Sorun zenginin, gelişmiş ülkelerin, kapitalizmin ve çok uluslu şirketlerinin dünyayı kirletmesi, felaketlere sürüklemesidir. Doğayı ele geçirip metaya dönüştürerek sömürmesi ve çalışanların yaşamını tehlikeye atmasıdır. Sonra da doğa ve insanı korumaya çalışanları özgürlük hırsızları olarak nitelendirmesidir
Ekoloji terimi 1866 yılında Alman biyolog ve Darwinci Ernst Haeckel tarafından bulunduktan sonra bilim ve düşünce akımları alanında farklı amaçlarla kullanılmıştır. Canlılar ile çevreleri arasında olan karşılıklı etkileşimi inceleyen bilim dalıdır. Canlılar, yaşam alanları ve aralarındaki ilişkiler ekosistemi oluştururlar.
Dünyanın felaketlere doğru yol aldığını görmek için ekolojinin ortaya çıkmasını beklemeden önce de kimi insanlar uyarıda bulunmuştur. Eugene Huzar 1858 yılında yayınladığı “Bilimle Dünyanın Sonu” adlı kitabında bakın neler söylüyor:
Avrupa için beş yüz elli milyon kental(100 kilo) m3, dünya için yılda seksen milyar kental m3 olan maden istihracı vardır ve bunlar ortalama olarak yüzde seksen karbon içerirler. Eski dünyada olduğu gibi Amerika’da yok edilen ormanları hesap edin. Karbon asit ve karbon oksit oranları sonsuza dek artacaktır insan daha fazla sanayiye geçtikçe ve daha fazla taş kömür kullandıkça. Dünyanın yüz, iki yüz yıl sonra demiryolu, buharlı gemi, fabrikalarla kaplandığı zamanda milyarlarca m3 karbon dioksit ve karbon asidi yayacağını öngörebilirsiniz. Oysa, ormanlar kaybolduğundan özümseme rolünü oynamayacak olduğundan bu milyarlarca m3 asitler kaçınılmaz olarak ölümcül sonuçlarıyla organik dünyanın sağlığını tehlikeye atacaktır. Bunda kuşku yoktur. Zira büyük kentlerde, havada karbon asidinde binde birlik artış tüm nüfusu çarçabuk zayıflatmak için yeterlidir.
İşte madenlerin istihracı, doğaya zararı; kirlilik, ulaşım, ormanların yok oluşu, hastalıklar.
Ekoloji ortaya çıktıktan sonra doğa ile ilgili yazı, makalelerde artmaya başlamış ve her bilim ekolojiyi kendi alanıyla bütünleştirerek çözümlemeler yapmaya çalışmışlardır. Siyasete kadar girerek, siyasi ekolojinin doğmasına neden olmuş ve daha çok yeşiller partisi adı altında kimi zaman kapitalist sistemi eleştirerek doğa adına çözümler sunmuşlar, kimi zaman da kapitalist sistemde kimi değişikliklerin, reformların yapılmasını desteklemişlerdir.
Koyu yeşil, açık yeşil ekoloji olduğu gibi kırmızı ekoloji güler, yüzlü ekoloji de olmuştur.
Doğaya dönüşü savunanlar olduğu gibi gelecek felaketler karşısında önlem alıp doğa içinde yaşamı sürdürmeyi düşünen yaşamdakalmacılar da ortaya çıkmıştır.
Ama bu taş devrine, gaz lambası dönemine dönüş de değildir
Doğa koruma dernekleri 1900’lü yıllarda ortaya çıkar. British Ecologu Socety 1913’de, The Ecology Society of America 1916’da, Société Nationale d’Acclimatation 1901’de, France Nature Environnement 1968’de kurulur.
60’lı yıllarda ilk uyarıcılar, genelde bilim adamları doğanın kirlenmesi, yenilenebilir ve sonlu kaynakların ender hale gelmesi ve alınması gereken toplumsal ve siyasi önlemlerden söz etmeye başlarlar.
İkinci Dünya savaşı ile ilk petrol bunalımına kadar orta sınıfın yükselişi, tüketimin artması, kimi mücadelerle gelirlerde artış sağlanması kısacası otuz şanlı yıl ekolojiyi biraz arka düzleme iter.
Çevreyi, doğayı savunan, alınması gereken önlemler üzerinde düşünen, toplantılar düzenleyen ve kimi kez de dikkat çekmek için eylemler düzenleyen Sivil Toplum Örgütleri ortaya çıkar. Sierra Club, WWF, Friends of Earth gibi. Doğabilimcilerden ve çevrecilerden farklı olduğunu söyleyen ekolojistler doğa kıyımının nedenlerine odaklanmak isterler. Siyasetin içine girerler.
Kimi kez kalkınmayı, kimi kez Batı uygarlığını, kimi kez insanı, kimi kez büyümeyi, kimi kez kapitalist sistemi, kimi kez doğayı kutsallaştırıyor, çağdaşlığın fetihlerinden vazgeçiyorlar diye sağ kesimi eleştirirler.
1972 yılında Roma Klubü (Meadows raporu) “Büyümenin sınırları” adlı raporunu yayınlar. Nüfus ve sanayinin büyümesi ile dünya çöküşe doğru yol almaktadır diye uyarır.
“Doğayı korumak yeterli değil, doğa felaketlerinin nedenine inmek gerekir” derler.
Tüketicilerin dayanışması, Nükleer karşıtları, üçüncü dünyacılar, seslerini çevre, doğa adına duyurmak isterler.
Bir gölü korumak adına bireysel ve göle sahip çıkma eylemi; yaşam biçimin korumak adına korumacı ve toplumcu, geleceğe dönük sorumluluk alma, kirlilikle mücadele adına bireysel ve liberal oluşumlar, doğayı ve çevreyi korumak adına kamu eylemini destekleyen kolektivist ve müdahaleci akımlar doğar.
Siyasette kimi çevre politikalarının devreye girmesi başarılı olur; hukuksal düzenlemeler gerçekleşir (çöp ayrıştırma).
Konu uluslararası düzleme taşınır. İklim zirveleri başlar. İlk önemli olan zirve Kyoto olup kimi sınırlamalar getirir.
Gelişmiş ülkeler ile gelişmekte olan ülkeler arasında ekolojik borç konusunda tartışmalar çıkar. Dünyayı kirleten zengin ve gelişmiş ülkelerdir. O halde “Biz neden doğayı kurtarma maliyetine katlanalım, bizimde doğamızı sömürdüğünüz için bize borçlusunuz” derler.
Hindistan başbakanı P.V. Narashima “ Tek gezegende ama ayrı dünyalarda oturuyoruz” derken, eski ABD başkanı Bush “Yaşam biçimimiz tartışılmaz” diyerek noktayı koyar.
İlk önce doğal bilimler ve çevreci hareketler ekoloji ile ilgilenirken iktisat, sosyal bilimler ve arkasından diğer bilimler ekoloji alanında çözümlemeler yaparlar.
Hayvan türlerinin giderek kaybolması ve ticaretinin de katliamlara neden olmasıyla “Hayvan hakları” da sıkça gündeme gelir.
Vergi, harç ve yasaklardan mülkiyet ve üretim araçlarına kadar tartışmalar yapılır. Oysa vergi kirliliği kaldırmaz, düzenler; kirleten öder diyerek kapitalist daha fazla kirleterek emekten aldığıyla öder.
Yeşil kapitalizm kavramı ortaya çıkar; beyinler yeşille yıkanmaya çalışılır ama “Esas sorun iklimin değişmesi değil iklimi değiştiren sistemin değiştirilmesidir” denilir.
Amaç birilerinin kemerini sıkmak değil sahip olduğumuzu paylaşmaktır.
Emek sermaye çatışmasına doğa eklenir.
Çevre hukuku devreye girer. Bakanlıkları da. Doğa hakkı insan hakları içinde ve anayasalarda mutlaka yer almalıdır. “Çevreci yarar ön düzleme çıkmalı ve gerekirse doğayı katleden özel mülkiyete el koymalı” diyen sesler yükselir.
Sağ, sol, merkez ekolojiye ilgi gösterir. Kolektivizm ile tam özgürlükçüler arasında gidip gelir. Piyasa ile planlama amaçlarını sergilerler. Kaynaklar azaldıkça dayanışma yerini çatışmaya bırakacak, korku ve panik içinde eko-faşizm sesini duyuracaktır.
J.Stiglitz, P.Krugman, N.Hulot, J.Rifkin gibi düşünürler kapitalist sapmaları düzenleyecek politikalar önerirler.
Cornelius Castoriadus, Alain Lipietz, André Gorz, Nicholas Georgescu Roegen siyasi ekolojinin sözcüleri olurlar.
David Harvey, John Bellamy Foster Marx’ı ele alarak ekoloji ile ilgili çözümlemeler yapmıştır.
Aynı şekilde Michael Lowy eko-sosyalizmi ele alır.
Anti-kapitalistlere göre siyasi ekoloji, liberal ve sistem içinde çözüm arar. Liberallere göre de siyasi ekoloji, kollektivist ve otoriter’dir, elimizden özgürlükleri alacaktır. Piyasanın kullandığı aptallar her zaman olacaktır.
Büyüme ve üretkenlik eleştirilerek ekonomilerin küçülme içine girmeleri önerilir. Küçülme taraftarları 1970 yıllarda ortaya çıkar ve büyümenin insanlığa yarardan çok zarar verdiğini savunurlar. Bu kişiler göre “sınırlı dünyada sınırsız büyüme olamaz” denilerek kapitalizmin sadece üretkenlik ve GSMH’nın büyümesi olarak ele alınmasını eleştirirler ve “basit yaşamı” önerirler. Sanayileşmenin ekonomide işsizlik, geçici işler yarattığını, emeği yabancılaştırdığını ve ekosistemi felakete sürüklediğini ileri sürerler. Küçülmenin resesyon ya da negatif büyüme olmadığını rekabet yerine işbirliğini öne çıkarırlar.
Erkeklerin kadınlar üzerindeki egemenliği ve baskısı ile insanların doğa üzerindeki aşırı sömürüsü arasında koşutluk kurarak eko-feminizm adlı felsefi ve etik akım ortaya çıkar. Hintli Vandava Shiva bu akımın en önemli sözcüsüdür.
Ama doğa tüm bu uyarıları duyamaz, gelişmesine devam eder; koltuk değneğini yapacak ağacı ya da robotu aramaya çalışır.
Gelecek yeşilden kırmızıya mı gidecektir? Yoksa yeşil-kırmızı karışımı mı olacak?
Belki de Fabrice Nicolino’nun dediği gibi “Siyaset ekolojiye fazla karıştı ve unuttu; küreselleşme ise ekolojiyi yuttu.”
Ekoloji artık her yerde kullanılıyor ve sabah “Dünya ölür” derken, öğlen sanayide yemek yiyor ve akşamda çirkef politikacılarla rakı içiyor.
Eko eklentisinin tüm düşünce ve ideolojileri sardığı ve dünyamızda giderek artan doğa ve insani felaketler karşısında yukarıda kısaca özetini sunduğumuz çevreciler, ekoloji akımları kendilerine getirilen özgürlük kıyımcıları suçlamasına ne gibi yanıtlar veriyorlar?
Sorunun çözümü sadece ekolojik önlemlerle sağlanmayacaktır kuşkusuz. Toplumsal-siyasi-iktisadi sorunlarla eşgüdümlü olmalı, bütünleşmeli ve halk yararı ve özgürlüğü için olmalı.
Ekoloji özgürlükleri tehdit ediyor mu? Hangi özgürlükler ve kimin özgürlüğü?
Sorun kişisel özgürlükleri kısıtlamak mı yoksa yaşam biçimini değiştirmek mi?
Çevreyi kirleten bireysel özgürlük mü yoksa kimi bireylerin özgürlüğü mü?
Doğayı ve insanı kurtarmak adına özgürlükler kısıtlanmalı mı? Yoksa sömürü düzenini mi değiştirmeli?
Örneklerle açıklamaya çalışalım.
Tabii örnekler bugün doğayı ve insanı acımasızca sömüren kapitalist sistem içinde ele alınmıştır. Ekolojiyi ya da çevrecileri özgürlükleri kısıtlayan ya da kaldıran görüş olarak sunan kapitalist sistem söz konusudur.
Küresel ısınmanın nedeninin sera etkisi yaratan gazların salımı olduğu biliniyor ve genelde de sanayiden kaynaklanıyor. Ulaşım ve tarım da katkı sağlıyor.
O halde, salımları azaltmaya yönelik önlemler alınması hangi özgürlüğü kısıtlayabilir? İnsanları kirlilikten öldürmeyi engelleyen çözümler özgürlük kısıtlayıcı olabilir mi?
Piyasa taraftarı girişim özgürlüğü engelleniyor diyebilir. Girişim özgürlüğü değil topluma ve doğaya zarar veren üretimin engellenmesi, üretim biçimin değiştirilmesi söz konusudur.
Amazon ormanlarını yok edip dünyanın ciğerlerini söküp alıp yerine birkaç çok uluslu şirketin tekelinde olan genetiği değiştirilmiş bitkiler (GDB) dikilmesi ve bunların çoğunun hayvanlar için yem olarak kullanılmasını engellemek ve köylünün elinden geçim tarımını alıp açlığa mahkûm etmek hangi özgürlüğü kısıtlayabilir?
40 yıl önce adı sanı duyulmayan GDB’in bugün Latin Amerika’da 50 milyon hektar alanda ekilmesi köylünün topraksız kalmasına, toprak ağalarının zenginleşmesine, ölümlere neden olmuşsa hangi özgürlükten söz ediyoruz?
Ormanları yok edip palmiye yağı üreten, gıdayı yakıta çeviren ve kâr peşinde koşan girişimcinin özgürlüğünü yok etmek midir yoksa yaşamı tehlikeye atan üretimi engellemek midir?
Tarımı doğaya saygılı, toprağı besleyen, erozyonu önleyen, suyu ve tarım ilaçlarını az ya da hiç kullanmayacak şekilde organik tarıma, parmakültüre yöneltmek, köylünün emeğine değer verecek düzeye getirmek özgürlükleri kısıtlamak mıdır? Tarım-gıda sanayinin çılgın üretimine sınır getirmek sizi özgürlük kıyımcısı mı yapar?
Kapitalist büyük çiftliklerde antibiyotiklerle ve ilaçlarla milyonlarca sağlıksız tavuk, inek üreterek doğa ve insan sağlığına zarar vermek ve genetik zayıflama yaratmakla özgürlüğü kısıtlamak arasında ne gibi bağ vardır?
Sanayinin çöpleri ev çöplerini kat kat aşarken ve daha tehlikeli olup akarsu ve gölleri kirletirken çöpler konusunda önlem almak ya da ceza kesmek hangi özgürlüğü elimizden almaktadır?
Plastik üreterek okyanuslarda yedinci kıtayı oluşturan, geri dönüşümünün çok az ve zor olduğu plastik türlerini üreten sanayiye geri dönüşümlü plastik üretin ya da doğaya zarar vermeyen başka bir hammadde kullanın demek kimin özgürlüğünü kısıtlar?
Birkaç ton altın bulmak için Kaz dağlarının nefesini kesmek özgürce nefes almamızı engellemek değil midir?
Hidroelektrik santralleri (HES) kurmak adına Karadeniz’in derelerini kurutmakla, özgürlüğün resmini yapabilir misiniz?
Yoksa özgürlük sadece piyasa ekonomisinde tüketim özgürlüğü müdür?
Toplu taşımayı geliştirmek, trenle seyahate ağırlık vermek, kısa mesafelerde bisiklet kullanmak ya da işe yaya gitmeyi istemek ve özel araba kullanımını sınırlamaya çalışmak (hız ve vergilerle) özgürlükleri kısıtlamak mıdır?
Uçak seyahatlerinin yüzde 40’ı 800 km’den az olup bunun yerine tren kullanmak özgürlüklerimizi kısıtlar mı? 1 saatlik yere 2 saatte girmek çok mu zor?
Mutluluk tüketici toplumun mallarında mıdır? Sistem size “Klima kullan”, “Evinizde her odaya televizyon koyun”, “Bir ikinci arabanız olsun”, “Bağlantılı nesneler yaşamınızı kolaylaştırır”, “İnternetsiz yaşam olamaz” diyerek bunların vazgeçilmez özgürlükler olduğunu beyninize işler. Oysa her toplumsal örgütlenme kural getirir, yasa ve yasak koyar. Ekolojide kimi yaşam biçimlerinde yani insan ve doğa ile uyum içinde olmayanlar için kural, sınır, yasak getirmek ister.
Kullan-at nesnelerini ya da bir kullanımlık nesneleri (tıraş bıçağından kağıt bardak ve tabağa kadar) hem sınırlı kaynakları hızlıca tüketir hem de geri dönüşüme gitmediğinden doğayı kirletmektedir. Bu tür nesnelerin üretimine son vermek ve yerine depozitolu sistem ve sürekli geri dönüşümü olabilen cam kullanmaya geçmek özgürlükleri kısıtlamak mıdır?
Aldığınız telefonu, bilgisayarı belirli bir süre kullandıktan ve tamir imkânı olmaksızın çöpe atmak yani elektronik eşyaları programlı olarak kullanımdan düşürmek kimin özgürlüğüdür?
Sonra bu elektrik ve elektronik çöpleri gelişmekte olan ve “çöp ülkeler” dediğimiz ülkelere yollamayı yasaklamak ve yapanları cezalandırmak özgürlük kıyımı mıdır?
Teknolojilerin gereksinmelerimize uyarlanması gerekirken biz, sorgulamadan teknolojiye uyup bolca tüketiyoruz. Farklı olmak adına kimliğimize ve özgürlüğümüze yabancılaşıyor tekellere teslim ediyoruz.
Ürün çeşitliliğine son verip belirli bir standartlaşmaya geçmek kime zarar verebilir?
Devasa golf sahaları yapıp suyu birkaç zenginin eğlencesi için israf etmek, bowling sporuna imrenip devasa salonlar yapmak yerine kitlenin spor ihtiyacını karşılamaya yönelmek ve beden ve akıl sağlıklarını korumak özgürlük kıyım mıdır?
45 metrelik yatın bir saatte kullandığı 1000-1500 litre yakıtı çiftçiye ucuza sağlamak kimin ve kaç kişinin özgürlüğünü kısıtlar ve kimilerini özgür kılar?
“Evdeki kullanım ve içme suyu ile özel havuza doldurulan su fiyatı aynı olmasın” demek özgürlük kıyımı mıdır?
Yılda 100 milyar İsviçre çakısı üretmek, 1974’den beri 6 milyon playmobil üretmek özgürlük müdür?
İnternet almama, banka hesabı ya da kartı almama özgürlüğünüz var mı?
Borsa oyunlarına, spekülasyona sınır getirmek, uluslararası ticari işlemlere vergi koymak (Tobin vergisi); IMF, Dünya bankası gibi kuruluşların doğayı hiç de gözetmeyen yapısal programlarına karşı çıkmak kimin özgürlüğünü kısar?
İvan İllich’in dediği gibi “Radikal tekeller” yaratılır. Araba buna örnektir. Vazgeçemezsiniz. Her şey arabaya göre ayarlanır: Kent dokusu, uzaklık. Yaya, bisiklet, toplu taşımaya göre değildir. Bu araçları kullanırsanız hem kirliliği azaltırsınız hem de sağlık harcamalarınızı azaltırsınız. Battı çıktı yollar, kavşaklar kent trafiğini çözmek yerine iyice karmaşık hale getirir. Tabii ki bu yol yapılmasın anlamında değildir.
Afrika’dan, G. Amerika’dan gelen meyveleri yemek özgürlük müdür? Bir blue jeanin üretimi için pamuğun Kazakistan’dan, ipliğin Bengladeş’ten gelmesi, dikimin Fas’ta ya da Türkiye’de yapılması, düğmelerinin Vietnam’dan gelmesi ve Avrupa ve Amerika pazarlarına konteynırlarla yollanması ve tüm bu etkinliklerde çocukların, kadınların köle gibi çalıştırılması üretim özgürlüğü müdür?
Yerelde üretmek ve tüketmek, yereli canlandırmak, toplumsal ve dayanışmacı ekonomiye geçip emeğin değerini vermek özgürlükleri kısmak mıdır?
***
Sorun zenginin, gelişmiş ülkelerin, kapitalizmin ve çok uluslu şirketlerinin dünyayı kirletmesi, felaketlere sürüklemesidir. Doğayı ele geçirip metaya dönüştürerek sömürmesi ve çalışanların yaşamını tehlikeye atmasıdır. Sonra da doğa ve insanı korumaya çalışanları özgürlük hırsızları olarak nitelendirmesidir.
Herkes dünyayı, doğayı kurtarmak istiyor ama kimse uçak, araba, tüketimden vazgeçmek istemiyor mu?
Kuşkusuz bireysel olarak alacağımız önlemler vardır ama çözüm bireysel önlemlerle değil kolektif önlemlerle çözülmelidir.
İhtiyaçlarımızı kısabiliriz, daha kanaatkâr yaşayabiliriz. En iyi ekolojik hizmet kullanmadığımız hizmettir diyebiliriz.
Ekolojik kural ve uygulamaları yaşam biçimin seçmeyle çelişkiye girebilir mi?
İnsan haklarını korurken çevreyle ilgili eylemine nasıl sınır getirebiliriz?
Evrensel ekolojik kurallarla dünyadaki farklı halk ve kültürlerin çeşitliliğine nasıl saygı göstermeliyiz? Herkes aynı ölçüde iklim değişikliğinden sorumlu olmadığından nasıl daha hakkaniyetli olabiliriz?
Özgürlükleri sınırlanan hep aynı kişiler mi olacak? Her zaman kazanan bir sınıf olmayacak mı ve bunlar tarih öncesinden beri hep aynı sınıf değil mi?
Bireysel kısmı öne çıkarıp dayanışmacı kısmını, diğerleriyle birlikte olma arzusunu köreltmenin önüne geçmek zorunda değil miyiz?
Nasıl bir insanlık istiyor, nasıl bir insan olmak istiyoruz?
Soruları hep soruyoruz. Herkes kendi yanıtını vermeye çalışsın ama en son lambayı kim söndürecek?
Kaynaklar:
İlgili yazı:
Sendika.Org, yayın hayatına başladığından bu yana işçi sınıfı hareketinin, solun ve genel olarak toplumsal muhalefetin gündemine ilişkin, farklı politik perspektiflerden düşünsel katkılara açık bir tartışma platformu olagelmiştir. Sitemizde yayımlanan yazılar yayın kurulunun politik perspektifiyle uyumluluk göstermeyebilir. Amacımız, mücadelenin gereksinim duyduğu bilimsel ve politik bilginin üretimini zenginleştirecek tüm katkılara, yayın ilkelerimiz çerçevesinde, olabildiğince yer verebilmektir.