Patriyarkanın sunduğu “özgürlük” pazarında hayatımızı bulmaya çalışmak mı? – Gülşah Şahin (Feminist Üniversite)

Şilan bizlere cezaevinden yolladığı mektuplardan birinde “hayatımın en güzel konukları feministlere” diyordu; hayatlarımız için patriyarkanın sunduğu “özgürlük pazarı (!)”na ihtiyacımız olmayabilir. Belki de esas ihtiyacımız hayatımıza bir feministi konuk etmek, feminist mücadeleye konuk olmak ve en sonunda feminist mücadelenin kendisi olmaktır

Patriyarkanın sunduğu “özgürlük” pazarında hayatımızı bulmaya çalışmak mı? – Gülşah Şahin (Feminist Üniversite)

Hayatımızı daha “yaşanılabilir” bir hale getirmeye çalışıyoruz, hem de pandeminin -yine patriyarkal kapitalizmin krizinin bir sonucu olan dünya geneli salgının- ortasında. Bu bazen eve 20.00 değil de 19.00’da dönmek, bazen kıyafetlerimizi gideceğimiz ortama göre seçmek.. Örnekler daha çoğaltılabilir, ama varacağımız nokta yine iktidarın “makbul kadın” çerçevesi içindeki güvenli(!) yerimiz olacaktır.

Feminist ilkeleri hayatımızın içine yedirmek, en yakınımızdaki kadınla başlayarak birer “feminist ütopya” kurma niyetindeysek eğer; en başta şunu söylememiz gerekir: “Feministler birbirini yargılamaz, anlamaya çalışır. Çünkü her kadın+nın çelişkisi, koşulları ve deneyimleri farklıdır. Bu yüzden feminist yaşamı da farklıdır. Zaten yaratmaya çalıştığımız dünya da bu farklı feminist yaşamların tüm güzelliği ve renkleriyle bir araya getirdiği feminist ütopyadır.” O yüzden bu yazının belki de en son amaçladığı şey feministlerin yaşamlarını yargılamak.

Esas amaç günlük yaşamımızda “hayatta kalabilmek” için kendimizi istemediğimiz durumlarda bulma halimizin sebebini açığa çıkarmak. Özgür olamayışımızın, kendimizi bir erkeğin onayına-beğenisine göre şekillendirişimizin kaynağına inmek ve bu kaynağı yok etmek. Aslında feminist özsavunmayı atölyelerden çıkarıp günlük hayatımız için birer “feminist hayatta kalma yöntemi” haline getirebilmek. Hangimiz rujumuzun rengini daha açık seçmedik, bacaklarımız kapalı oturmadık, kendimizi güvende hissetmediğimiz bir ortamda kullanılan cinsiyetçi dile göz yummadık, cinsellik konusunda pasif ve “rızası alınan” taraf olmadık? Bu ve benzeri durumların en az birini hepimiz yaşadık, kendimizi bu çelişkinin içinde bulduk bir anda.

Kendi feminist bir yaşam sürmeye çalışma deneyimlerimi gözden geçirdiğim zaman bunların birçoğuna rastlıyorum, çünkü aslında doğduğumuz andan itibaren- belki de çok daha öncesinden- zihnimize ve bedenimize işlenen bir kod “makbul kadın” olmak. Yazılım dilleri oluşturulurken en başta dilin yapısına müdahale etmek kolayken belli bir süre sonra gittikçe zorlaşır, bu durum da ona benzer aslında. Tabi ki amacım genelleme yapmak değil, çünkü her kadın+nın özgürleşme süreci de kendi içinde öznel koşullar barındırıyor. Kastetmek istediğim; patriyarkanın bazı kodları binlerce yıllıkken bazı kodları daha yeni olabiliyor, çünkü dönemine göre kendini var etmesi için kadın+ düşmanlığı üzerinden yeni kodlar yazması gerekiyor. Peki “daha güvenli” hayatlar yaşamak için patriyarkanın kodlarına göre hayatımızı şekillendirirken güvende miyiz gerçekten? Patriyarka ile işbirliği yapmak -bunun karşılığı tam olarak kadın+ düşmanı olmayı gerektiriyor, tıpkı çıplak arama gibi bir cinsel suçu “neden 1 yıl sonra açıkladın?” sorusunu sorma görevi gibi- bizi hayatta tutabilir mi? Veya ne kadar süre hayatta tutabilir? Hayatta tutmadığını biliyoruz, deneyimledik veya şahit olduk. “Hayatta kalma”nın karşılığının sadece nefes almak olmadığını da biliyoruz. O yüzden zihnimiz ve bedenimiz travmalarla dolu bir şekilde, en yakınımızdaki -fiziksel anlamında olmak zorunda değil- feministten güç alarak yaşamın bir yerinde kendimizi, benliğimizi var etmeye çalışıyoruz. Bizi patriyarkanın “makbul kadın” çerçevesi içerisine iten uyandığımız dakikadan başımızı yastığa koyduğumuz ana kadar iktidarın gelen saldırılarının tamamını göğüsleyememek olabilir, bu saldırıları sadece bizim yaşadığımızı düşünmek olabilir, bu gerekçeler daha çoğaltılabilir. Ki eminim yazının bu kısmını okurken hepimiz kendi gerekçemizi aklımızdan geçireceğiz. Bu gerekçeleri aklımızdan geçirirken kendimize şunu sormayı deneyelim bu kez: “güvenli alan ne demek, benim güvenli alan tanımım nedir, şu an güvende miyim?” İktidar açısından güvenli alanın karşılığı patriyarka ile işbirliği anlamına geliyor, bunu biliyoruz. Peki ya patriyarka ile işbirliği içinde olan kadın+lar güvende mi?

Bu soruyu sormakla bırakmayıp cevap verelim: HAYIR. Çünkü patriyarkanın -ülkemizdeki temsili AKP iktidarının- “makbul kadın” çerçevesi hızla değişiyor, değişmek zorunda. İçinde olduğu krizi yönetmek ve hatta çözmek için makbul kadın çerçevesini gittikçe daraltmak zorunda, zira özellikle son zamanlarda itaat etmeyen-aşağıya bakmayan kadın+lara tahammülü kalmadı. Makbul kadın çerçevesinin neden sürekli değiştiğini, özellikle son süreçte farkın neden çok daha görünür olduğunu biraz daha açmak gerekirse; kapitalizmin içerisinde bulunduğumuz krizi daha fazla emek sömürüsü ve daha fazla kar gerektiriyor. Bu da aslında beraberinde kamusal alan ile beraber özel alanlardan biri olan evlerimizdeki görünmez kadın emeğinin artmasına karşılık geliyor. Kampüslerimizden aile evlerine dönüş sürecimizi gözden geçirelim, online derslere giremeyişlerimizin sebebi bazen bir erkeğe çay götürmek iken bazen ev temizliğiydi. Ev içini eşit ve feminist bir alan haline getirmeye çalışırken iş bölümünün büyük bir kısmının evdeki diğer kadınlarla birlikte üstümüze yıkıldığını deneyimledik. Bunun psikolojik yükümlülüğü ile beraber, evdeki kadınların emek sarf ettiği erkeklerin ise sistem tarafından atanan “erkeklik” ayrıcalığını devam ettirdiği bir denklem içinde bulduk kendimizi. İşte bu da ataerkil pazarlık aslında; evdeki yaşlı, çocuk ve engellilerin bakımıyla ilgilenen kadın “görevini” bize devrettiği zaman kendimizi yapmak zorunda hissedişimiz de, o da , bu da, şu da… Bir yazıda denk gelmiştim, iktidar kadınlara görünmeyen emeğinin karşılığını ödemeye kalksa ülkenin dış borcunun 3 katı gibi bir meblağ çıkıyor ortaya, gerisini siz düşünün.

Görünmeyen emek üzerine bu kadar konuşmamızın amacı patriyarkal kapitalizmin krizini -şaşırmadığımız bir şekilde- kadın+lar üzerinden kotarmaya ve aslında faşizminin yeni dinamiklerini
ilk kadın+lar üzerinde deniyor olduğunu açığa çıkarmak. Boğaziçi Direnişi’nde Havin ve Yıldız’a yöneltilen çıplak arama dayatması, ölüm ve tecavüz tehditlerine şahit olduk. Tabii ki bununla sınırlı kalmadı, kalmayacağını biliyorduk da. Maltepe Kadın Platformu’nun 8 Mart için yaptığı direnişler sergisinde polisin ablukasını da gördük, Erdoğan talimatıyla inşaatına başlanan kadın üniversitesinin de.. Bu krizini kotarmaya çalışma ve yeni şiddet aygıtlarını kadın+lara yöneltme durumunun da gösterdiği şekliyle artık bir şeyden çok daha eminiz: Hiçbir kadın+ nın patriyarkal kapitalizm içerisinde güvenli alanı yok, bizlere sunulan o özgürlük pazarları aslında birer balon. Bir kadına şiddet uygulama gerekçesi olarak bazen tayt giymeyi sunabiliyor iktidar, bazen hamile sokağa çıkmayı, bazen ise akşam saatlerinde iş görüşmesine gitmeyi. Hatta bazen sokağın karanlık olması, yüzümüzün karanlıkta görünmemesi bile şiddetin gerekçesi olabiliyor. Tüm bu “gerekçeler” önümüze sunulurken, ne zaman hangi sebepten dolayı, makbul kadınlık çerçevesini nasıl ihlal ettiğimizi bile tarifleyemezken şiddete uğradığımız bir dünyada; tek güvenli alanımızın feminist toplanma alanları olduğuna dair inancımız giderek artıyor.

Özgürlük pazarında iffetli kadından sosyal medya hesabını “makbul” kullanan kadına kadar birçok model var da, hayatlarımız yok!

Sosyal medyadan taciz ediliriz ve “e sen de bikinili fotoğraf atmasaydın, hesabını kilitleseydin” karşılığını alırız, çıplak aramaya maruz bırakılırız “e sen de 1 yıl susmasaydın, iffetli olsan 1 yıl
beklemezdin” karşılığını alırız, partnerimizle kavga ederiz “e sen de alttan alsaydın, idare etseydin” karşılığını alırız, istemediğimiz bir şeyi yapmayız “e sen de abarttın, hatırım için yapsaydın” karşılığını alırız.. “E sen de yeter!” dediğinizi duyar gibiyim, ben de örnekleri sıralarken daraldım. Yukarıda saydığım örnekler bize bir şeyler çağrıştırıyor mu? Yaşamımızda “sıkıntı çıkmaması” için başvurulan yollara benziyor sanki. Tacize uğruyoruz ve tam teşhir edecekken “bununla mı uğraşacaksın şimdi, dünya kadar iş” diyor yanı başımızdaki ses. Çünkü sıkıntı çıkması patriyarkanın üzerine kaşıntı tozu atmaya benziyor, öyle kaşınıyor ki görevi olan kadın+ ya yönelik saldırıyı bir süreliğine gerçekleştiremiyor.

Özgürlük pazarından bir model seçip hayatımıza giydirdiğimiz zaman saygıdeğer, iffetli, hanım hanımcık, ağır kadınlar oluyoruz. Yaptığımız işler, eserlerimiz, önerilerimiz ve çok daha fazlası önce makbul kadın süzgecinden geçiyor. Bu süzgeçten geçmeyi başarabilenler arkasına mağdur babaları da alarak feministlere saldırmaya devam ediyor tabi, orası ayrı. Onaylanmak, beğenilmek ve var olmak için patriyarkanın sunduğu özgürlük pazarına ihtiyacımız yokken; öyle güzel pazarlıyor ve aslında ona ihtiyacımız olduğunu hissettiriyor ki, kendimizi bu pazarın sermayesini büyütürken bulabiliyoruz. Yani aslında patriyarkal kapitalizm kadın+lara sunduğu ve yaşamsal bir ihtiyaç gibi hissettirdiği özgürlük pazarında büyüttüğü sermayeyle var ediyor kendisini. Diğer krizlerinden olduğu gibi bu krizinden de bu sermaye ile çıkmayı ümit ediyor olsa gerek. “Peki ya bu sahte özgürlük pazarlarının karşısında nerede konumlanacağız biz feministler?” sorusuna cevap olarak da feminist toplanma alanları ve nihayetinde yaşamlarımızda inşa ettiğimiz feminist ütopyalar geliyor haliyle.

“Nasıl bir çıkmazdayız ve bu çıkmazdan nasıl çıkacağız” sorusunu soruyoruz hepimiz. Yukarıda sorduğum sorular beni de günlük yaşamım içinde sürekli rahatsız eden, zaman zaman ikilemde
bırakan, bazılarına cevap bulamadığım sorular. Ama cevap bulabildiklerim de var tabi. Mesela özgürleşme sürecinin feministlerle çok daha kolay olduğunu, “patriyarkaya karşı feminist toplanma
alanları”nda bir araya gelmenin güçlendirdiğini- eğlendirdiğini öğrendim. Yılda birkaç kez gördüğünüz bir kadının feminist yoldaşınız olabileceğini, 8 Mart’a giderken tamamen siyasi bir kararla tutuklu olmasına rağmen gücünden hiçbir şey kaybetmediğini gördüm- tanık oldum. Şilan bizlere cezaevinden yolladığı mektuplardan birinde “hayatımın en güzel konukları feministlere” diyordu; hayatlarımız için patriyarkanın sunduğu “özgürlük pazarı (!)” na ihtiyacımız olmayabilir. Belki de esas ihtiyacımız hayatımıza bir feministi konuk etmek, feminist mücadeleye konuk olmak ve en sonunda feminist mücadelenin kendisi olmaktır. 8 Mart’a giderken tırnağımıza taş değmesin, en yakınımızdaki kadın feminist yoldaşımız olsun, özgürlük pazarının sermayesi de yerin dibine batsın!

Kaynak: Feminist Üniversite

Sendika.Org'u destekle

Okurlarından başka destekçisi yoktur