1950-1990 yılları arasında “altın çağı”nı yaşayan askeri faşist diktatörlükler, bağımlı ülkelerde iktidardaki faşizmin tipik biçimini olarak dikkati çekerler. Paraguay, Guatemala, Brezilya, Uganda, Bolivya, Şili, Arjantin, Pakistan ve Türkiye bunlardan bazılarıdır. Ne kadar kendi ülkelerinin şeklini alırlarsa alsınlar, yine de ortak bir küme oluştururlar
Faşizm, emperyalizmin kolunun uzandığı dünyanın her yerinde görülebilen küresel bir fenomendir. Tarihsel faşizmi yeni koşullarda devam ettiren militarist Franko ve Salazar diktatörlükleri, İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra ABD ve NATO’nun açık veya dolaylı desteğiyle Avrupa’da ayakta kalmayı başardılar. Bu dönemde Avrupa’da yeni kurulan tek faşist diktatörlük, Yunanistan’daki 1967 Albaylar cuntasıydı. Ortak özellikleri ordu desteğine dayanmak olan bu rejimler yeni sömürgecilik döneminde, kendileri gibi “Üçüncü Dünya”nın bağımlı ülkelerine emsal (prototip) oluşturdular.
1950-1990 yılları arasında “altın çağı”nı yaşayan askeri faşist diktatörlükler, bağımlı ülkelerde iktidardaki faşizmin tipik biçimini olarak dikkati çekerler. Paraguay, Guatemala, Brezilya, Uganda, Bolivya, Şili, Arjantin, Pakistan ve Türkiye bunlardan bazılarıdır. Ne kadar kendi ülkelerinin şeklini alırlarsa alsınlar, yine de ortak bir küme oluştururlar.
ABD emperyalizmi Soğuk Savaş yıllarında bir yandan Güney Kore ve Güney Vietnam gibi yarısını komünist partilere kaptırdığı ülkelerde kukla işgal rejimler kurarken, bir yandan da İran’da Şah, Filipinler’de Marcos gibi sivil görünümlü faşist diktatörlükleri destekledi. Tabii, en çok başvurduğu yöntem işbirlikçi ordulara faşist darbeler yaptırmaktı. Darbe istikrarın bozulduğu, solun çok güçlendiği ya da iktidara geldiği, dış ve iç egemen güçlerin tercihlerinin kesiştiği noktada gündeme geliyordu. Emperyalistler lüzum gördüklerinde o ülkede faşizmi kurmak için uygun zemin olup olmadığına bakmıyor, işgal veya “davet” yoluyla kukla faşist rejimler kuruyorlardı.
Enver Hoca, bağımlı ülkelerdeki genel tabloyu şöyle özetledi:
Devrimin önünü kesmek için Amerikan emperyalistleri ve yerel kapitalistler iki temel yönteme başvuruyorlar. Birinci yöntem, durumlarının daha da şiddetle tehdit edildiğini görünce, ‘pronunciamento militar’ (askeri darbe) yoluyla askeri-faşist rejimler kurmaktır. Brezilya’da, Şili’de, Uruguay’da, Bolivya’da ve diğer yerlerde yaptıkları budur. Diğer yöntem ise, Venezüella’da, Meksika’da ya da bugün Brezilya’da yaptıkları gibi pek çok temel özgürlüğün olmadığı ve belirgin kısıtlamalarla yürüyen burjuva demokratik rejimler kurmaktır. [1]
Latin Amerika askeri diktatörlüklerinin tarihsel faşizm içindeki prototiplerinden ilki, Bulgaristan’da iktidara gelen Tsankov faşizmidir. Bu tip askeri rejimlerde faşist partinin rolünü ordu üstlenir. Kitle tabanları genellikle zayıftır. Faşizm ve militarizm arasındaki simbiyotik ilişki maksimum düzeydedir. Şili ve Brezilya’da yönetici faşist kadrolar sivillerden ziyade ordu içerisinden çıkmıştır. Ordunun siyasete müdahil olma düzeyi bu ülkelerde öteki kıtalara nispetle daha yüksektir.
Latin Amerika faşizmi nesnel önkoşullarının Avrupa’dan geri olması, geç kapitalist ve bağımlı yapısı gereği egemen sınıf fraksiyonlarının henüz tek bir partide temsil edilememesi, partinin yerini ordunun alması, faşist kitle hareketinin oldukça düşük olması, dış dinamiklerin önemli rolü, faşist demagojinin görece zayıflığı gibi kendi koşullarından kaynaklanan özelliklere sahiptir. Bununla birlikte siyasette terörün başatlığı, koyu anti-komünizm, demokrasi karşıtlığı, şoven milliyetçilik, devlet ve lider kültü (caudillo), toplumsal yaşamı kontrolü bakımından klasik faşizmle ortak özellikler taşır. Bu yönüyle, Avrupa ve ABD’deki neo-faşizmin bağımlı ülkelerde kırılmaya uğramış bir tür izdüşümü olarak görülebilir.
Ayrı kıtalarda, ayrı koşullarda gerçekleşmelerine rağmen, ABD ile yerel faşist güçlerin işbirliğiyle tezgahlanan Yunanistan’daki 1967 Albaylar cuntası, Latin Amerika darbeleri andırır. Benzerlik bunların yalnız bağımlı ülke kategorisinde yer almalarından kaynaklanmaz, aynı zamanda ordu içindeki CIA bağlantılı kontrgerilla örgütlenmesiyle bağlantılı olmalarından da kaynaklanır. Yunanistan, Şili ve Arjantin’deki darbe rejimleri askeri faşizmin “klasik” biçimleri olarak sınıflandırılabilir.
Yunanistan’da yedi yıl süren askeri faşist diktatörlük, 21 Nisan 1967 tarihinde yapılan darbeyle başladı. Üniformalarının rengi ve rütbeleri nedeniyle “siyah albaylar” diye anılan darbeciler, başlarında Albay G. Papadopoulos bulunan, Albay Makarezos ve tuğgeneral Pattakos üçlüsünden oluşuyordu. Yunan iç savaşı sonrasında ordu içinde örgütlü faşist kontrgerillacılar belirli bir süredir darbe hazırlığı içindeydiler.
Şafak vakti olağanüstü hal ilan edip parlamentoyu kuşatan darbeciler, ülkeyi baştan sona adeta işgal ettiler. Tıpkı 12 Eylül’deki gibi siyasi partiler kapatılacak, anayasa ve demokratik özgürlükler askıya alınacak, grevler, toplantı ve gösteriler yasaklanacaktır. İlk hafta içinde tutuklanan çoğu komünist 10-12 bin muhalif, hipodrum ve stadyumlarda toplandı. Darbeyi protesto etmek üzere sokağa dökülenler acımasızca bastırıldı. Nazi işgali döneminden kalma işkenceler yeniden uygulamaya sokuldu.
Darbecilerin NATO patentli “Prometheus Planı”nın öncelikli gerekçesi komünist tehdidin önüne geçmekti. 1930’lardan başlayıp, Alman işgalinden sonra iç savaşa dönüşen Yunan direnişinin yarattığı kamplaşma alttan alta sürmekteydi. 1967’de şiddetli bir politik kriz yaşandı. Bir ay sonra yapılacak seçimlerin sağın aleyhine sonuçlanacağı tahmin ediliyordu. Darbe Papandreu’nun beklenen seçim zaferini önlemeyi, ama esas olarak da halkın yükselen direnişini ezmeyi, krizin faturasını işçi sınıfına ve emekçi kesimlere ödetmeyi amaçlıyordu.
Darbenin arkasında, Akdeniz, Ortadoğu ve Kuzey Afrika’daki çıkarlarını güvence altına almak için üs olarak kullandığı NATO üyesi Yunanistan’ı berkitmek isteyen ABD emperyalizmi olduğuna kuşku yoktu. Yunan komünist hareketi ve genel olarak sol ezilerek istikrar sağlanacak, Sovyetler Birliği ve Ortadoğu karşısında NATO’nun Güneydoğu kanadı güvence altına alınacak ve Kıbrıs’ta hain gözüyle bakılan Makarios’un başına buyruk tutumu önlenecekti. ABD, 1967 Arap-İsrail savaşı sırasında Yunanistan’daki askeri üsleri kullanmış; 1973’te İsrail, Arap ülkelerine askeri operasyonlar yaparken de olası bir acil müdahale için beklettiği 6. Filoyu Yunan donanmasına ait tesislerde tutmuştu.
Özü itibariyle sömürülenleri daha fazla sömürmek, ezilenleri daha fazla ezmek için yapılan faşist darbe, Yunan burjuvazisinin ilk deneyimi değildi. 1929 krizinin yarattığı çöküntü ortamında General Kondiles Yunan parlamentosunu kapatıp cumhuriyeti lağvederek monarşiye geri dönmüş, o başarılı olamayınca Yunan Kralı iktidara eski bir asker olan Metaxas’ı getirmişti. Mussolini ve Hitler takipçisi Metaxas, 1936 tarihinde parlamentoyu ve bütün siyasal partileri kapatıp sıkıyönetim ilan ederek açık diktatörlüğe geçmiş, ilk iş olarak Yunanistan Komünist Partisi’ni yasa dışı ilan ederek yaygın tutuklamalara girişmişti.
Yunan halkı direnişçi gelenekleri ve bilinç düzeyi gelişkin bir halktı. Demokratik muhalefet giderek güçlenmekteydi. 1973’te ekonomik kriz iyice derinleşip, anti-faşist direniş hareketlenince kitle tabanı zayıf darbe yönetimini sarsmakla kalmayacak, ordudaki subaylar arasındaki çelişkileri de keskinleştirecekti. Zor durumda kalan Papadopulos, sıkıyönetimin kaldırılması, basına özgürlük ve af gibi vaatlerde bulunup, liberalizasyona giderek krizi atlatabileceğini sandı.
1973 Kasım’ında Atina’daki Politeknik Enstitüsü öğrencileri Papadopulos’un sahte reform vaatlerine kanmayarak ayaklandılar. Polis ve ordu tarafından bastırılan ayaklanma sırasında 20’den fazla öğrenci hayatını kaybetti. Gösteriler ve ayaklanmalar başta Selanik olmak üzere öteki şehirlere de yayıldı. Liberalleşmeye karşı çıkan sertlik yanlısı Dimitrios İoannidis liderliğindeki bir grup subay, 25 Kasım 1973’te ikinci bir askeri darbeyle Papadopulos’u devirdi.
Ordu ve halk içinde milliyetçi bir dalga yaratarak itibarını yükseltmek isteyen İoannidis, Kıbrıs’ta darbe yaparak Cumhurbaşkanı Başpiskopos Makarios’u devirdi ve yerine aşırı sağ unsurları getirdi. Bunu fırsat bilen Ecevit Hükümeti, Kıbrıslı Türk azınlığı koruma kılıfı altında çıkartma yaparak adanın kuzeyini ilhak etti. Yunan faşist yönetimi adaya müdahale ederek Türk ordusuyla çatışmayı göze alamadı.
Komünist partinin (KKE) ve sosyal demokratların dışına taşan faşist cunta karşıtı muhalefet ve Kıbrıs bozgununun Yunan ordusu içinde yarattığı huzursuzluk, askeri faşist diktatörlüğün sonunu getirdi. Bir kolordunun Atina’ya karşı harekete geçmesi üzerine darbeciler yönetimden çekildiler. Cuntanın uygulamaları adım adım tasfiye edildi ve darbe öncesi duruma dönüldü. Böylece 23 Temmuz 1974’te, askeri faşist diktatörlük dönemi sona ermiş oldu. Bir yıl sonra darbeciler yargılandılar ve vatana ihanetten müebbet hapis cezasına çarptırıldılar.
20. yüzyıl başlarında Latin Amerika’da Avrupalı sömürgecilere karşı mücadele içerisinde yirmi kadar görece bağımsız devlet kurulmuştu. Yüzyılın ilk yarısındaki darbe yönetimlerinin bir kısmı ilerici nitelikte, diğerleri yabancı boyunduruğuna karşı çıkan bağımsızlıkçı-kalkınmacı/ulusal hareketlerden gelecek tehditlere karşı emperyalistlerin çıkarlarını korumayı amaçlayan, daha açıkçası ABD tekellerinin yarı sömürgeci politikalarının bekçiliğini yapan gerici askeri diktatörlüklerdi. 1945 sonrasında bu tip askeri diktatörlüklerin yerini anti-demokratik, anti-komünist askeri faşist diktatörlükler alacaktır.
Buna neden olan faktörlerin başında, sömürge ve bağımlı ülkelerde yükselen devrimler ve ulusal kurtuluş mücadelelerine karşı, ABD emperyalizminin yeni bir uluslararası strateji konseptine geçmesi gelir. Bu strateji işbirlikçi orduları güçlendirmek, kontrgerillayla tahkim ettiği yerel askeri eliti faşist darbelere hazırlamak gibi gündemler içerir. İkinci faktör Latin Amerika ülkelerinin emperyalist sisteme entegrasyonundaki dönüşümün işbirlikçi burjuvaziyi tekelci bir yapıya taşıması ve bu süreçte sınıflar arası ilişki ve çelişkilerin değiştiği yeni bir konjonktüre girilmesidir. Üçüncüsü ise kıta çapında işçi ve köylü mücadelelerinin yükselmesi ve birçok ülkede devrimci hareketlerin radikalleşmesidir.
İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra Latin Amerika’yı arka bahçesi olarak gören ABD emperyalizmi, kendisine karşı gelişen anti-emperyalist, demokratik ve sosyalist uyanışı durdurmak, ilerici rejimleri ve ayaklanmaları kana boğmak için her yola başvurdu. 1959 Küba Devrimi’nin, güneyin tamamında yükselen halk mücadelelerinin ve Şili’de “Marksist” Allende’nin seçimle iktidara gelmesinin önü, 60’larda ve 70’lerde tezgahlanan bir dizi faşist darbeyle kesilmeye çalışıldı. Her birinin ardında toprak oligarşisi, işbirlikçi büyük sermaye ve çokuluslu şirketler vardı. Ülkedeki kriz, iktidar boşluğu, iç savaş gibi durumlarda istikrarı sağlayıp düzeni koruyabilecek en örgütlü güç orduydu. Modern silahlara ve iç savaşları bastırmaya göre uyarlanmış ekipmanlara sahip ordu, lüzumu halinde siyasi iktidar gücüne dönüştürülebilecek bir yapıya kavuşturulmuştu. Komuta personeli toplumun üst ve orta katmanlarından geldikleri, ABD tarafından eğitildikleri için, kolaylıkla yerel oligarşilerin tercihleri doğrultusunda yönlendirilebiliyorlardı. Brezilya ve Şili gibi ülkelerdeki kısmi desteği saymazsak, savaşlar arası döneme kıyasla azalan kitle desteğinin boşluğu askeri güçle telafi ediliyordu.
ABD, arka bahçesi olarak gördüğü Güney Amerika’da konumunu korumak ve güçlendirmek için, “komünizme karşı mücadele” bayrağı altında sayısız askeri darbe ve sivil operasyon gerçekleştirdi. İkinci Dünya Savaşı öncesinde Şili ve Arjantin askeri eliti Prusya ekolünden subayların eğitiminden geçirilmişti. Savaştan sonraysa güney ülkelerinin askeri ve sivil güvenlik personeli, başta Pentagon ve CIA, yanı sıra kaçak Nazi savaş suçluları (hatta İtalyan, Hırvat faşistleri) tarafından eğitildiler.
1950’lerde Guatemala’da,[2] Paraguay’da, 1960’larda Ekvador’da, Bolivya’da, Brezilya’da, Panama’da, Peru’da, 1970’lerde Şili’de, Uruguay’da, Arjantin’de ABD ile yerli faşistlerin birlikte örgütledikleri darbeler birbirini izledi. Bu diktatörlükler klasik faşizmde olduğu üzere, sadece devrimci örgütlere ve onları destekleyenlere değil, kendilerinden olmayan tüm rejim muhaliflerine imha edilmeleri gereken iç düşman muamelesi yaptılar. Radikal ya da ılımlı bütün sol, sendikacılar, insan hakları savunucuları, hatta bazı Hıristiyan din adamları hedef alındı. Şili ve Arjantin rejimleri, yalnız Latin Amerika’nın değil, 20.yüzyılın ikinci yarısındaki en kanlı diktatörlükleri olarak tarihe geçtiler.
ABD tekellerinin büyük yatırımlar yaptığı Şili, Latin Amerika’nın en gelişmiş ülkeleri arasındaydı. Dünyanın en büyük bakır üreticisinde üretimin %95’i iki dev Amerikan şirketinin elindeydi. Telgraf ve telefon iletişimi, yıllık geliri Şili bütçesinden daha fazla olan Uluslararası Telefon ve Telgraf (ITT) şirketi tarafından denetleniyordu. Finansman sektörüne Manhattan Bankası, Bank of America ve yerli ortakları egemendi.
Şili’de reformist Marksist Salvador Allende, 4 Eylül 1970 seçimlerinde oyların %36,6’sını alarak iktidara geldi. Allende’nin ilk işi tarım reformu yaparak büyük toprak sahiplerinin topraklarını köylülere dağıtmak ve latifundiuzme son vermek oldu. ABD tekellerinin mülkiyetindeki doğal zenginlikler, bazı yerli ve yabancı şirketler tazminat ödemeden kamulaştırıldı. Maaşlar (%35) ve asgari emekli aylıkları arttırıldı. İşsizlik oranı düşürüldü. Ücretsiz ilaç ve eğitim sağlandı. Gayri safi yurtiçi hasıla %8,5 oranında arttırıldı. ABD’nin istemediği Küba, Çin, Kuzey Kore, SSCB gibi ülkelerle diplomatik ilişkiler kuruldu.
ABD başkanının Ulusal Güvenlik Danışmanı Henry Kissinger’in, “Halkının sorumsuzluğu nedeniyle bir ülke komünistleştiğinde boş oturmamalıyız” cümlesinin ne anlama geldiği açıktı. Kısa sürede plan hazırlandı: Önce Şili ekonomisi tahrip edilecek, arkasından Allende Hükümeti darbeyle devrilecekti. Darbenin finansmanı ve ekonominin bozulması işini çokuluslu şirket İTT üstlendi. Beyaz Saray, CIA ve İTT temsilcileri bir araya gelerek darbenin ayrıntılarını görüştüler. Dünya pazarında bakır fiyatları dampingle çökertilince Şili bakır ihracatı yapamaz duruma geldi. Borç aldıkları ülkeler borç vermeyi ve gıda satışını kestiler. 1973 ortalarında enflasyon oranı %800’e ulaştı. Yerel faşist milisler eliyle en önemli elektrik istasyonları ve hatları, demiryolu köprüleri, kritik kuruluşlar havaya uçuruldu. Santiago’da kadınlar kıtlığı protesto için sokaklara döküldü, kamyoncular greve gitti. Ülke 1973 baharından darbenin gerçekleştiği 11 Eylül’e kadar “düşük yoğunluklu iç savaş” atmosferinde tutuldu.
11 Eylül 1973 tarihinde Allende Hükümeti askeri faşist bir darbeyle devrildi. Darbenin başı Augustus Pinochet, darbeden 18 gün önce bizzat Allende tarafından göreve getirilmişti. Başkanlık Sarayı askeri birliklerle kuşatılarak Salvador Allende teslim olmaya zorlandı. Allende teslim olmadı ve Castro’nun hediye ettiği silahla direnerek öldü.
Faşist cunta halkı korkutup sindirmek için şok stratejisi uyguladı. Santiago sokakları savaş alanına çevrildi. Daha ilk günde binlerce kişi tutuklandı ya da öldürüldü.[3] 80 bin kişilik stadyum toplama kampı olarak kullanıldı. Kurşuna dizmeler, işkenceler demokratik Şili’yi kana buladı. Santiago nehri dokunulmasına izin verilmeyen cesetlerle kaplıydı. Alman toplama kamplarını andıran kitlesel gözaltı merkezleri kuruldu. Katledilenler bilinmeyen toplu mezarlara gömüldüler veya denize atıldılar. Üzerinde ceset yüzen kıyı boylarında insanlar balık yemeyi kestiler. Yaklaşık bir milyon insan Şili’yi terk etti. Condor Planı devreye sokularak göçmen avı başlatıldı.
Pinochet, Şili’yi kıtanın faşist propaganda merkezi haline getirdi. Anti-komünist, anti-semitik söylem öne çıktı. Kapağı kıtaya atmış Nazi savaş suçluları Şili’de toplandılar ve bunlar cunta personelini eğittiler.[4] Mussolini’nin Faşizm Doktrini 6 milyon, Rosenberg’in 20. Yüzyıl Efsanesi 4,2 milyon nüsha basıldı.
“Şikago Çocukları”nın as elemanı Sergio de Castro, darbenin ilk haftasında Ekonomi Bakanlığı’na danışman olarak atandı. Neoliberalizmin baş ideoloğu M. Friedman 1975’te, diğer önemli ideoloğu F. Hayek 1977’de Pinochet ile görüştüler. Dayatılan ekonomik reform programı Şilili generalleri bile ürkütecek aşırılıktaydı. Friedman programı, solu temizleme hareketinde olduğu gibi, “şok terapisi” yöntemiyle uygulamaya geçirildi. Hükümet harcamaları büyük ölçüde kısıldı ve kapsamlı bir özelleştirme hareketi başlatıldı. Neoliberal modelin kıtada ilk ve tam olarak uygulandığı tek ülke Şili oldu. Sonraki süreçte Pinochet dosyası açıldığında sadece bir katil değil, aynı zamanda kendi namına ABD’ye para kaçıran bir hırsız olduğu görüldü.
Şili’nin en büyük radikal örgütü Devrimci Sol Hareketi’nin (MIR) çoğu eylemcisi öldürüldü veya hapsedildi. Buna rağmen MIR faşist darbeden bir müddet sonra yeraltı direnişi başlattı. 1975’den itibaren kamulaştırma, silah depolarını basma, kışlaların ve karakolların bombalanması, işkencecilerin öldürülmesi, siyasi mahkumların kaçırılması gibi gerilla eylemleri düzenlendi. Şili sınırının yakınında bulunan Arjantin’deki gerilla üsleri ve eğitim kampları, 1976 darbesinden sonra Arjantin cuntasının başı Videla’nın uçakları tarafından bombalandı. Gerillalar bin dolayında kayıp verince belirli bir süre geri çekilmek zorunda kaldılar.
1983’te kurulan Manuel Rodriguez Yurtsever Cephesi (PFMR), Şili’nin en büyük silahlı sol örgütüydü. PFMR aralarındaki ideolojik farklılıkları ertelemiş farklı sol grupların bir araya gelmesiyle kurulmuştu. Solcu radikaller, genç komünistler, sosyalistler vb. partizanların saflarına katıldılar. MIR’den farkı, Küba ve Sandinista kampları gibi özel yerlerde eğitilmiş profesyonel gerillalardan oluşmasıydı. Cuntanın devrilmesinden yararlanarak Arjantin sınırlarını üs olarak kullanan Cephe, Şili güvenlik güçlerine, rejim yanlısı partilerin şubelerine, Amerikan şirketlerine güçlü ve etkili saldırılar düzenledi. Pinochet’ye iki defa başarısız suikast girişiminde bulunuldu.1988’e gelindiğinde partizanlar ABD şirketlerine onlarca sabotaj düzenledi. Anti-faşist güçlerce kontrol edilen birçok bölgede rejim güçleri geceleri barınamaz hale geldiler.
1990’a doğru Şili ekonomisinin durumu iyice kötüleşti. Protesto gösterileri çoğaldı. Pinochet, ABD için artık riskli, götürüsü getirisinden az bir müttefik haline gelmişti. Beyaz Saray’ın empoze etmesiyle Ekim 1988’de yapılan plebisitte toplumun %55’inin askeri faşist rejimi istemediği görüldü. 11 Mart 1990’da Pinochet’nin devlet başkanlığından istifa etmesiyle sivil hükümetlere geçişin yolu açılmış oldu.
Ordunun başındaki J. R. Videla, 24 Mart 1976 tarihinde, ekonomik krizi ve sol gerillaları bahane edip İsabel Peron’u devirerek iktidara el koydu. Faşist darbe, yerel oligarşi, yabancı sermaye, ABD ve kıtanın öteki faşist cuntaları tarafından desteklenmekteydi.
Parlamento, siyasi partiler, sendikalar ve diğer sol örgütlenmeler kapatıldı. Generaller ve bakanlık temsilcileri arasında eşit paylaşıma dayanan bir Yasama Konseyi kuruldu. Bundan böyle ülke merkez ve askeri bölgelere ayrılmış eyalet yetkilileri tarafından yönetilecekti. Kıtanın son faşist darbelerinden biri olarak, Şili ve öteki ülkelerdeki faşizm deneyimlerinden yararlandı. Katolik Kilisesi cuntayı destekledi, hatta bazı rahiplerin katliamlara, işkence ve suikastlara karıştıkları görüldü.
Arjantin cuntası solu ve muhalifleri yok etmek için kurşuna dizmek, kaçırmak, topluca gözaltına almak, işkence yapmak, “kayıp” etmek gibi bütün yöntemleri kullandı. Şili gibi uluslararası tepkiyle karşılaşmamak için, 350 dolayında gizli gözaltı merkezi kurdu. Bunlar bir çeşit imha kampı işlevi gören toplama kamplarıydı. Yaş, cinsiyet, sağlık durumu, sınıf, etnik köken ve sınıf ayrımı gözetilmeksizin gece yarısı evlerinden alınan devrimciler, solcu işçiler, sendika temsilcileri, aydınlar, öğrenciler bu merkezlerde toplandılar. Faşist yeniden yapılanmaya meşruiyet kazandırmayı amaçlayan şiddet söylemi, Arjantin milliyetçiliğinin tanımlayıcı ve birleştirici ilkesiydi. İşkence bilgi edinme yöntemi olmanın da ötesinde, sadist amaçlarla yapılan bir zevk aracına dönüştürüldü.
Her türlü muhalifini ve ideolojik karşıtını ortadan kaldırmaya yeminli askeri rejim, kaybolanların ailelerine yakınlarının ölüp ölmediği, cesetlerinin nerede olduğu hakkında bilgi bile vermedi. Kayıp yakınları güvenlik güçlerine başvurduklarında “aradığınız kişi tutuklama listelerinde yer almıyor” cevabını aldılar. Kayıpların sayısı tam tespit edilememekle birlikte, insan hakları örgütleri 20 ila 30 bin arasında olabileceği tahmininde bulunuyorlar.[5] Ulusal Kayıp Kişiler Komisyonu’nun “Bir daha asla” raporuna göre katledilenlerin üçte biri işçi, bir o kadarı da öğrenci ve öğretmendi. Faşist cunta sona erdikten sonra yapılan soruşturmalar, bazı cesetlerin dinamitlerle tahrip edildiğini, dipçik darbeleriyle ezildiğini, bazılarının bilinmeyen toplu mezarlara gömüldüğünü, çoğununsa uçaklardan Atlantik Okyanusu’na atıldığını ortaya çıkardı.
Arkasında CIA bulunan Condor (Akbaba) Planı, 1975 yılında Arjantin ordusunun başındaki Videla’nın önerisi üzerine, askeri faşist diktatörlükle yönetilen Şili, Bolivya, Paraguay ve Uruguay arasında yapılan bir anlaşmaya dayanıyordu. Yurtdışına kaçan muhaliflerin yakalanmasında birlikte hareket etme kararı aldılar. Ortak operasyonlar sonucu yakalanan veya aniden kaybolan birçok devrimci faili meçhul cinayetlerin kurbanı oldu. CIA desteği altından yürütülen bu operasyonlarda ABD’nin Vietnam’da, Fransız gizli servisinin Cezayir’de uyguladıkları işkence teknikleri kullanıldı.
Neoliberal ekonomik model Latin Amerika’nın tümünde test edildi. Arjantin de Şili gibi “Chicago Çocukları”nın ekonomik stratejisinin yolunu izledi. Faşist terör ve baskı bu modeli yerleştirmeye çalışan dış ve iç sermaye güçlerinin önünü açan bir dozer işlevi gördü. Yabancı sermayeye, özelleştirilen devlet sermayesi ile eşit haklar tanındı ve gümrük vergileri indirildi. IMF, Dünya Bankası ve özel ABD bankalarından yüksek maliyetli borçlar alındı. Ücretlerin dondurulması, sosyal harcamaların kısılması, işgününün uzatılması gibi bilinen yöntemler uygulandı. İflaslar ve yoksulluk oranı görülmemiş boyutlara ulaştı.
Kendisini uluslararası faşist ailenin bir parçası olarak gören askeri rejim, ABD desteği ve ölüm mangaları sayesinde ayakta durabiliyordu. Askeri klikler arasındaki anlaşmazlıklar üzerine Videla, 29 Mart 1981’de cumhurbaşkanlığı görevinden ayrıldı. Ağır ekonomik ve sosyal kriz nedeniyle iktidar sık sık el değiştirdi. “Kirli savaş” olarak bilinen 1976’yla 1983 arasında, Videla’dan sonra yerine sırasıyla Viola, Galtieri ve Bignone göreve geldi.
Arjantin ekonomisi ağır bir kriz sürecine girdi: Enflasyon %600’e fırlamış, GSYİH %11 oranında düşüş göstermişti. Yunan cuntası gibi, General Galtieri de savaş kahramanı ünvanı edinirse, diktatörlüğü çökmekten kurtaracağı hevesine kapıldı. Arjantin ve İngiltere’nin üzerinde hak iddia ettikleri Falkland Adaları buna uygun görüldü. İngiliz sömürge imparatorluğunun gücünü idrakten yoksun Galtieri, İngiltere’nin binlerce mil uzaktaki Antarktika sularında savaşmak istemeyeceğini hesaplamıştı. 1982’de Arjantin askeri cuntası Malvinas diye andığı Falkland’ı kendi kontrolüne almaya çalıştı. İki buçuk ay süren savaş İngiliz askeri güçlerinin zaferiyle sonuçlandı.
Arjantin ordusunun mağlubiyeti askeri faşist diktatörlüğe karşı sol muhalefeti güçlendirdi. 1983 Mart’ında Buenos Aires’te kitlesel gösteriler yapıldı. Yıl sonunda askeri rejim devrildi ve yerine cunta karşıtı Raul Alfonsin geldi. 1976-1983 arasında Arjantin’i yöneten üç elebaşı çeşitli suçlardan yargılandılar.
***
Latin Amerika’daki diğer önemli darbelere gelince içlerinde en uzun sürelisi 1936’da Nikaragua’daki Somoza askeri faşist diktatörlüğüydü. 1979 Sandinista devrimiyle yıkılıncaya kadar 2-3 milyon nüfuslu Nikaragua’da 330 bin kişiyi katletti. Guatemala’da, 1954 darbesinden 1996 yılına kadar geçen sürede 200.000 dolayında insan öldürüldü. 1964’ten 1985’e kadar askeri faşist diktatörlükle yönetilen Brezilya’da, CIA güdümlü “Ölüm Filoları” iki binden fazla kişiyi öldürdüler, on binlercesini de işkenceden geçirdiler. Bolivya, Paraguay, Ekvador ve öteki ülkelerde de benzer süreçler yaşandı.
Dipnotlar:
[1] E. Hoca, Emperyalizm ve Devrim, Evrensel Basım Yayın, İstanbul-1990, s. 142.
[2] Guetemala’da, 1954 darbesinden sonraki on yıllar boyunca, çoğu güvenlik güçleri tarafından katledilen köylüler olmak üzere 200.000 kişi öldürüldü.
[3] 2 ay içinde 40 bin civarında insan Ulusal Stadyum’dan geçti. Bunlardan en az 6 ya da 8 bini öldürüldü. İlk iki yılda, 10 milyon nüfuslu Şili’de 110 bin kişi tutuklandı.
[4] Eski SS elemanları cunta tarafından kurulan Chakabuco, Doson Adası, Tierra del Fuego ve diğer toplama kamplarında danışman, uzman veya yönetici olarak görevlendirildiler.
[5] Silahlı direnişçilerin, onların akrabalarının ve barışçıl muhaliflerin öldürülmesi darbeyle başlayan bir şey değildi. Darbe öncesinde ölüm mangaları binlerce kişi öldürmüşlerdi.
Sendika.Org, yayın hayatına başladığından bu yana işçi sınıfı hareketinin, solun ve genel olarak toplumsal muhalefetin gündemine ilişkin, farklı politik perspektiflerden düşünsel katkılara açık bir tartışma platformu olagelmiştir. Sitemizde yayımlanan yazılar yayın kurulunun politik perspektifiyle uyumluluk göstermeyebilir. Amacımız, mücadelenin gereksinim duyduğu bilimsel ve politik bilginin üretimini zenginleştirecek tüm katkılara, yayın ilkelerimiz çerçevesinde, olabildiğince yer verebilmektir.