Nasıl ışıltılı bir heyecan parlıyordu gözlerinde. Bu cüsseli adamın böyle çocuk heyecanıyla, merakla, hayretle, kızdığında çakmaklanıveren parıltılarla bakmasına şaşıp kalmıştım o akşam. Sonraları tanıdıkça çözdüm o bakışların sırrını. Erdem gibi insanların içinde o kadar çok heyecan, tutku, özgürce yaşama isteği birikir ki, dilleri kifayetsiz kalır içlerindekini dökmeye, gözleriyle konuşurlar
Pandemiden beri daha sık arar oldum bizimkileri, havadan sudan da olsa iki çift laf edip seslerini duyuyorum. Bir gariplik vardı annemde o akşam. “Ne oldu, bir şey mi var” diyorum. Zorlanarak, “oğlum, kötü haber var” diyor, “Erdem’i kaybettik…”
İçime acı oturuyor.
Annemi yatıştıracak kırık dökük bir şeyler söylüyorum. Hapishane yaşamımız boyunca defalarca misafir olmuştu Erdem’lere annem. Onun ve tutsak ailelerinin dayanışmasını, arkadaşlığını hiç eksilmeyen bir vefa ve sevgiyle anar hala. “Erdem’i kaybettik” derken, evladı kabul ettiği bir sosyalisti yitirmenin acısı oturmuştu sesine.
Annemi yatıştırmaya çalıştım. Sonra kendi acımla baş başa kaldım…
İlk kez 1995’te, Kazım Bakış’ın evinde karşılaştım Erdem Koç’la. Sonraları Limter-iş Genel Başkanı olan Kazım Bakış, İsviçre’de yaşamına son verdi. Devlet güçleriyle çatışmada yaşamını yitiren Partizan gerillası ağabeyi Hayrettin Bakış’ın yanında, Dersim dağlarının koynunda yatıyor şimdi.
Kazım ve Erdem’le Yakacık’taki evin mutfağında oturduğumuz masa başı beliriveriyor bir anlığına sisler içinde…
Neler konuştuk acaba? Hasan’ın (Ocak) acısı çok yeniydi, belki Hasan’dan söz ettik içimiz yanarak… Bölük pörçük görüntüler… Demli çay, sigara dumanı, Gülsün’ün çalıştığı ayakkabı fabrikasında yapılacak örgütlenme çalışmaları, fabrikadaki komik olaylar, Kazım’ın saz çalıp söylediği türküler ve Erdem’in gözleri…
Nasıl ışıltılı bir heyecan parlıyordu gözlerinde. Bu cüsseli adamın böyle çocuk heyecanıyla, merakla, hayretle, kızdığında çakmaklanıveren parıltılarla bakmasına şaşıp kalmıştım o akşam. Sonraları tanıdıkça çözdüm o bakışların sırrını. Erdem gibi insanların içinde o kadar çok heyecan, tutku, özgürce yaşama isteği birikir ki, dilleri kifayetsiz kalır içlerindekini dökmeye, gözleriyle konuşurlar. Gözleriyle öfkelenir, heyecanlanır, kırılır, ister, sever ve gözleriyle kucaklarlar sizi. Ne kadar farklı özellikleri olursa olsun Erdem gibi, Süleyman (Yeter) gibi, Ayfer gibi insanlar en çok gözleriyle çiçeklenirler hayat ırmağının içinde.
Ara ara görüştük Erdem’le ilk karşılaşmamızdan sonra. Ben yeraltındaydım, Erdem de kısa süre önce aranır duruma düşmüştü. Sonunda karşıda, Basın Sitesi taraflarında bir ev tutuldu, kızı ve eşiyle yeniden bir araya gelebildi Erdem. Ben de yanlarına yerleştim. Daha doğrusu hep beraber yerleşmeye çalışıyorduk ki, operasyon geldi kapıya dayandı. 9 Eylül 1996; sonraları “gelenekselleşen” 10 Eylül operasyonlarının ilki. Örgütümüzün İstanbul Avrupa yakasını hedefleyen, 22 gözaltıyla büyük oranda çökerten ve devamı da gelen operasyonlar silsilesinin önemli halkalarından biri. Beni Yayla taraflarında körüklü belediye otobüsünü çevirerek aldıkları anda evi basmışlar, Rahşan’ı da almışlardı. Rahşan liseyi yeni bitirmişti, güç bela bir şeyler denkleştirip üniversite hazırlık kursuna gönderiyorduk. Son bir yıl içinde hayatı altüst olmuştu gencecik kızın. Babasının evden ayrılması, gizli gizli bilmediği bir semte taşınma, tam kavuştuk derken operasyonla her şeyin alt üst olması, polis ve işkenceyle tanışma…
Kısa süre sonra Erdem de yakalanıp getirildi.
Sonrası malum. Ağır işkenceler, ifade vermememizin, “örgüt tüzüğüne uygun davranış, dolayısıyla örgüt üyeliğinin delili” olarak savcılık iddianamesine girmesi, haftalar boyunca bir lokma ekmeği bile koparamama, arkadaşların doğrayıp önümüze koyduğu lokmalar, arkadaş yardımıyla banyo yapabilmek…
Erdem’in kollarında geçmeyen ağrılar, karıncanlanmalar belirdi bir süre sonra hapishanede. “Pencere önünde yatma, yatağını değiştir” dedik, pek bir faydası olmadı. Bedeni de ruhu da yaralıydı Erdem’in, “kızına yapılacak işkenceyi izlettirmekle” tehdit edilmişti, kabullenemiyordu bunu.
Dışarıdan gelen bir haber de gördüğü işkenceler kadar sarstı Erdem’i.
12 Eylül yıllarında örgütle bağı zayıfladığında Arabistan’da işçi olarak çalışmış, kendi ailesinden hiç ayırmadan babasız kalan yeğenlerine de bakmıştı. Arabistan dönüşü Gülsuyu’nda açtığı mini marketle geçimini sağlıyor, devrimci faaliyete de omuz veriyordu. Kazlıçeşme tabakhanelerinin ortasında bir Haydar Bakkal’ımız vardı; kaş göz işaretiyle, bi göz kırpmayla devrimcileri nice tehlikelerden korumuştur yıllarca. Erdem’in mini-marketinin de devrimcilere epeyce “göz kırptığını” tahmin etmek zor değildir herhalde… Aranır duruma düştüğünde marketi yakın akrabalarına bırakmıştı. Hapishaneye düştüğünde ise düpedüz üstüne yattı akrabaları marketin. Markete değil en sevdiği yerden kırılmasına yanıyordu. Bir de Rahşan’la annesinin nasıl geçineceğine dertleniyordu. En yakınlarından gelen bu… her neyse, derinden yaralıyordu Erdem’i.
Kısa süre sonra tahliye oldu.
Çok geçmeden de felç olduğu haberini aldık. Yardım almadan, yürüyemiyor, ihtiyaçlarını gideremiyor, doğru dürüst konuşamıyordu. Çok sevinmiştik tahliye olduğunda, ailesini toparlar, Gülsuyu’ndaki çalışmalara omuz verir, bu arada sağaltır yavaş yavaş acılarını diye. Olmadı. Bedenindeki ve ruhundaki acılar felç etti Erdem’i. Sonra yavaş yavaş ümit verici haberler gelmeye başladı. Tutunarak yürümeye başlamıştı, konuşması açılıyordu. Derken Kartal’daki Atılım bürosuna gidip gelmeye başladı, nihayet büronun sorumluluğunu üstlendiği haberini aldık sevinçle! Herhalde çakmak çakmak gözlerle, “verin anahtarı, ben açacağım büroyu!” demiştir. Bir mucizeyi gerçekleştirerek iyileşti Erdem. Ya da hayata ve kavgaya tutunarak ayağa kalkmanın mucizevi hikayesini yazdı. Harabeye dönen bedenini, gözlerindeki sönmeyen ışıltının tutup ayağa kaldırdığına inandım nedense hep.
Erdem’in hikayesi bir “mağduriyet” hikayesi değildir, nefret ederim böyle şeylerden. Emekçilerin ezici çoğunluğu Erdem’in yaşadıklarını göze almadan memlekete özgürlük ve sosyalizmin gelmeyeceğinin hikayesidir; birkaç öncü değil, emekçi milyonlar Erdemin yürüdüğü yollardan yürümeden özgürlük ve sosyalizm fethedilemez.
Hapishanede anlattığı bir hikâyeyi hiç unutmam.
Gülsuyu’daki marketi açtıklarında yakınlardaki boş bir evi kiralamak istiyor. Ev sahibi vekili Erdem’in ödeyemeyeceği yüksek bir kira istiyor, bizimki de verebileceği kirayı söyleyip, evi tutmakta ısrar ediyor. Durumunu biraz toparladığında kirayı artırabileceğini söylüyor vs. Sonuçta Güngören taraflarında oturan ev sahibi ile görüşmeye karar veriyor, kalkıp gidiyor. Çaylar demlenip hoş beş edildikten sonra Erdem konuyu açıyor. Daha sözünü tamamlamadan ev sahibi, “al anahtarı git, ev senindir, ne ödeyebiliyorsan onu öde” diyor. Ve Erdem’in şaşkınlığı geçmeden soruyor, “Beni tanımadın değil mi Erdem”? “Tanımadım” diyor Erdem. “Ben o evi sizin sayenizde kurdum” diyor adam, “1980 öncesinde siz polisle, mafyayla, faşistlerle çatışarak savunmasaydınız mahalleyi, o ev de olmazdı, seni o günlerden hatırlıyorum”.
1970’lerde, 80’lerin sonunda, 90’larda bir fırtına esti geçti, ardında bunlar kaldı işte.
Devrimin izleri, Erdem’in, Erdemlerin izleri…
Erdem ve Erdemler devrimin halk toprağıdır; oraya tutunamayan devrim ağacı köksüz kalır, kurur gider. Ama bir kez köklerini Erdemlerin halk toprağına salarsa bereketli nehirler gibi gürüldeyerek akar. Bugünkü “vurgun yemiş” hallerimiz o topraktaki köklerimizin zayıflamasından, oraya kök salamamaktan değil mi biraz da?..
Sabah kalktım, aklıma düştü. Balkonda sabah kahvesiyle günü karşılarken, içeriye Şehnaz’a seslendim: “Süleyman’la ilgili paylaşım yapmayı unutmayalım bugün.” “Gece yatmadan önce yaptım bile, merak etme” diyor.
Süleyman’la son görüşmemiz geliyor aklıma. Sakarya hapishanesindeki tünelimiz sonlara yaklaşmıştı. Süleyman gece siyahı bir kadife pantolon getirmişti bana, ışıl ışıl gözleriyle karşımda duruyordu görüş kabininde. Nerden bilirdim son görüşmemiz olduğunu… Çok geçmeden aynı yerde aldım acı haberini. Görüş kabini alev aldı, erimiş akkor bir kafese döndü, küllerimi toplayıp götürdüler herhalde koğuşa.
O anın yakıcı izi, zamanın sisi ardından yoklayıp geçti yüreğimi sabah vakti.
Aynı günün akşamında annemin acılı sesinden aldım Erdem’in haberini. Kriz en temiz yerinden vurmuş, atmaz olmuştu Erdem’in kalbi…
Operasyonun ardından basına “görücüye çıkarıldığımızda” -bizi “teşhir” etmek için arkasına dizdikleri masayı, işkencecileri teşhir kürsüsüne dönüştürdük-, zamanın gazetelerinden biri Rahşan ile beni aynı karede gösteren bir fotoğrafı basıp, altına da, “Cani baba kızını da örgüte soktu!” diye yazmıştı.
Ben şimdi kızıma nasıl başsağlığı dileyecektim?..
Kazım Bakış’ın yanına gömülmeyi vasiyet etmiş Erdem.
Yakacık’taki evde etrafında toplandığımız masamız dağıldı, “bir acı yel kaldı geriye”, bir de Kazım’ın sazının ezgileri, Erdem’in çocuk gözlerindeki ışıltı…
Ezgilerinizdeki özlem, gözlerinizdeki ışıltı bir gün yeryüzünün ufkunu aydınlatacak yoldaşlar.
“Elbet bizim sokağımız da bayram gelecek”; ve o gün orada siz de olacaksınız!
*Erdem Koç ESP üyesiydi.
Sendika.Org, yayın hayatına başladığından bu yana işçi sınıfı hareketinin, solun ve genel olarak toplumsal muhalefetin gündemine ilişkin, farklı politik perspektiflerden düşünsel katkılara açık bir tartışma platformu olagelmiştir. Sitemizde yayımlanan yazılar yayın kurulunun politik perspektifiyle uyumluluk göstermeyebilir. Amacımız, mücadelenin gereksinim duyduğu bilimsel ve politik bilginin üretimini zenginleştirecek tüm katkılara, yayın ilkelerimiz çerçevesinde, olabildiğince yer verebilmektir.