“Marksizm yoksa faşizm de yoktur” (E. Nolte), “Ekonomik kriz yoksa faşizm de yoktur” (A. Tasca), “Silahlı örgüt yoksa faşizm de yoktur” veya “Yukarıdan aşağıyaysa faşizm de yoktur” (“derin entelektüeller”) gibi mutlaklaştırmalar, faşizm konseptinin sınırlarını daraltır ve siyasi körlüğe yol açar
İki dünya savaşı arasında en parlak yıllarını yaşayan faşizmin ilk ortaya çıktığı yer İtalya (1922), en acımasız ve vahşi olduğu ülke Almanya (1933), merkez üssü Batı Avrupa’dır. İktidara geldiği diğer ülkeler Bulgaristan (1923), Portekiz (1933), Avusturya (1933-38), Yunanistan (1936), İspanya (1939), Japonya (1940), Fransa (1940), Romanya (1940), Slovakya (1939), Hırvatistan (1941), Ukrayna (1941), Macaristan’dır (1944). Romanya ve Yugoslavya’daki kukla ve melez askeri faşist rejimler Alman işgalinden önce, Fransa’da Petain, Macaristan’da Horty, Hırvatistan’da Pavelic diktatörlükleri ise mihver güçlerinin doğrudan işgali sırasında kuruldular. Mussolini Hırvat Ustaşa’ya, Hitler Avusturya Nazilerine, Belçikalı Rexist harekete, Finlandiya Lapua hareketine ve Slovak faşistlerine, her ikisi birden Franko’ya doğrudan yardımda bulundular.
Faşizm anavatanı Avrupa’da baskın durumdayken, dünyanın gelişmemiş bölgelerinde zayıf bir performansa sahipti. Kıta dışındakilerin en gelişmişi İkinci Dünya Savaşı’nda Almanya ve İtalya’nın suç ortağı Japonya idi. Tepeden inme askeri faşist diktatörlük hızlı bir modernleşmeye, karizmatik imparatora, geleneksel siyasete ve saldırgan bir emperyalizme dayanıyordu. Mussolini faşizminde tüm standartların odak noktası devletti, Japon faşizminde ise “halkın doğal kan bağları” ile birleşmiş bir devlet ve ulus yaratarak sınıflı toplum yapısına son vermekti. Japon devletinde imparator mutlak irade ve söz sahibiydi.
ABD, Kanada, Avustralya ve Yeni Zelanda’da aşırı sağ ve ırkçı hareketler iktidara alternatif olabilecek güçte değildiler. ABD’li faşist hareket Mosley ve Rockwell’in liderlik ettikleri partiler ve ırkçı Ku Klux Klan[1] etrafında yoğunlaşmıştı.
İkinci Dünya Savaşı öncesinde Latin Amerika ülkeleri nüfusunun yarısı Hitler ve Mussolini’nin yöntemlerine hevesli, fakat faşist denilemeyecek diktatörler tarafından yönetiliyordu. Birçok faşist ve gerici örgüt, etrafında “faşist bir enternasyonal” yaratmaya çalışan Mussolini’ye yakın ilgi duyuyordu. Aynı şekilde İspanyol falanjistlerinin, Salazar ve Hitler’in yörüngesinde hareket eden faşist parti ve gruplar oluşmuştu. Bunlara Avrupa faşizminden (İtalyan, Alman, İspanya, Portekiz) basılı yayın ve mali yardım geliyordu. Arjantin, Almanya’nın sermaye yatırımı yaptığı, ticaretini genişlettiği önemli bir köprübaşıydı. Alman, İtalyan ve Japon ittifakının resmileştirilmesinin hemen ardından gerçekleşen Brezilya’daki faşist yanlısı G. Vargas darbesinin arkasında Berlin ve Roma vardı. Emperyalizmin ve toprak sahibi oligarşinin Carlos Ibanez, başta Mussolini olmak üzere Avrupa faşizmine hayran bir diktatördü.
Meksika’da “Meksika Devrimi Eylemi” (“Acción Revolucionaria Mexicanista), “Altın Gömlek” (“camisas doradas”), Şili’de “Nasyonal Sosyalist Hareketi”, Bolivya’da Sosyalist Falanks ve Milliyetçi Devrim Hareketi, Peru’da APRA erken dönemde ortaya çıktılar. Kolombiya’da J. A. Gaitan, Brezilya’da G. Vargas (Estada Novo) ve Entegrasyon Eylemi (BID) faşist kampta yer aldılar.[2] Hitler ve Mussolini hayranlığı, Latin Amerika ülkelerinin askeri ve sivil bürokrasisi arasında da yaygındı.
Ülkelerin gerek sosyoekonomik, sosyopolitik gelişme düzeyleri, tarihsel, kültürel özellikleri ve sınıf mücadelesinin düzeyi, gerekse parti programları ve hedefleri arasındaki farklılıklar faşizmin biçimlenmesini etkiler. Almanya’da “Nasyonal Sosyalist”, İtalya’da “Faşist”, İspanya’da “Falanjist”, Belçika’da “Reksist”, Romanya’da “Gardist”, Macaristan’da “Slazasist” gibi adlarla anılmaları aralarındaki farkların dolaylı bir ifadesidir. Ancak adları ve söylemleri arasındaki farklar hepsinin tek bir aileye mensup olduğu gerçeğini ortadan kaldırmıyor. İki savaş arası dönem faşizmin tek tip olmadığını, aşırı sağdan farklılaşıp ayrılırken geniş bir yelpazeye dağıldığını göstermiştir. Faşizm, türlerindeki ortak özellikleri yansıtan genel ve evrensel bir kavramdır.
Faşizmin isim babası, en azından 1933’e kadar öncüsü ve İkinci Dünya Savaşı öncesinde en uzun ayakta kaldığı ülke İtalya, en tam ve dizginsiz yaşandığı ülke Almanya’dır. Bu ikisi tamlıkları, radikallikleri, öbürleri tarafından referans alınmaları ve şanslarını sonuna kadar zorlamaları nedeniyle tarih yazımında klasik ve paradigmadik formlar olarak görülürler. Geç kapitalistleşmeleri, emperyalist bir ekonomik temele sahip olmaları, tamlıkları ve devrim önleyicilikleri ve “lider ilkesi”nde (Führer, Duçe) türdeşlerinden açık ara önde olmaları ortak özellikleridir.
Elbette aralarında önemli farklar da vardır: Holokost’u, toplama kampları ve savaşta katlettiği on milyonlarca insanla Naziler emsalsizdir. Alman faşizmi içte politik bir haydutluk sistemi, dışta savaş kundakçısı ve azgınca şovenizmdir. Almanya’da faşist devletin totaliter yapısı hem daha kapsamlı hem de toplumu massetme derecesi daha yüksekti. Emeği korporatist devlet örgütlerine katarak sınıf mücadelesine son verme projesi İtalyan faşizminin (ekonomik korporatist faşizm) baskın özelliğidir.[3] İtalya (1936’ya kadar),[4] İspanya ve Portekiz’de antisemitizm ve raşizm önemli bir rol oynamadı. Hitler’in soykırım uyguladığı Yahudilere Franko dostluk gösterdi.
Mussolini her şeyin üstünde tuttuğu devleti güçlendirmenin her faşistin temel görevi olduğunu söyler. İtalyan faşist devleti önüne hedef olarak içeride ulusun bütünlüğünü, sınıf işbirliğini ve toplumsal kontrolü sağlamayı, dışarıda ise eski Roma’nın ihtişamını dirilterek Akdeniz’i “İtalyan gölü” haline getirmek üzere Avusturya-Macaristan İmparatorluğu’nun topraklarını ve Afrika’yı İtalya’ya katmayı koymuştur.
Buna karşılık, Avrupa’ya “yeni bir düzen” getirme iddiasındaki Almanya’nın ekonomik gücünden kaynaklanan emperyalist hırsları daha güçlü, sömürgeleştirmek istediği alanlar daha geniştir. Bu, ulus, devlet ve şovenizm anlayışlarında da kendini gösterir. Mussolini’deki Roma efsanesinin yerini Nasyonal Sosyalizmde ırk, “kan ve toprak” alır. Üstün Aryan ırkı efsanesi dünya egemenliği peşinde koşmanın kılıfıdır. Naziler üstün ırk olduklarını iddia etmekle, dünyaya hükmetmelerini sağlayacak ülkeleri ve sömürgeleri ele geçirerek “Büyük Almanya” planlarını gerçekleştirmeye ve bunun için her şeyi yapmaya hakları olduğunu söylemiş oluyorlardı. Alman olmayan haklara düşen “yüksek ırk”a hizmet etmek, köleleştirilmeye razı olmaktı. Bu nedenle, Alman şovenizmi başka uluslardan üstünlük (en iyi insan niteliklerinin taşıyıcılığı) ve ırkın saflığının korunması üzerinden kurgulanmıştır.[5] Irkçılık (“aşağı ırkları” köleleştirme hakkı), liderlik (“Führer ilkesi’), sosyal Darwinizm (güçlü olanın zayıf olanı yok etmesi yasası), “yaşam alanı” (Orta ve Doğu Avrupa’da güçlü bir Alman devleti kurma planı) gibi efsaneler birbirlerine eklemlenerek daha agresif bir emperyalizmi gerekçelendirecek ve tetikleyecek bir mekanizma oluşturulmuştur.
Faşistler iktidara seçimle, iç savaşla, “aşağıdan yukarıya”, “yukarıdan aşağıya”, paramiliter veya militer yollarla gelebilirler. Bunları tek yanlı yorumlamak, mutlaklaştırmak yanılgıya yol açar. İktidara ister “aşağıdan yukarı”, ister “yukarıdan aşağı” gelsinler, her halükârda ters yönde bir hareketle çemberi tamamlamak durumundadırlar. Muhafazakâr güçlerin ve kurumların desteğini alan Mussolini ve Metaxas kendi krallarının, Hitler ise mecliste çoğunluğu alarak değil Almanya Cumhurbaşkanı Hindenburg’un davetiyle, yani kendilerine “yukarıdan” uzanan bir elle iktidara geldiler, daha doğrusu getirildiler.[6] Uzun bir iç savaş ve darbeyle iktidara gelen Franko (ve Salazar) ise Katolik kilisesine ve orduya dayandı. Sonuçta, hiçbiri halkın çoğunluğunun desteğini alarak iktidara gelmedi, tabanlarının geri kalan kısmını iktidar araçlarını kullanarak kazandılar.
Aynı şey “paramiliter yol” ve “militer yol” için de geçerlidir. “Paramiliter yol”la iktidara tırmananlar orduyu yanlarına çekmek (İtalya ve Almanya), militer yolla iktidara gelenlerse paramiliterlerle anlaşmak (Franko ve Falanjistler) durumunda kaldılar.[7] Sonuç olarak, “Marksizm yoksa faşizm de yoktur” (E. Nolte), “Ekonomik kriz yoksa faşizm de yoktur” (A. Tasca), “Silahlı örgüt yoksa faşizm de yoktur” veya “Yukarıdan aşağıyaysa faşizm de yoktur” (“derin entelektüeller”) gibi mutlaklaştırmalar, faşizm konseptinin sınırlarını daraltır ve siyasi körlüğe yol açar.
Faşist rejimler siyasi yapılanmalarının homojen veya heterojen olmalarıyla da birbirlerinden ayrılırlar. Almanya ve İtalya’da iktidar ideolojik olarak en radikal ‘faşist’ bileşenin elindeydi, İspanya ve Portekiz’deyse durum bunun tersiydi.[8] Mussolini eski monarşinin elitleri ve kiliseyle uzlaştı, Hitler ise devleti başkalarıyla paylaşmadı ve kiliseyle arasına mesafe koydu. İspanya, Portekiz, Bulgaristan ve Yunanistan koalisyonlarla yönetildiler.
Faşist blok her zaman koalisyon yolunu izlemedi. Bazı ülkelerde aralarındaki çelişki antagonistti. Avusturya’da biri devlete dayanan dinci yerli faşistler, öteki Nazi destekli iki faşist klik birbirlerine ölesiye düşmandılar. Önce devlet desteğindeki klerikal faşist Dolphus-Schuschnig rejimi kuruldu, daha sonra bu rejim Hitler destekli bir darbeyle devrildi ve yerine işbirlikçi Naziler getirildi. Romanya’da, paramiliter “Demir Muhafızlar” hareketi Hitler’in yardımıyla Mareşal Antonescu’un askerleri tarafından imha edildiler.[9] Macaristan’daysa Alman işbirlikçisi muhafazakâr Amiral Horthy hükümeti, daha sonra 1944’te SS ve faşist Szalasi ortak darbesiyle devrildi.[10]
Komintern’in VII. Kongre taslaklarında faşist ülkeler sosyo-politik özelliklerine göre sınıflandırılmıştır:
Bütünsel (totaliter, YA) diktatörlük (Almanya ve İtalya), faşist askeri diktatörlük (Bulgaristan, Yugoslavya, Japonya), dinsel faşizm (Avusturya, İspanya), parlamentarizmin belli bir görünüm olarak kalması (Polonya, Macaristan, Finlandiya) vb.[11]
Yukarıdaki sınıflandırma devlet yapılanması kıstasına dayanıyor. Klasik faşist Almanya ve İtalya totaliter yapılanmada en uç noktayı temsil ederlerken, faşizmin İberya versiyonu Katolik kilisesi ve muhafazakâr elitle ilişkileri nedeniyle ortalarda bir yerdeydi. İlk ikisi sosyal tabanlarının hepsinden daha geniş olmalarıyla öbürlerinden ayrılıyorlardı. Aristokrasiye, kiliseye, askerlere ve öğrencilere dayanan İspanya ve Portekiz faşizmlerinin sosyal tabanları daha dardı, daha geniş desteği iktidara geldikten sonra kazandılar. Faşist askeri diktatörlükler ise paramiliter güçlerinin ve kitle tabanlarının olmamasıyla ayırt edilirler. Faşizmin genel eğilimi parlamentoların feshi olmakla birlikte, Bulgaristan (ilk aşamasında), Polonya, Avusturya, Romanya, Macaristan gibi ülkelerde fonksiyonları budanarak şeklen korundu. Muhalefet partileri kapatılmadı: “Macaristan sadece parlamentoyu devam ettirmedi. 1944’e kadar bu parlamentoda sosyalist vekiller de mevcuttu ki bu, tüm Mihver devletleri içindeki tek örnekti.”[12] Bunlara farklı bir tür olarak “monarko-faşizm”i de eklemeliyiz. Örneğin “modernleşmenin dönüştürdüğü aristokrasi tarafından kontrol edilen” (S.Amin) Japonya’da imparator en başta yer alırken, İtalya, Yugoslavya ve Yunanistan’da krallar geri planda kaldılar. Yani ilkinde imparator asli bir güçken, diğerlerinde değildi.
Samir Amin ise sosyoekonomik gelişmişlik düzeylerini esas alan bir sınıflandırma yapar: (1) “Gelişmiş kapitalist güçlerin faşizmi” (Almanya ve Japonya), (2) “İkinci düzey kapitalist güçlerin faşizmi” (İtalya, İspanya, Portekiz), (3) yenilmiş güçlerin faşizmi (Fransa, Belçika) ve (4) Doğu Avrupa’nın bağımlı toplumlarında faşizm (Polonya, Baltık devletleri, Romanya, Macaristan, Yugoslavya, Yunanistan).[13]
Umberto Eco da benzer bir ayrım yapar:
Faşizm, çok amaçlı bir terim haline gelmiştir, çünkü faşist bir sistemin bir veya daha fazla özelliğini tasfiye de etseniz, gene faşist olarak tanınabilir. Faşizmden emperyalizm öğesini çıkarın, geriye Franko ile Salazar kalacaktır. Sömürgeciliği de çıkarın, gene de geriye Ustaşların Balkan faşizmi kalacaktır…[14]
Farklı ülkelerde faşist hareketin düşünce ve yöntem farklılıkları nedeniyle farklı bloklara ve türlere ayrılmış olmaları, temel noktalarda birleşen uluslararası bir aile gibi davrandıkları gerçeğini ortadan kaldırmaz. Her biri şoven milliyetçidir, kendi çıkarlarını en üste tutarlar, ancak uluslararası meselelerde karşılarına komünistler, cumhuriyetçiler, anti-faşistler çıktığında sırt sırta vermekten geri durmazlar. Mussolini ve Hitler iktidara geldikten sonra ellerinin uzandığı her kıtada ve ülkede kendi himayelerinde partiler kurdular. Kendi aralarında şahsi dostluklar (Hitler-Mussolini), dayanışmalar (İspanya, Avusturya vs.) ve bloklaşmalar (Almanya-İtalya-Japonya) gerçekleştirdiler. İtalya Hırvat ayrılıkçı faşizmini, Almanya Avusturyalı Nazileri, Belçikalı Rexistleri, Finlandiyalı Lapua hareketini ve Slovak faşizmini destekledi. Üstelik bunu kendileri gibi faşist olanlarla sınırlamadılar, komünizme karşıtlık temelinde geleneksel muhafazakarları (gerici Kaiser bürokrasisiyle birleştikleri gibi) ve öteki sağ güçleri de içine alacak şekilde genişlettiler. Hitler iktidara geldiğinde İngiltere ve ABD’de muhafazakârlar ve bazı sermaye grupları tarafından muhabbetle karşılandı.[15] Dolayısıyla milliyetçiliğin, faşistleri uluslararası ilişkilerde her zaman böldüğü, aralarında dayanışmaya imkân tanımadığı düşünülmemelidir. Spengler’in sosyalizmden aşırdığı terimlerden biri de “enternasyonalizm” idi. Tabii ki bu bildiğimiz bir enternasyonalizm değil, Alman emperyalizminin çıkarlarına göre şekillenmiş faşist bir enternasyonalizmdir. Spengler’den bir asır sonra, geçen yıl İtalya İçişleri Bakanı ve Devlet Başkanı yardımcısı Lega lideri Matteo Salvini, Avrupalı “milliyetçi”leri birleşip AB içinde “devrim” yapmaya çağırdı.
Devam edecek…
Dipnotlar:
[1] 1920’lerde tahmini olarak 4 milyon civarında üyeye sahipti.
[2] Peronizm, tartışmalıdır; bazılarınca Arjantin’e özgü bir faşizm türüdür.
[3] Michael Mann, Faşistler, İletişim Yayınları, 2015-İstanbul, s.143
[4] 1936’dan sonra İtalyan faşistleri de ırkçılığı benimsediler.1937’de çıkarılan bir kanunla İtalyanların “siyahlar” ile birlikte yaşamaları, ağır suç sayıldı. Bundan bir yıl sonra da Yahudilerin orduda görev yapmaları engellendi,1919’dan sonra yerleşenler sınır dışı edildiler.
[5] “Üstün ırk”, “kan saflığı” gibi efsanelerin değeri Himmler’in şu sözünde saklıdır: “Diğer milletlerin bolluk içinde yaşaması ya da açlıktan ölmesi, sadece kültürümüzü sürdürmek için köle ihtiyacımız olduğu ölçüde beni ilgilendiriyor.”
[6] 4 Ağustos 1936’da parlamentoyu dağıtan kral başbakan olarak oyların sadece % 2’sini almış eski bir general olan Milliyetçi Parti Başkanı Jean Metaxas’ı atadı.
[7] İspanya’da General Franko hem Falanjistlerle birlikte hareket etti, hem de rakipleri olarak onları zayıflatmaya çalıştı. Bkz: Michael Mann, Faşistler, İletişim Yayınları, 2015-İstanbul, s.476-477
[8] Constantın Iordachi, Karşılaştırmalı Faşizm Çalışmaları, İletişim Yayınları, 2015-İstanbul, s. 378
[9] Michael Mann, Faşistler, İletişim Yayınları, 2015-İstanbul, s. 406
[10] A. g. e, s.344
[11] Elfriede Lewerenz, Komünist Enternasyonalde Faşizmin Tahlili, Sol Yayınları, 1979-Ankara, s. 158
[12] Michael Mann, Faşistler, İletişim Yayınları, 2015-İstanbul, s. 77.
[13] Çağdaş Kapitalizmde Faşizmin Dönüşü, Samir Amin, https://www.birgun.net/haber-detay/kapitalizmde-fasizmin-donusu-111673.html
[14] Umberto Eco, “Ur-Faşizm ya da Sonsuz Faşizm”, Faşizm içinde, Özgür Üniversite forumu, Sayı:13.
[15] Güncel uluslararası örgütlenme ve dayanışmaları da gün günden artmaktadır: Avrupa Sosyal Hareketi (Malm Internationali), Avrupa Ulusal Partisi, Uluslararası Neonazi Birliği (CEDADE) New European Order gibi.
Sendika.Org, yayın hayatına başladığından bu yana işçi sınıfı hareketinin, solun ve genel olarak toplumsal muhalefetin gündemine ilişkin, farklı politik perspektiflerden düşünsel katkılara açık bir tartışma platformu olagelmiştir. Sitemizde yayımlanan yazılar yayın kurulunun politik perspektifiyle uyumluluk göstermeyebilir. Amacımız, mücadelenin gereksinim duyduğu bilimsel ve politik bilginin üretimini zenginleştirecek tüm katkılara, yayın ilkelerimiz çerçevesinde, olabildiğince yer verebilmektir.