinci yarısında çekilen bu filmler başta aile, apartman ve okul temaları olmak üzere çeşitli temalar üzerinden ideal tipler oluşturmakta, artan bir şekilde kentleşen Türkiye toplumunun çoğunlukla şehirlerdeki gündelik yaşam biçimlerine dair yansıtıcı ve yer yer de oluşturucu bir görevle hareket etmektedir
1970’lerin sonlarında Yeşilçam sinemasında çekilen filmlerin Türkiye sinema kültürü açısından önemli olduğunu söylemek yanlış olmayacaktır. Bu yıllar Türkiye siyasi tarihinin de en çalkantılı, en istikrarsız dönemi olarak değerlendirmektedir. Birazdan ayrıntılı bir şekilde ele alacağımız bazı filmlerin 1975 ile 1980 yılları arasında çekildiklerini özellikle vurgulayalım ve bu filmlerin 3 soyutlama, kuvvetli metafor üzerinden Türkiye resmi çizerken, bir yandan da Türkiye toplumuna ve Türkiye insanına dair ortak değerlerin yaratılmasına dönük bir çabanın, arzunun ürünü olduklarını saptayalım. Arzu demişken bu filmlerin birçoğunun Arzu film tarafından çekilmiş olduklarını da söylemek yerinde olacaktır.
Bu yazıda apartman (Kapıcılar Kralı – Bizimkiler dizisinin ilham kaynağı), aile (Bizim Aile – Yaşar Usta karakteri, Neşeli Günler) ve okul (Hababam Sınıfı) üzerinden bir üçleme olarak merkeze konacak, ortak değer yaratan, Türkiye resmi çizen bu filmlerin ortak özelliği sadece Arzu film yapımı olmaları değildir. Ertem Eğilmez, Zeki Ökten, Atıf Yılmaz gibi isimlerin çektiği bu filmlerde en belirgin ortak payda umut. Pek çokları için Türkiye’nin en karanlık dönemi olarak görülen, insanların öldüğü, “sol-sağ çatışmasının” daha sonra “kardeş kavgasına son verdik” diyerek lanetlendiği bu yıllarda çekilen bu filmlerin ideal tipler yarattığını Mahmut Hoca, Yaşar Usta gibi söylemek yerinde olur. Kapıcılar Kralı filminin Kemal Sunal tarafından ölümsüzleştirilen köylü kurnazı kapıcısı Seyit ve onun çeşitli insan ilişkileri içerisindeki kaypak, çıkarcı karakteri bile masumiyetin henüz yitirilmediği, bütün Türkiye’nin aynı apartman çatısı altında yaşayabildiği yıllara bir göndermedir.
İlerde daha ayrıntılı bir şekilde çözümlemeye çalışacağımız bütün bu karakterler okulda, aile çatısı altında ve apartmanda şiddetin sirayet edemediği (ya da en fazla kapalı kapılar ardında bırakıldığı), kadınların limonlu turşu satmak için (Adile Naşit karakteri) evlerini terk edip yeni bir hayat kurabildikleri bir Türkiye’nin insanlarıdır. Bu yapay ama inandırıcı masumiyet, herkesin mutlu olduğu, birlikte gülüp, birlikte ağladığı Türkiye imajı çok değil birkaç yıl sonra hatta 1980’lerin sonuna doğru bütünüyle silikleşecek, değerlerin yitirildiğine dair bir kanı giderek kendisi de silikleşen ve sahneden çekilen Yeşilçam sinemasına hakim olacaktır. Bu yapay da olsa, gösterdikleri kadar göstermedikleriyle de önem kazanan ve bütün bir 1990’lı yıllar, 2000’li yıllar televizyon kültürünün değişmezi olacak filmler neden bir daha çekilememiştir? Bu soruyu da içine alacak bir analize girişmek yerinde olabilir.
Türkiye sinema tarihi açısından bakıldığında 1970’li yılların ikinci yarısında çekilen bu filmler başta aile, apartman ve okul temaları olmak üzere çeşitli temalar üzerinden ideal tipler oluşturmakta, artan bir şekilde kentleşen Türkiye toplumunun çoğunlukla şehirlerdeki gündelik yaşam biçimlerine dair yansıtıcı ve yer yer de oluşturucu bir görevle hareket etmektedir. 1975 ile 1980 arasında çekilen filmlerden 15’ini bu yazı kapsamında ele alabiliriz. Bu filmlerin ortak temaları ve daha da önemlisi bir ortak ruhu olduğunu söylemek kesinlikle mümkündür. Bu filmlerden bazıları çok daha belirgin şekilde toplumsal gerçekçi olarak değerlendirebilir. Sürü, Kibar Feyzo, Otobüs, Yusuf ile Kenan politik mesajları çok daha net filmler olarak karşımıza çıkıyor. Ancak bütün bu filmlerde Türkiye’nin kentleşme süreci (köyden kente, hatta Almanya’ya göç ve şehrin sosyal hayatı, insanların gündelik ilişkileri) yansıtılıyor, bu süreçte çeşitli mikro birimlerde okul, aile ve apartman ideal tipler ya da karikatürize edilen ya da hicvedilen anti kahramanlar oluşturulurken, politik bir eleştiri de arka planda filmlere eşlik ediyor. 1980 darbesinden sonra ise neredeyse bıçakla kesilir gibi kesiliyor bu filmler.
Aşağıdaki Neşeli Günler filminden alınan resimden de görülebileceği gibi bu filmlerde kadının bir yeri var. Her zaman belki çok olumlu değil. Kadının daha belirgin şekilde merkeze konduğu filmler daha çok 80lerin ikinci yarısında. Şiddetin ise bu filmlerde pek yeri yok. Naif, romantik komediler ya da gerçekçi, eleştirel dramlar bunlar ama kesinlikle ülkemizin sinema kültürü için çok önemli filmler. Hatta Selvi Boylum Al Yazmalım filminde Türkan Şoray emeği tutkuya tercih ediyor, tercih yapan bir kadın var. Sürü filminde Tarık Akan çok sevdiği eşi Melike Demirağ’ı Ankara sokaklarında sırtında taşıyor.
Bu 15 filme daha fazla film eklemek de mümkün olmakla beraber öne çıkan bu filmlerin ortak bir ruha sahip olduğunu neye dayanarak ileri sürdüğümüzü açalım. Türkiye’nin 1970’lerin ikinci yarısında politik açıdan çok çalkantılı bir dönemden geçtiğini söylemek gerekir. Ak Günlere sloganı ile 70’lerin başından beri etkili olmaya başlayan CHP’nin Ortanın Solu açılımının bu yıllarda etkisini artırdığını görüyoruz. Özellikle 1977 seçimleri Bülent Ecevit liderliğinde Su kullananın, toprak işleyenin sloganıyla sosyal demokrat ve halkçı fikirlerin yüzde 40’ın üzerinde destek bulduğu bir kesit olarak tarihe geçmiştir. CHP’nin ötesine geçen sol hareketler sanat dünyasında da etkili olabilmektedir. Öte yandan ilk olarak 1975’te daha sonrada 1978 ve 1979 yıllarında Süleyman Demirel liderliğinde Adalet Partisi ve MSP ve MHP ortaklığında kurulan sağ Milliyetçi Cephe hükümetlerini de vurgulamak gerekir. Sol ve sağ çatışmasının giderek etkisinin artmakta olduğu düşünülen bu yıllarda Türk sinemasında ise çatışmaya değil ortak değerlere bir vurgu göze çarpmaktadır.
Nedir bu ortak değerler? Emek mi Tutku mu? Belki ikisi de ama emeğe ve emekçiye duyulan saygı aşağıda adı geçen bütün filmlerde belirli ölçülerde mevcuttur. Yaşar Usta karakteri unutulmaz sahnesinde Bak beyim sana iki çift lafım var …sen mi büyüksün ben mi büyük tiradını atarken” Türkiye toplumunda popüler sanat alanında bu güçlü sesin karşı bulması arzulanmaktadır ve belirli ölçülerde de karşılık bulmaktadır. Emekçi insanların onurlu yaşamı fakir ama mutlu bir küçük dünyaya henüz burun kıvrılmamaktadır. Türkan Şoray’ın çok sevdiği, aşık oluğu adama emeği, yani onu ve çocuğunu seven güvenebileceği bir emekçi adamı tercih ettiği Selvi Boylum, Al Yazmalım filmi de benzer bir idealleştirmeye gitmekte, emeği tutkuya tercih eden kadın portresi çizmektedir. Filmlerin, hem de bu kadar ana akım filmlerin ortak teması emeğin yanı sıra masumiyetin ve samimiyetin önemi olarak görülebilir. Türkiye tarihin en çatışmalı olduğu düşünülen döneminde daha masum, daha samimi bir ülke miydi? Bu soruyu yanıtlamayı da yarına bırakalım. Ama Yaşar Usta’dan tutku emek ikiliğinin espriyle günümüz popüler kültürüne kadar uzanmış olmasına da dikkat çekmiş olalım.
Bir diğer ortak nokta ise daha önce de belirttiğimiz gibi okul, aile ve apartmanın makro birimler olarak bu filmlerin hikayelerini yerleştirdikleri zeminler olarak değerlendirilebilir. Okul denince Rıfat Ilgaz’ın ölümsüz eseri Hababam sınıfı çok önemli bir sinema olayı olmuştur. Bu filmi Türkiye sinemasında bu kadar özel kılan nedir? Birçok devam filmi çekilen, sinemanın Tarık Akan, Kemal Sunal, Halit Akçatepe, Şener Şen, Adile Naşit, Münir Özkul başta olmak üzere büyük isimlerini bir araya getiren Ertem Eğilmez ve Arzu film bu filmle neyi yakalamıştır? Okul yukarda belirttiğimiz mikro birimlerden diğer birimler gibi büyük ölçüde içine doğulan bir yaşam alanı. Gittiğimiz okulda yolumuzun kesiştiği insanlarla birlikte bir arada yaşamamız gereken süre bazen Hababam Sınıfı örneğinde olduğu gibi çok uzun bir zaman oluyor. Hele de yatılı okullarda oluşan kardeşlik ve dayanışma duygusu haytalık ve yaramazlık ile iç içe geçiyor. Herkesin hayatından bir şeyler bulabileceği bu film Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluş yıllarından beri bir ortak felsefe olarak dillendirilen sınıfsız, imtiyazsız, kaynaşmış bir kitle yaratılması gerektiği hedefiyle de örtüşüyor. Bu kitleye tabii bir anne ve baba da lazım. Adile Naşit’in oynadığı Hafize Ana karakteri çok önemli. Ancak Mahmut hocanın temsil ettiği idealist, öğrencilerini hem seven hem de onların iyi yetişmesini isteyen cefakar öğretmen modeli en az daha önce bahsettiğimiz Yaşar Usta karakteri kadar sembolik. Hababam sınıfı işte tam da bu sentezi yakalama başarısını gösterdiği için Türkiye sineması için bu kadar önemli ve büyük bir film haline geldi. Bu sentez nedir? Yaramaz ama içten çocuklarla etkileşime girmekten çekinmeyen bir eğitmen. Türkiye toplumunun kaldırabileceği sentez, kendisi kalmak isterken, eğitimin ve sosyal yaşamın yarattığı kaynaşmaya, ortak değerlere yapılan vurgu.
Apartman bir yaşam alanı olarak Türkiye sinemasının bir diğer büyük sinema olayı olarak görülebilecek Kapıcılar Kralı filminin merkezinde durmaktadır. Kapıcı Seyit’in filmin sonunda sahibi olacağı muhtemel ki Beşiktaş, Şişli, Beyoğlu dolaylarında bir apartmanda geçmekte olan film bir Türkiye resmi çizme arzusundadır. Sarhoşu, katili, dolandırıcısı, memuru, kılıbık apartman yöneticisi, bu apartmana bir düzen gerek diyen albayı (Oğuz Atay’ın albayı unutulmamış) ve diğer pek çok Türkiye insanı bir arada aynı çatı altında yaşamaktadırlar. İlerleyen dönemde Umur Bugay’ın senaryosuyla efsane dizi Bizimkilere de ilham verecek bu sinema olayı dönemin kültürel ruhunu en iyi yansıtan bir taşlamadır. Bir film süresine bir ülkenin ruhunu sığdırmak büyük başarı. Nasıl Hababam Sınıfı Türkiye modernleşmesine dair bir sentez çabası ise Kapıcılar Kralı filmi ise Türkiye toplumunun bütün renklerini aynı çatı altında toplamıştır.
Gerçekten öyle mi? Belki 1970’li yılların sonlarında öyle. Ama bu apartmanda oturmayanlar, bu apartmanın dışında kalanlar yok muydu? Aslında günümüzden bakıldığında bu apartman ülkenin etnik ve dini ayrışmalarından muaf gibi görünmekte. Çizilen resim de eksikler var. Şuraya da küçük şirin bir ağaç çizelim kadar yapay olmasa da, Türkiye’de kentleşme 1980’lere gelmeden henüz yüzde 50’yi bulmamış, kente her gelen de o apartmanlarda kendine bir yer bulamamıştı. Bütün bu farkındalığa rağmen bu filmi bu kadar özel kılanın sadece Kemal Sunal’ın büyük oyunculuğu olduğunu söylemek mümkün görünmüyor. Sentez kurmak, ruh yakalamak Türkiye sinemasının bu döneminde gündeme gelen bir olgu. Belki de 1980’lerin ilerleyen yıllarında bu sentez yakalama arzusu başka mecralarda devam edecek olsa da, sinemanın bu dönemde yakaladığı dinamizmi not etmek önemli.
Toplumsal sınıflar arası geçişler ve toplumsal sınıflar arasındaki etkileşim gündeme getirilen diğer filmlerde de mevcut. Yeşilçam sinemasının zengin kız, fakir oğlan aşkı daha gerçekçi bir zemine çekilirken, Yaşar Usta’nın ve ailesinin yaşadığı eski ev, mütevazi ama samimi bir yaşamın mümkün olduğu bir yer olarak dikkat çekmektedir.
Neşeli Günler, Bizim Aile ve Gülen Gözler filmleri aynı dönemin 3 Ertem Eğilmez filmi olarak çok sevilen, günümüze kadar Yeşilçam sinemasının televizyonlarda en çok gösterilen filmleri olmuştur. 3 filmin de ortak özelliği geniş aile, dayanışma kültürü, haksızlığa direnç, masumiyet ve filmlerin mutlu sona bağlanması olarak görülebilir. Zengin-fakir, güçlü-güçsüz arasındaki gerilim hakkaniyetli bir şekilde çözülmekte, ufak tefek gibi yansıtılan gerilimler bardağın boş değil, dolu tarafında odaklanan bir senaryoyla ve güldürü öğeleriyle en sonunda seyircide rahatlama yaratacak şekilde olumlu bir şekilde çözülmektedir. Yeşilçam sinemasının ucuz melodramlarıyla karşılaştırıldığında, çok derin, özel hikayelere yaslanmasalar da bu filmlerde seyirci için daha güçlü bir özdeşlik kurma imkânı mevcuttur. Bu imkânın oluşmasında bütün bu filmlerdeki Yeşilçam sinemasının büyük yıldızlarının payı büyüktür. Şener Şen’in Vecihi karakteri, Münir Özkul’un daha önce ne kadar sembolik olduğunu dile getirdiğimiz Yaşar Usta tipi, Adile Naşit’in sevecen ama çocukları için risk alan anne figürü, Tarık Akan, Müjde Ar gibi dönemin starları bir araya gelmektedir. Bu kadroyu bir araya getirmenin önemi bir yana, bu insanları bütün bir 1970’li yılların çatışma ve politik gerilim ortamında özünde mutlu, sorunları olsa bile çözme gücüne sahip insanlar olarak resmetmek bir tercih olarak görülebilir.
Haklı olarak yapay da bulunabilecek bu mutlu, geniş aile tablosu Türkiye’de ailenin çözüldüğü, geleneksel aileden çekirdek aileye geçişin yaşandığı bir dönemde bir geçmişe özlem ya da dönüşmekte olanı inkar durumu olmakla beraber, dayanışma, emeğin en yüce değer olması, saygı, sevgi, iyi niyet gibi pozitif değerler izleyicide de karşılık bulmakta, onay almaktadır. Türkiye’de sinemanın 1990’lı ve 2000’li yıllarda bir daha bu tür bir masumiyete kolay kolay dönmediğini de eklemek gerekir. Bu yapay, naif tablo 1980’lerin sonunda bütünüyle dağılmakta, hatta bu filmlerin yönetmeni Ertem Eğilmez 1988 yılında çektiği Arabesk filminde kendi sinemasını da dahil ederek bütün bir Yeşilçam sinemasının parodisini, kara mizahını yapmaktadır. Yeşilçam sinemasında en çok gündeme gelen tartışmalardan biri bu sinemanın yapaylığı, sahteliği, özentiliği, taklitçiliğidir. Bütün bu eleştirilere rağmen yukarıda adı geçen filmleri gerçek, özel ve otantik yapan bir dokunuştan bahsetmek yanlış olmayacaktır.
Sonuç olarak bu makalede değerlendirmeye çalıştığımız filmler Yeşilçam sinemasının geç Yeşilçam olarak değerlendirilen 1980’li yıllardaki son dönemine girmeden az önce çekilmiş, çok iz bırakan, geniş kesimleri etkileme gücüne sahip filmlerdir. Ruh yakalayan, sentez kuran, gerçeklikle örtüşmese bile pozitif değerleri savunan, adeta her biri bir sinema olayı olan bu filmlerin aynı yıllarda çekildiğine, birden fazla yönetmenin, başta Ertem Eğilmez, Zeki Ökten ve Atıf Yılmaz gibi isimlerin ülkenin bütün sorunlarına ve çalkantılı politik iklimine paralel bir şekilde sinema alanından yanıtlar üretmeye çalıştıklarını ve sanatın içinde üretilmekte olduğu toplumun gerçeklerine kayıtsız kalamayacağını, birebir yansıtmasa bile sürece müdahale etmeyi hedeflediğini gözlemliyoruz. 1970’li yıllarda Türkiye daha masum, daha içten miydi sorusu ise yanıtlanması çok güç bir soru. Sadece pozitif değerlere, emeğin üstünlüğüne, dayanışmanın gerekliliğine inanan sanatçıların ve bu sanatçıların bu çabalarına kayıtsız kalmayan bir seyircinin varlığına işaret edebiliriz.
Sendika.Org, yayın hayatına başladığından bu yana işçi sınıfı hareketinin, solun ve genel olarak toplumsal muhalefetin gündemine ilişkin, farklı politik perspektiflerden düşünsel katkılara açık bir tartışma platformu olagelmiştir. Sitemizde yayımlanan yazılar yayın kurulunun politik perspektifiyle uyumluluk göstermeyebilir. Amacımız, mücadelenin gereksinim duyduğu bilimsel ve politik bilginin üretimini zenginleştirecek tüm katkılara, yayın ilkelerimiz çerçevesinde, olabildiğince yer verebilmektir.