Eldeki araç, form ve politika tarzlarının, sosyalist ve özgürlükçü güçleri rutinin kısıtlı alanına hapsettiği, buradan yol alınamadığı açık. O halde halkın inisiyatif ve iradesini açığa çıkaracak kongre-meclis-talepler manzumesi türünden yollar aramak; ve bu işe önayak olan sosyalistlerin mümkün ve muhtemel halk hareketinin içinde konumlanmaları neden denenmesin?
Komünistler için öğrenmek, kelimenin geniş anlamıyla dünyaya açık olmak, envai çeşit deneyim-birikimi kendi dünya görüşlerinin sistematiğiyle işleyerek teori ve eylemlerini güçlendirmek yönelimiyle bağlıdır. Bizde verili geleneksel kaynaklardan kafasını kaldırıp “dışarılara” bakanlar pek hoş karşılanmaz, “Çapanoğlu” aranır bu işlerin altında. Eleştirel devrimci bir dünya görüşü olan Marksizm’in ruhuna kökünden yabancı olan bir tür “Marksizm sofuluğu” epeyce itibar görür de; bu “ufacık aşım kaygısız başım” dar kafalılığının, doktrini ya da “dükkanı” koruma adına dünyayı değiştirme işinden feragat etme anlamına gelip gelmediği üzerine pek düşünülmez.
Halbuki Komünist Hareketin tarihinde çığır açan yenilik ve birikimler, rotayı yitirmeden bilinmeyen sulara yelken açanlar sayesinde mümkün oldu. II. Enternasyonal Marksizm’ine göre Avrupa dışındaki dünya bilinmeyen, yabancı, hatta hesap dışı bir alemdi; Lenin tam da bu bilinmeyen sulara yelken açarak 20. yüzyıl devrim ve sosyalizmlerinin kapısını açtı. Cüretkâr devrimci öncülerden biri de Gramsci’dir. “Makyavelizm” ile damgalanma endişesine aldırmadan, burjuva politika “sanatının” bu büyük ustasını inceledi. Makyavelli’nin “Prens” kavramı/metaforunu irdeleyerek, komünist parti ve liderliğin yetkinleştirilmesi için çok önemli sonuçlar çıkardı. “Ne derler” endişesine metelik vermedi çünkü, Makyavelli’yi bir Makyavelist olarak değil, komünist olarak ele aldı. (bkz. Hapishane Defterleri / Gramsci)
Bu -mecburi- girizgahın ardından konuya girelim.
Türkiye, yüz yıllık çalkantılı bir tarihin ardından yeni bir kırılma noktasının eşiğinde. “Kırılma” deyip geçtiğimiz şeyin nasıl acılı ve sarsıcı bir süreç olduğunu anlamak isteyen herkes 1913-23 aralığını incelemelidir. Ki o süreç, bugünkü krize özgürlük ve sosyalizm perspektifinden çözüm arayışları bağlamında da öğretici derslerle yüklüdür. Bir tür “Türk Makyavelizmi” kabul edilebilecek olan Kemalizm’in savaş dönemi tecrübelerinin, bugünün ihtiyaçları bağlamında komünist görüş açısıyla irdelenmesinin önünde engel yoktur.
M.Kemal, son derece yetenekli bir burjuva liderdir. 1919-23 aralığının fırtınalı ortamında, bir dizi savaşlar-iç savaşlar sürecinin sonunda iktidara gelmeyi başarmıştır. Savaşta yenilmiş, yıkıma uğramış bir ülkede, ümitsiz bir manzaranın ortasında ısrarla takip ettiği bir iktidar stratejisini uygulama iradesi göstermiş, sınırlı güçlerini büyütmeyi başarmış, toplumsal meşruiyet yaratacak araçlar önermiş, farklı mücadele ve örgütlenme biçimlerini senkronize edebilmiş, değişken ittifaklar kurmuş ve nihayet Türk burjuvazisini iktidara taşımıştır: Burjuva-bürokratik iktidar aygıtı olan TC devleti bu savaşımların sonunda kuruldu.
Sürecin kilit halkası olan kongrelere (Erzurum, Sivas, Balıkesir, Alaşehir) lise tarih dersinin sıkıcılığı içinde değil de gerçek tarihteki rolleri açısından bakarsak, oradaki parlak liderlik kabiliyetini görebiliriz.
Kongreler; 1) İttihat Terakki kalıntısı Karakol Cemiyetinde, Müdafaa-i Hukuk Cemiyetlerinde örgütlenen ve birbirleriyle rekabet halinde olan, savaş kaybedip ülkeyi batırmış son derece itibarsız kadroların, yeniden önderliğine soyundukları mücadeleyi toplumsal bir meşruiyet temeline oturtmuş, halk desteğinin (ya da halkın “desteğe zorlanmasının”) yolunu açmış, 2) İstanbul’a karşı hızla ikili iktidar organlarına dönüşmüş, 3) İttihatçı kadroları hem “örtmüş” hem de bu örtünün altında (ya da sayesinde) hareketin liderliğine taşımıştır.
Kemalistlerin örgütlediği kongreler ayan-eşraf takımına dayanıyordu, alt sınıfların temsili yoktu vs., bunlar doğru ve ayrı konu; “kongreler” son derece yaratıcı örgütsel-politik araçlardır. Ve M. Kemal’in yanı başındaki sovyet tecrübesini kendi burjuva amaçları bakımından ele almış olabileceği de yabana atılamaz.
Kemalistler sosyalist sovyet tecrübesinden kendi burjuva kongreleri/amaçları için yararlandılarsa; biz de onların üst tabaka kongreleri tecrübelerinden işçi, emekçi, ezilenler kongreleri/meclisleri doğrultusunda neden yararlanmayalım?
Kongre ve öncülük meselesini bina ve kolonlarına benzetebiliriz; kolonsuz binalar daha ikinci katı çıkılmadan çöker, salt kolonlardan ibaret bina ise hiçbir işe yaramaz, ağaç kovuğu kadar olsun korunak sağlamaz: Biri olmadan diğeri olamaz. Kolonlarıyla, diğer yapı malzemeleriyle sağlam binalar apaçık belli olur. Hiçbir binada kolonlar “ben buradayım” diye bağırmaz; fakat yapının içine “gömülü” kolonlar sayesinde binaların ayakta durduğunu da herkes bilir.
Tarihin yeni bir kırılma kavşağında, bugünün Türkiye’sinde kavranacak halka, tüm burjuva politik aktörlerden bağımsız, özgürlükçü bir halk iradesinin inşasıdır. Bu iradenin örgüt biçimlerini, şiarlarını, inşa yol-yöntemlerini, gelecekte nereye yöneltilmesi gereğini vb. gözeten bir öncü kavrayış bu işe soyunabilir ancak. Örneğin, bölge bölge toplanacak demokrasi ve özgürlük kongrelerinde kabul edilen talepler manzumesi ve seçilen halk meclisleri, ısrarlı bir çabayla yavaş yavaş zemin tutmaya başlayabilir. Sağdan soldan medet ummaktan, dayatılan gündemlerin peşinden sürüklenmekten kurtulup, halkın kendi gündemini kendi öz örgütlülükleri üzerinden “dayatmaya” başlamasına geçilmeden ne bağımsız bir halk hareketinden ne de devrimci öncülükten söz edilebilir. Eldeki araç, form ve politika tarzlarının, sosyalist ve özgürlükçü güçleri rutinin kısıtlı alanına hapsettiği, buradan yol alınamadığı açık. O halde halkın inisiyatif ve iradesini açığa çıkaracak kongre-meclis-talepler manzumesi türünden yollar aramak; ve bu işe önayak olan sosyalistlerin mümkün ve muhtemel halk hareketinin içinde konumlanmaları neden denenmesin? Kazandıracakları şüpheli görünüyorsa şöyle soralım: Ne kaybederiz?
Günübirlik mücadelelerin ötesinde, sosyalist ve özgürlükçü güçler böylesi bir iddia ve iradeye sahip midir? CHP despotizmine karşı halkın desteğini istismar etmek için DP gericiliğinin 1950’de attığı “Yeter! Söz Milletin!” şiarının bugünkü özgürlükçü, halkçı ve sosyalist karşılığı olan, “Yeter! Halk kaderine el koyuyor!” şiarıyla Türkiye ve Kürdistan’ın her yerinde “Demokrasi ve Özgürlük Kongreleri”nin örgütlenmesine girişilemez mi?
Saray rejimini devirmekten çok, aşağıdan gelebilecek halk hareketlerini şimdiden söndürmekle meşgul bir “muhalefet” varken, CHP’den yakınmak yerine, tam da siyasal alandaki büyük boşluğu özgürlükçü-devrimci bir seçenekle doldurma imkânı neden denenmesin? “CHP’yi sola çekmeyi dert edinenler” bile buraya yoğunlaşmalıdır; çünkü halk sola kaymadan “CHP solculaşmaz”: Bkz. son altmış yıllık siyasi tarih.
Ezcümle halk kan ağlıyorken, “bunun zemini var mı yok mu” tartışmalarına boğulmak anlamsızdır. Zemin vardır da niyet ve yetenek var mıdır; tartışılacaksa bu tartışılsın.
Bu tip oluşumlar son derece esnek biçimler altında, siyasi ayrımların ötesinde işçi, emekçi ve ezilenlerin talepleri temelinde birleşmesini, halkın temsil organlarının örgütsel biçiminin açığa çıkarılmasını sağlayabilir. Sosyalistler, demokratlar, anti-faşist güçler çiğ bir “önderlik” rekabetine tutuşmak yerine, el birliğiyle kongreler-meclisler inşasına girişebilirlerse bu işi başarmanın önünde hiçbir engel yoktur. Önderliğin şahikası da budur; bayrak sallama, yanındaki gruba üstün gelme yarışı vs. değil.
Bu tip kongre-meclislerin yaygınlaşması; 1) parçalı ve dağınık mücadelelerin birleşik bir mücadele örgütüne, 2) ısrarla izi sürülecek talepler manzumesine, 3) kadın dayanışma ağlarının ve Boğaziçi direnişinin gösterdiği üzere, farklı mücadele öbeklerini ezdirmeksizin toparlarken, rejimin militarist aygıtlarının yıkıcı gücünün “kullanılmasını” -şimdilik- boşa düşüren bir meşruiyet temeline, 4) halkın kendi mücadele tecrübeleriyle yaşadığı öğrenme süreçlerinin sağladığı birikim ve özgüvenle, faşizmle savaşımın kaçınılmaz gereği olan sert mücadele-örgüt biçimlerine geçişe; ezcümle halklarımızın faşizmle kıran kırana mücadeleye girişebilmesine yol açacaktır. Kelimenin gerçek ve mecazi anlamında “top güllelerine” dayanıklı bina-kolon diyalektiği; halkı nesne olmaktan kurtarıp özneleşmesini sağlayan örgütsel-siyasal tecrübeler içinde işçi ve ezilenlerle kaynaşmayı başaran devrimci öncü/yapıların da bileşik yeniden-inşası sayesinde mümkün olacaktır.
Böylesi bir dönemsel stratejik plan dolayımlar, esneklik, yaratıcılık, irade, farklı mücadele ve örgüt biçimlerinin senkronizasyonu, bir aşamadan diğerine ustalıklı geçişler; fırsatlardan faydalanma ya da gereksiz tehlikelerden kaçınmayı gözeten, nerede duracağını nerede vuracağını bilen bir politik liderlik kabiliyetini gerektirir.
Başarabilecek miyiz?
Yoksa olayların akışı içinde hazan yaprağı gibi sürüklenip gidecek miyiz?
Çok geç olmayan bir tarihte bu soruların yanıtını alacağız.
Sendika.Org, yayın hayatına başladığından bu yana işçi sınıfı hareketinin, solun ve genel olarak toplumsal muhalefetin gündemine ilişkin, farklı politik perspektiflerden düşünsel katkılara açık bir tartışma platformu olagelmiştir. Sitemizde yayımlanan yazılar yayın kurulunun politik perspektifiyle uyumluluk göstermeyebilir. Amacımız, mücadelenin gereksinim duyduğu bilimsel ve politik bilginin üretimini zenginleştirecek tüm katkılara, yayın ilkelerimiz çerçevesinde, olabildiğince yer verebilmektir.