Son zamanda ne çok duyuyoruz özellikle “orta sınıf” insanlardan “cehalet mutluluktur” ya da “keşke insanlık tarihindeki en geri noktalara gidebilsek çağımız çok zalim”. İki iddia da ne büyük kibirler içeriyor. “O kadar çok şey biliyorum ki mutsuzum” diyen kibrin “uygarlığın” tüm nimetlerinden faydalanırken ilkçağları yüceltmenin ne denli kolay olduğunu atlıyor. Kibir içeren iki ifadenin de “ben mutsuzum ve bunun benim davranışlarımla, karşı çıkamadıklarımla, kabul edemediklerimle, mesleğimle, mesleğime yüklediğim anlam ve yapma biçimimle ilgisi olabilir” demekten kaçınmanın birer yolu oluyor bu söylemler… House mu? Ona göre mutluluk imkansız zaten. Oysa dizi içinde daha mutlu, daha doyumlu bir hayat yaşamasının olanaklarını görüyor izleyici
David Shore imzalı House M.D. dizisi, 8 sezon 176 bölüm olarak 2004-2012 yılları arasında yayınlandı. Dizi, New Jersey‘deki Princeton-Plainsboro Hastanesi’ndeTıbbi Tanı Uzmanlığı Departmanı’nda diğer bölümlerde teşhis konulamayan hastalara teşhis koymakla görevli bir ekibin başındaki Dr. House’un her bölümde bir vakayı çözmesi ve hastanedeki ilişkilerin gelişimi üzerinden ilerler.
Dizi boyunca Dr. House’un tıp alanındaki geniş bilgisi, deneyimi ve yer yer işine takıntılı düşünme biçimi nedeniyle çözebildiği vakalarla pek çok insanın hayatını kurtarmasını izlerken, kişisel yaşamındaki hoyratlığı nedeniyle ilişkilerinin bozulduğuna, yakınlarını tehlikeye attığına (bunu amaçlamasa da) tanıklık ederiz. Bu haliyle House, hem iyileştiren hem yaralayan, hem yapan hem yıkan bir karakter olarak ölüme ramak kala durumlarda görev yapan, etrafındaki insanları gelişmeleri, düşünmeleri, iyileşmeleri yönünde zorlayan, bunu yaparken kimi zaman da yaralayan bir doktordur.
6. sezonun ilk bölümünde, Dr.House’u Psikiyatri Kliniğinde hasta olarak yatarken görürüz. Onunla ilgilenmekle görevli psikiyatrist tanısını yüzüne karşı haykırır “Sen acılar içinde narsistik ve anti-sosyal bir adamsın hepsi bu…” Doktoru bu psikiyatrik tanıya öncelikle House’un kimsenin koyamadığı tıbbi tanıları koyarken kullandığı yöntemler nedeniyle ulaşır. Ekibindeki genç (genellikle genç) doktorları hastalarının evlerine gizlice girmeleri için gönderir (izin alarak gitmezler çünkü o zaman hasta sakladığı gerçekleri evinde de saklamak için fırsata sahip olacaktır), teşhis koyabilmek için ve bulduğu tedaviyi uygularken mesleğin etik sınırlarını çiğnediği olur. Kişisel ilişkilerinde sürekliliği olan, empatik, duygusal bakımdan eşzamanlı ilişkiler kuramamaktadır.
Kaba materyalist (genellikle kullanıldığı gibi çıkarına düşkün anlamında değil, diyalektik olmayan bir materyalizm anlayışını vurgulamak açısından ve felsefi anlamda) bir doktor olarak House, saplantılı biçimde gerçeğin arayışındadır. Dedektif Sherlock Holmes’ten etkilenerek yaratılan House karakterinde Nietzsche’nin düşünsel izlerine rastlarız.
Tanıya ulaşmak yolunda hastaların verdiği bilgilere güvenmeyen, o bilgileri birer veri gibi değil, adeta şüpheliden alınan ifadeler gibi değerlendiren bir doktordur. Dizi boyunca en sık tekrarladığı söz, “insanlar yalan söyler” olur. Freud’un Schreber vakasını analizinde narsistik karakterler için belirttiği “zulüm görme” endişesinin House’da kandırılma, yanıltılma endişesi olarak deneyimlendiğini ve bir biçimde manipüle edildiğinde zulüm görmüş duygusu yaşadığını söyleyebiliriz.
İnsanlarla duygusal temaslar yaşamaktan kaçınır. Yatıştırılma gereksinimleri yoğun olan hastaların duygusal ihtiyaçlarını karşılamayı net biçimde reddeder. İyi bir doktorun işini yapabilmesi için duygularını dolaba kaldırması gerekip gerekmediği, hangi işi yaparken ne kadar duygusal yalıtıma ihtiyaç olduğu, insanın insanla çalıştığı işlerde nesnelliğin, objektifliğin ne ölçüde sağlanabileceği, doktorun duygusal temasının hastaya iyi mi kötü mü geleceği yıllardır süren bir tartışma ve belli ki bu soruların tek bir yanıtı yok. House, hastalarıyla ilişkisini, duyguların görünür olmaması konusunda net, onların şükran duygularını göstermelerini reddedici, kendi olağanüstü çabasını kişisel algılamalarını önlemek için kabalaşan bir zeminde kurar.
Duyguları açığa çıkaran içten teşekkür ve özür ifadeleri ile sorunları vardır. Kendi doktorluğuyla, başarılarılarıyla, teşekkür ve minnet ifadeleriyle de alay eder. Üzüntü, hüzün, şükran duygularının görünür olduğu yerde “Neden ne zaman iyi bir şey olsa, tüm övgüleri Tanrı alıyor?” benzeri espriler yaparak, bu duyguların yerini öfkeye ya da neşeye bırakmasına neden olur.
Peki House, nasıl bir doktor geleneğinden gelmektedir?
Bir zamanlar bir topluluğun her şeyi olan şamanlar vardı. Şaman, geleceği gören, hastaları şifalandıran bitkileri işleyerek merhemler yapan, ayinler düzenleyen, topluluğun lideri, doktoru, eczacısı, anestezisti idi. Rehberi olduğu topluluğun hem içinde hem dışında (biraz ötede yaşardı esrikleşme anları ve yaratıcılık için gereken yalnızlığını kıskançlıkla korurdu) konumlanırdı. Biraz deli biraz bilge algılanırdı. Biraz kadın biraz erkek bilinirdi. Ruh ve beden ayrımı üzerine düşünürsek topluluğun ruhunun temsili idi. Sonra kadın ve erkek arasındaki işbölümü derinleştikçe, sonra özel mülkiyetin pekişen varlığı ile sınıflar arasındaki farklılıklar belirginleştikçe, şamanın işlevleri de kurumsallaşarak ayrışmaya başladı.
İlkel komünal toplulukların hekimi olan şamanların ardından, köleci toplumun loncalarına bağlı babadan oğula mesleği aktaran doktorları geçti. Bundan 2400 yıl önce yaşayan Hipokrat bu ayrışmış mesleğin sürdürücülerinin önemli sembol isimlerinden biriydi. Beden ve ruh tek tanrılı dinlerde olduğu kadar birbirinden koparılmamıştı. Gılgamış’ta ve pekçok destanda (ki o destanlar dönemin dinleri, felsefeleri, bilimleridir bir bakıma) aranan ölümsüzlük otu, insanın kalıcılık uğraşının ölümle mücadelesinin bir temsili gibiydi. Yunan mitolojisinde, Prometheus’un insanlara götürmek için tanrılardan ateşi çalması sonrasında Zeus tarafından cezalandırılarak bir kayaya zincirlenmesi anlatısında da ölümsüzlük atfı vardır. Hikayeye göre, bir akbaba hergün gelip Prometheus’un karaciğerini yer ama o karaciğer her gün yenilenir. Bu Prometheus’un ölümsüzlüğünün kanıtıdır. İnsanın Olimpos’ta(veya mitolojisine göre başka adlar taşıyan dağlarda) yaşattığı Tanrılarına verdiği ölümsüzlük hakkını arayışının, onların “mertebesine” çıkma çabasının adı Prometheus’tu ve elbette insanlar arasında ölümsüzlük arayışı ve kalıcılık meşalesini yüzyıllar boyunca en önde taşıyanlar doktorlar olacaktı.
Feodal toplumun en büyük gücü, hem toprakların önemli bir bölümünün hem de iktidarın tamamının sahibi olan Kilise idi. Yüzlerce yıl boyunca Avrupa tıbbı Kilise’nin katı dini kuralları içinde kendini var etmeye çalıştı. Aynı dönem İslam dünyasında da din eğitimi ve tıp eğitimi birbiri içine geçmişti. “Yaşam uzunluğuyla değil yoğunluğuyla ölçülür” diyen İbn-i Sina, 11. Yüzyılda tıp dünyasına büyük katkılar yapıyordu.
Kapitalist toplum, feodalizmin güçten düştüğü yüzyıllarda onun bağrında filizleniyordu. Sermaye biçiminde güç biriktiren bu embriyo, kendisi de bir çok “günah” potansiyelini bağrında taşısa da giderek güçlenen ve kiliselerin katı duvarlarına sığmaz olan bilimin ve tıbbın desteğini arkasına aldı. Bu durum Kilise’nin geniş toprak sahipliğinden aldığı güce karşı teknik ve emek gücüne dayalı üretimden beslenmek zorunda olan yeni sınıfların ihtiyacına uygundu.
Ortaçağın karanlığı içindeki iyileştirici, bilgilendirici meşale, bilim insanları tarafından engizisyon tehdidi altında çoğu zaman gizli gizli taşınıyordu. Dinin içinden çıkan bir güç olarak bilim, dinin çizdiği sınırları aşıyor, oradan taşıyor ve dipten, derinden bir yıkıcı güç olarak gelişiyordu. Hepimizin kehanetleri ile tanıdığımız Nostradamus (1503-1566), veba salgınları sırasında hastalığa karşı cesaretle mücadele etmiş önemli bir doktordu. Vebayı tedavi için önerdiği yöntemler nedeniyle (O zamanlar Avrupa’da yıkanmak yalnızca vaftiz sırasında uygun bulunurken,o bol açık hava ve sık yıkanma öneriyordu) kilisenin düşmanlığını kazanmıştı. Nostradamus, hem eski hem yeni toplumu, hem biliciyi hem şifacıyı bünyesinde taşıyordu. Benzer bir birikme, dinin sınırlarını aşma örneği İslam dünyasının doktorları için de geçerliydi. Bir örnek verecek olursak İbn Rüşd (1126-1198)’ün dönemin iktidarını rahatsız eden görüşlerinden biri de kadınların da bilimsel üretime katılabileceğini söylemesiydi. Dönemin iktidarı tarafından idama mahkum edilen Rüşd, sürgünde öldüğünde tıp ve felsefe alanında yazdığı onlarca kitap yasaklanmıştı.
Kitleleri, bazen sahte bazen gerçek vaatlerle arkasına alarak işçi sınıfının güçlü bir biçimde içinde (hatta önünde) yer aldığı 1789 devriminin (ondan önceki İngiliz ve Amerikan devrimlerinde de) üzerine oturan burjuvazi, dini devlet işlerinden ayırırken tıbbı ve doktorları diğer alanlardan ayrıştırdı. Komünist Manifesto’da ilgili bölümde Marx ve Engels şöyle diyordu;
“Burjuvazi üstünlüğü ele geçirdiği her yerde, bütün feodal, ataerkil, pastoral ilişkilere son verdi. İnsanı ‘doğal efendileri”ne bağlayan çok çeşitli feodal bağları acımasızca kopardı, ve insan ile insan arasında, çıplak çıkardan, katı ‘nakit ödeme’den başka hiçbir bağ bırakmadı. Dinsel tutkuların, şövalyece coşkunun, darkafalı duygusallığın kutsal titreyişlerini, bencil hesapların buzlu sularında boğdu. Kişisel değeri, değişim değerine dönüştürdü ve sayısız yok edilemez ayrıcalıklı özgürlüklerin yerine, o biricik insafsız özgürlüğü, ticaret özgürlüğünü koydu. Tek sözcükle dinsel ve siyasal yanılsamalarla maskelenmiş sömürünün yerine açık, utanmaz, dolaysız, kaba sömürüyü koydu. Burjuvazi, şimdiye dek saygı duyulan ve saygın olarak değer verilen bütün mesleklerin halelerini söküp attı. Doktoru, avukatı, rahibi, şairi, bilim adamını kendi ücretli emekçileri durumuna getirdi.” (Komünist Manifesto, s. 119-120)
Kapitalizmin gelişimi ile birlikte doktorluk mesleği de bugün bildiğimiz biçimde icra edilmeye başladı. Ancak bu yeni biçimler tıpta ya da genel yaşantıda eskiye dair olanın topyekun yok olması, ortadan kalkması anlamına geldi mi? Elbette hayır. Peki “yeni” gelince “eski”ye ne olur?
Buradan psikanaliz içi bir tartışmaya geçerek konuyu açmaya çalışacağım. Freud, psikanalizin reddedilmesinde onun insan narsisizminde açtığı büyük yaranın önemli rolünden söz eder. Psikanaliz insanlara (özellikle bilinçdışı kavramının varlığı nedeniyle) kendi ruhsal yapılarında olup bitenleri tam olarak bilemediklerini söylemektedir ve Freud’a göre insan, gerçeği bilememe, hakikate ulaşamama konusunda hassastır ve üç büyük buluş insanın çocuksu tümgüçlülüğünde büyük yaralar açmıştır.“Freud bu yaranın Kopernik ve Darwin’in insanda açtığı yaraların devamı olduğunu da ekledi.(…) Kopernik, insanın elinden evrenin merkezinde olduğuna dair büyük yanılgısını çekip almıştı; Darwin ise insanın Tanrı’nın medar-ı iftiharı olarak biricik yaratıldığı yönündeki yargısını yerle bir etti.” (Psikanaliz Nasıl Sağaltır?, s. 80-83).
Psikanaliz geleneğinin devamı bakımından hem bir kopuş hem bir süreklilik ifade eden Kendilik Psikolojisi’nin kurucusu Kohut’sa psikanalizin ortaya çıktığı dönemde otoriteler tarafından psikanalize karşı çıkılmasının da, kendisinin döneminde kendilik psikolojisinin dışlanmasının da salt bu yaranın varlığı ile açıklanamayacağını ifade ediyordu; “Aksine, insanlar büyük ve yeni düşünceleri, yeni buluşları coşkuyla karşılamaya meyillidir; çünkü bu fikirler insanların öz-saygısını yükselterek, idealize edilmiş mucitle kaynaşmasını sağlar, dolayısıyla yaşama gücünü artırırlar. Tabii bu dediğim kimsenin kişisel ayrıcalıkları ve iktidarı tehdit altında olmadığında gerçekleşir.” (Psikanaliz Nasıl Sağaltır?, s.86) Kohut sözlerine şöyle devam eder;“İlerleme hiçbir zaman basit ve tek yönlü değildir; kurulu düzen, eski ahlak sistemi, bir önceki değer sistemi yalnız çöküşte değildir, aynı zamanda güçlenmektedir de. Etkisini sessiz ve derinden yürüttüğü faaliyetlere aktarır, tehdit altında olduğunu hissettiğinden amaçlarını daha da fazla çaba harcayarak gerçekleştirmeye uğraşır.” (Psikanaliz Nasıl Sağaltır?, s. 87) Belki durum bu nedenle de Rusya’daki 1917 Ekim Devriminin liderlerinden Troçki’nin dediği gibidir“yeni fikirler yeni kuşaklara ihtiyaç duyarlar”. Eskinin yeni karşısındaki direnci, insanlık tarihinde yaşanan gelişimsel anların şekil değiştirerek de olsa yeninin içinde varlığını sürdürmesi, izlerinin görünür olmasıdır.
Konuyu insanın şifa bulma, tedavi olma ihtiyacı üzerinden örnekleyecek olursak; Ortaçağda azizlerin şifacı özellikleri ile farklı hastalıklara iyi gelen dokunuşları, duaları, varlıkları olduğunu ve bunun o azizler öldükten sonra bir zamanlar yaşadıkları mekanlarda ya da mezarlarında devam ettiğine inanılması, Müslüman coğrafyalarda yatırlara, hocalara dervişlere benzer özelliklerin atfedilmesi ve benzeri çare arama hallerinin bugün de devam etmesini anımsatabiliriz. Özellikle Avrupa’da 2500 yıl boyunca kan akıtma ve sülükle tedavi yoluyla hastalıklar tedavi edilmeye çalışıyordu ve bugün de bu yöntemlerde deva arayan insanların olduğunu görüyoruz. Elbette bugün bu ihtiyaçlar egemen sistemden bağımsız biçimde işlemiyor ve çağımız insanının karşılanamayan ruhsal ihtiyaçları üzerine bina edilen bu hurafeler birer “değişim değeri” üzerinden sunuluyor.
Buradan gelmek istediğim yere odaklanırsam aydınlanma ve kapitalizmin ilk dönemlerinde genel anlamda “ilerleme” “bilme” insan mutluluğunun ana unsurları olarak görülüyordu. Çağının insanı olarak Freud da bir çok bakımdan aşsa da indirgemeci bakma, görme biçimlerinden etkilendi. Kabalaştırmak pahasına kısa ve özet biçimde ifade edersek bilinçdışını günışığına yani bilince çıkararak insan ruhsallığında bilinenin alanını genişletmek psikanalizin ana hedeflerinden biri oldu. Kohut, Freud’un ardından onunla girdiği tartışmada hepimize şu olasılığı anımsatıyordu “… başka türlü değerlerin, hakikatle yüzleşmek ve bilginin peşinden gitmek kadar hatta bazen onlardan da önemli değerlerin, var olduğu…” (s. 86) nu anımsamak, değerler hiyerarşisinin en tepesine bilgiyi ve hakikati yerleştirmenin yarattığı güçlüklerden kurtulmaya çalışmak mümkün müdür?
House karakteri ve House gibi doktorluk yapmak meseleleri üzerinden değindiğimiz bu tartışmaları yeniden düşünecek olursak onun en az ilişki ile gerçeğe ulaşma yollarını aramasını, ilişki arayışlarını küçümsemesini ve alay konusu yapmasını, yalnızlığı ile çoğu zaman övünmesini ama olası bir kandırılma, yanıltılma durumu ile baş edemeyişini tam olarak gerçeğe ulaşmayı ana ve hatta yegane amaç kılan yaşama ve çalışma biçiminin getirdiği mutsuzluk ve zararlar açısından değerlendirebiliriz. Dr. House’la, bize akla zekaya yatırımla duygusal sorunlarından kurtulmaya çalışan insanın, içinde bulunduğu durumu gösteren bir karakter sunuluyor. Dr. House nasıl birini işaret ediyor? Dünyanın berbat bir yer olduğu konusunda haklı, burun kıvırdığı değerler binlerce kez yere düşmüş, yara almış bu da doğru, haklılığından ürettiği esprileri ile gülmüş güldürmüş, ama yalnız, ama acılar içinde, ama bağ kurmakta zorlanan ve zaman zaman elindeki en güçlü şeyi gerçekliği bile yitiren, ruhsal dağılmalardan endişeli… Dizi, izleyicinin değerler hiyerarşisini nasıl kurmak istediğini nasıl bir doktor olmak istediğini, ama aynı zamanda nasıl bir hasta olmak istediğini yeniden gözden geçirmek açısından öğretici bir ayna tutuyor.
House, kadınlar, siyahlar, LGBTİ’ler, engelliler hakkında çok sınırda duran (nefretli olmaya ramak kala) espriler yapar. Bununla birlikte zor anların zor esprileri ile de güldürmeyi, düşündürmeyi başarır. Bu bakımdan psikanaliz ile ilgili de espriler yapılır dizi içinde… Sevgilisinin ölümü ardından House’un indirgemeci yorumlarından birine maruz kalan dostu Wilson “çok sağol beni yıllarca ödeyeceğim psikanaliz faturalarından kurtardın bu yorumunla” der örneğin…
Ruhsal sorunların ve acıların asıl incelenmesi House’un Psikiyatri Kliniğinde kaldığı bölümde olur. House, dostu Wilson’ın sevgilisi Amber’ın ölümü, ekibindeki genç doktor Kutner’ın intiharı ve sorunlu bir ilişki kurduğu babasının ölümü ardından görmeye başladığı halüsünasyonların mesleğini yapmasını da etkileyeceğini anladığında gönüllü olarak kliniğe yatar. Ruhsal durumunun sorumlusunun yaşadığı travmatik olaylar olduğunu düşünse de yaralarını bir başkasına göstermek, bu konuda yardım istemek kolayca yapabileceği bir şey değildir. O nedenle psikiyatri tedavisini kullandığı ve bağımlı olduğunu düşündüğü ilaçtan kurtulmakla sınırlı olarak kurgular. Fakat kendisinden sorumlu psikiyatristin onayı olmadan doktorluk lisansını geri alamayacaktır. Bu nedenle bir süre daha hastanede kalmak zorundadır. Başlangıçta terapiye karşı yoğun bir direnç gösterir. Hem grup terapilerini hem bireysel terapilerini sabote etmekle kalmaz diğer hastaların tedavilerini de engeller. Buradan aslında oradaki tedavi biçimlerine inançsız olduğunu (kendisinin sürdürmediği, kontrol etmediği tedavi süreçlerinin tümüne inançsızdır) ve alternatif bir otorite yaratmak konusundaki ısrarını görürüz. Hastaneden kaçırdığı bir hastanın onun yanındayken yüksekten atlayarak intihar girişiminde bulunması, onun direnci için de kırılma noktası olur ama asıl değişim doktoru ile giriştiği güç yarışı içeren oyunda yenilmesi onun zekasını kabul etmesi ve belki de onu bir çok bakımdan (işe adanmışlık iş dışındaki özel yaşamının sınırlılığı gibi) kendisine de benzeterek kısmi biçimde açılmasıyla tedavi bir biçimde sonuçlandırılır ama House iyileşmiş midir?
Terapisti anti-sosyal özellikleri olan bir hastaya yapılması beklenebileceği gibi meydan okur hastasına, onun tehditleri karşısında geri çekilmez, kendisini baştan çıkarmasına izin vermez, tedavi eden öfkelenmeden pozisyonunda sabit biçimde durur. Psikiyatristi ile diyaloglarından birkaç örnek vermek daha anlaşılır kılabilir;
“(Tedavi olarak) üstünlüklerini kaybedeceğini ve seni başarılı bir doktor yapan eşsiz bağlantılarını yapamayacağını mı sanıyorsun?” diye sorar doktoru, “Van Gogh hastan olsaydı yıldızlı geceler yerine evleri boymakla tatmin olurdu.” Yanıtını verir House, “Van Gogh yine de yaratıcı gece resimleri yapardı. Akıl hastanesinin odasında yapmazdı belki. İki kulağının da sağlam kalacağını biliyorum. Hayatının daha iyi olacağını da biliyorum.” Doktorun bu yanıtı üzerine House, konuşmaya başlamaya ikna olmuş gibidir. Doktor vedalaşırken House’un iyileştiğine ve lisansını ona geri verebileceğine nasıl karar verdiğini de şöyle anlatır; “İki şey gerçekleşti. Acı çektin. Ki bu biriyle onu özleyecek kadar… Güçlü bir iletişim kurdun demek. Daha da önemlisi… Acıyı fark ettin ve gelip benimle konuştun. Onu Vicodin şişesine saklamayı tercih etmedin. Acı çekip buraya gelmen gerçeği… İlaçlarını alman gerçeği… Ve şu anda konuştuklarımız…”
Bu biçimde hastaneden çıkan House, bağımlı olduğu ilaçtan bir müddet uzak durmayı başarır, uzun süredir hoşlandığı kadınla (hastane yöneticisi Dr. Cuddy) sevgili olur, herşeyi doğru yapmaya çabalar ama zorlu yaşantılar peşini bırakmaz. “Herşeyi doğru yaptığım halde olmadı” der, ilaca geri döner ve ilişkisini sürdüremez olur. Onun açısından işlerin daha da kötüye gittiğine tanık oluruz.
House’un ailesine dair bilgiler, Wilson’un zorlamasıyla babasının cenazesine katıldığı bölümde gelir. 12 yaşından beri babasının biyolojik babası olmadığından şüphelendiğini, bunun için bir takım deliller biriktirdiğini öğreniriz. Annesinin ısrarı sonucunda cenaze evinde yaptığı konuşmada şöyle der; “bu adam hataları cezalandırır, mükemmelden azıyla yetinmezdi. Bu adam işini çok severdi bir nevi “kutsal görev” gibi görürdü. Herhangi bir kişisel ilişkiden bile önemli görürdü. Belki daha iyi bir baba olsaydı daha iyi bir evlat olabilirdim. Ama onun sayesinde neysem oyum iyi ya da kötü anlamda. (Sonra duygulanarak) sadece dilerdim ki… “ devamını getiremeyerek babasının tabutunda yanına yaklaşır asker kıyafetli adamı öperken DNA testi yaptırmak için bir kıl alır kulağından… Şüphelerinde haklıdır babası gerçek babası değildir buna rağmen cenazede yaptığı konuşma sırasında ondan ne çok şey aldığını belli açılardan ona ne kadar da benzediğini anlamıştır. Aynı bölüm “babam öldü” dediği yerde biter.
Babasının öldüğü aynı bölümde (her bölümde bir vaka çözer House ve ekibi) ilgilendikleri vaka da bölümle paraleldir. Amerikalı bir aile tarafından evlat edinilen bir kadın, Çin’e biyolojik anne babasını bulmaya gittikten sonra hastalanmıştır. House vakayla bir bulmaca gibi uğraştığında, kadının Çin’de “tek çocuk” döneminde 2. Çocuk olarak dünyaya geldiğini cezalandırılmaktan korkan anne babanın bebekten kurtulmak için bıngıldağından toplu iğneler geçirdiklerini, bebek ölmeyince de evlatlık verdikleri gerçeğine ulaşır. “İğneleri çıkarırız iyileşir” dedikten sonra House kendi ailesini de düşündüğünü tahmin ettiğimiz bir şekilde şöyle der; “Şanslıymış. Hepimiz ailelerimiz tarafından tahrip edildik. Bu kızın elinde belgesi (elindeki MR sonucunu göstererek) var.”
Ebeveynler elbette hasar verebilir fakat onarım olanakları sunup sunmadıkları da önemlidir. Çocuk onların eksik bıraktığını optimal hayal kırıklıkları olarak değil derin yeni izler açan travmatik yaşantılar olarak mı deneyimlemiştir? Kohut, “Anne-babanın kim olduğunu saptamak, ne yaptıklarını saptamaktan daha önemlidir.” (Psikanaliz Nasıl Sağaltır?, s. 20) vurgusu yaparken anne-babanın, o çocuk için kim olduğunu nasıl biri olduğunu anlamadan davranışlarını tek tek değerlendirmenin ve çocuk üzerindeki etkisini saptamanın mümkün olmadığını vurgular. Eğer o Çinli ailenin içinde bulundukları koşulları bilmezsek yaptıklarını anlamlandırmak (kabul etmek-etmemek meselemiz değil bu bakımdan) mümkün olmayacaktır.
Dizideki diğer karakterlerin neden doktor olduğu neden oldukları gibi doktorlar oldukları da aile dinamikleri üzerinden anlatılır.
Dizinin önemli karakterlerinden biri olan hastane yöneticisi Cuddy, ebeveynin aynalama işlevine dair kendi annesi ile yaptığı konuşmada şöyle söyler; “Bende görüğün başarı ihtimali için bana bu kadar yüklendin. Sayende okul birincisi oldum, okul temsilcisi oldum, hastane yöneticisi oldum. Gözlerindeki pırıltıyı gördüğüm anlar sadece işimden sana bahsettiğim zamanlardı.” O da işine düşkünlüğünü ve yalnızlığını, annesinin aynasında kendisini ışıltılı gördüğü zamanları rehber seçerek yürüdüğü yolda edindiğinin farkındadır.
House’u belirleyen en önemli özelliklerinden biri de bacağındaki sürekli ağrıdır. Bölümlerden birinde genç bir kadının bina kolonu altında kalan bacağını ampute etmesi gerektiğinde onu ikna etmek için kendi durumunu anlattığında öğreniriz. “Bacağımın nasıl bu hale geldiğini sormuştun. Bacağımda kan pıhtısı vardı, ve kaslarım ölüyordu. Tüm doktorlar bacağımın kesilmesi gerektiğini söylüyorlardı ve ben hayır dedim onlarda bunu yaptılar. Çok riskli bir operasyondu. Neredeyse ölüyordum.” Hasta “Ama bacağını kurtardın.” Dediğinde “Keşke kurtarmasaydım. Yumruğum kadar bir kas kitlesini kesip aldılar ve beni sakat bırakıp işe yaramaz bir halde bıraktılar. Her gün acı çekiyorum. Acı beni değiştirdi. Beni daha sert daha kötü biri yaptı.Ve şu anyalnız biriyim. Benim gibi olmak istemezsin. Seni seven bir kocan var. Arkadaşların var. Bir aile kurabilirsin. Bir hayatın var. Ve bu, bu sadece bir bacak.” Bedensel acılarımız da kuşkusuz ruhsallığımızın önemli bir belirleyeni… Ve elbette Freud’un Busch’den alıntıladığı gibi “Derdi olanın içkisi de vardır.” İşte Vicodin bağımlılığı bu ihtiyaçtan gelir. Hem ne diyordu Freud insanın acı karşısındaki davranışlarına dair; “Yaşamı çekilir hale getirmek için müsekkinlerden (yatıştırıcı) vazgeçemeyiz. (Thedor Fontane, çeşitli ikameler olmadan yaşayamayız, demişti.) Böylesi üç tür müsekkin vardır: zavallılığımızı küçümsememizi sağlayacak muazzam oyalanmalar, bu zavallılığı azaltacak dolaylı tatminler ve bizi buna karşı duyarsızlaştıracak keyif verici maddeler” (Uygarlığın Huzursuzluğu, s. 35) House’un iş dışındaki yaşamı tam da bu üçgende geçmektedir.
Bacağındaki kasların alınması, insan insana ilişkilerde duygularını anlama, yaşama becerilerinin elinden alınması gibidir. Başına gelen bu felaketlerden biri bedensel diğeri ruhsal olarak onu “sakat”lamıştır. Alınan iki işlevin de boşluğu yoğun bir acı yaratır.
En yakın arkadaşı Onkoloji bölümünün yetkili doktoru Wilson hariç House’un etrafında eşit ilişkiler kurabildiği insanlar yoktur. Öğrencileri ve hastaları için net bir otoritedir. Hastane yöneticisi Cuddy’yi çoğu zaman yetkisiz bırakarak karar alma hakkını elinden alarak, onun varlığını kendisi için yasal koşulları hazırlama işlevi ile sınırlı hale getirir. Hayatına giren kadınları da görürürüz dizi boyunca… Narsistik kişilik özellikleri ağır basan bir karakter olarak House, “tam sevecekken” ilişkinin bitmesine yol açacak sert bir davranış sergiler. Freud’un Mevlana’dan alıntıladığı gibi “Aşkın ateşi yandığında/ben denen karanlık zorba ölür” (Narsizm Üzerine ve Schreber Vakası, s. 97). House’un içindeki zorba kurtulamayacağı kadar güçlü ve derindedir her defasında yeniden yeniden dirilir. “Seven kişi, sözün gelişi narsizminin bir bölümünü kaybetmiştir ve bunu ancak sevildiği takdirde yeniden kazanabilir.” (Narsizm Üzerine ve Schreber Vakası, s. 43). House ne kadar sevilse de sevmekten kaynaklı kayba karşı tahammülsüzdür. Bu durum, ilişkilerinin birbiri ardına bitmesine sebep olur.
Cuddy’nin annesi, House tarafından sürdürülen tedavisinde kendisine kaba davranıldığından şikayet ederek başka bir hastaneye gitmeye çalışırken kızı ona şöyle sorar; “Burada kalırsan sana iyi davranılmayacak ama iyi bir tedavi alacaksın oraya gidersen sana iyi davranılacak ama iyi bir tedavi alamayacaksın hangisini seçiyorsun?” İkisini birden seçmenin zor olduğu durumlara hastalar (herkes bir vakit hastadır) aşinadır diye düşünüyorum. Nasıl bir doktor tarafından tedavi edilmek isterdiniz?
Elbette Doktor-hasta ilişkisinde ilişkinin doğası gereği narsistik meseleler var. Hastanın “bozulan”, “hastalanan”, “olması gerektiği gibi olmayan” taraflarını düzeltme iddiası bir yanda, teslimiyet diğer yanda… Doktor-hasta ilişkisi, anne-baba-çocuk ilişkisini andırır çoğunlukla… Annesel mi babasal mı olsun isterdiniz doktorunuz? Belli ki bu sorunun yanıtı, duruma, zamana ve hastanın ihtiyaçlarına göre değişiyor. Bu dizide bize, farklı farklı doktorluk biçimleri de gösteriliyor. Bir doktorsanız nasıl bir doktor olmak istersiniz? Hasta olsanız nasıl bir doktor tarafından tedavi edilmek isterdiniz? Wilson (House’un tam tersi kişilik özelliklerine sahip biri bir tamamlanma öyküsü ikisinin dostluğu) şefkatli ve bilgili bir anne gibi… House ise dahice, neşeli, kabalaşabilen ama sizi güçlü tutabilecek, her durumda gerçekleri söyleyeceğinden emin olacağınız türde bir doktor, Cuddy yönetsel bürokraside becerikli, Foreman kibirli kendi başarısını önemseyen biri, Chase gelişime açık, cesur, öğrenmeye meraklı, Cameron son derece merhametli, şefkatli, Taub komik, Thirteen zeki ve çalışkan… Kuşkusuz hepsi adanmış zamanının önemli bir bölümünü hastanede geçiren kişisel ilişkileri de çoğunlukla hastane içinden kurulan insanlar. Öyle midir? Doktor olmak bunu mu gerektirir?
Arkadaşı Wilson, öfkelenerek House’la arkadaşlığını bitirdiğini söyledikten bir müddet sonra (House’un babasının cenazesinin ardından) “Aileni seçemiyorsun. Hatta artık anladım ki arkadaşını bile seçemiyorsun” der. Yakın dostlarımız için çoğu zaman “seçimli kardeşlerimiz” deriz. Gerçekten oturup düşünerek aldığımız rasyonel kararlarla mı gelişir dostluklar? Yoksa her bakımdan anlamlandıramadığımız bazı dinamikler, bir bakışta bir gülüşte bulduğumuz gizemli yakınlıklar mıdır bizi buluşturan? Çoğu davranışımızın rasyonel alandan gelmediğini bize gösteren psikanalizin kurucusu Freud şöyle diyordu acılarımızın kaynaklarına dair “Acılarımızın üç kaynağı (…); doğanın üstün gücü, kendi bedenimizin zayıflığı ve insanların aile, devlet ve toplum içinde birbirileri ile ilişkilerini düzenleyen ayarlamaların yetersizliği. Bu acı kaynaklarının ilk ikisi hakkında vereceğimiz yargı bellidir; kararımız bizi bu acı kaynaklarını kabullenmeye ve kaçınılmaz olana boyun eğmeye zorlar. (…) Üçüncü toplumsal acı kaynağına karşı başka türlü yaklaşırız. Bunu kabullenmeye asla yanaşmaz, kendi yarattığımız düzenlemlerin hepimiz için niye acı yerine koruma ve saadet kaynağı olamadığını anlayamayız. Ancak, özellikle bu alanda acıları önleme konusunda yaşadığımız başarısızlığı göz önünde bulundurursak, bu başarısızlığın arkasında hakim olunamayacak bir doğanın –kendi ruhsal bünyemizin- bir parçasının yattığından kuşkulanabiliriz. (…) Burada bir hayal kırıklığı söz konusudur.(…) Zaman ve mekan üzerinde kazandıkları bu yeni gücün, doğa güçlerinin yenilmesiyle binlerce yıllık bir özlemin giderilmesinin yaşamdan bekledikleri haz tatmini miktarında bir artışa yol açmadığını, duyumsal olarak kendilerini daha mutlu kılmadığını görmüş gibidirler. (Uygarlığın Huzursuzluğu, s.45-46-47) Kitaptaki bir sonraki bölüm şu soruyla açılıyor; “Görev o denli büyük görünüyor ki insan ürktüğünü itiraf edebilir”. Bu çağın görevlerinin bizi ürküttüğünü itiraf ederek yeni bölümlere başlamak bizler için de şart görünüyor.
House daha iyi bir hayat için daha çok bilmeye yatırım yapan insanlardan biri… İnsanın kendine emeğini zihni üzerinden yoğunlaştırması gereken “bilgi”ye dayalı meslekleri seçen ve icra eden insanların, ruhsal ihtiyaçlarını unuttuğunda sıklıkla yaşayabildikleri gibi bu durumun ona da mutluluk getirmediğini görüyoruz. Doktorlar, hastalarını hayatta tutmak için çabalıyor. Tıp, insanların hayatta kalması üzerine yoğunlaşıyor çoğu zaman. Ancak insanların hayatta kalması ile yaşaması, yaşamı duyumsaması tam olarak örtüşmüyor her zaman.
Son zamanda ne çok duyuyoruz özellikle “orta sınıf” insanlardan “cehalet mutluluktur” ya da “keşke insanlık tarihindeki en geri noktalara gidebilsek çağımız çok zalim”. İki iddia da ne büyük kibirler içeriyor. “O kadar çok şey biliyorum ki mutsuzum” diyen kibrin “uygarlığın” tüm nimetlerinden faydalanırken ilkçağları yüceltmenin ne denli kolay olduğunu atlıyor. Kibir içeren iki ifadenin de “ben mutsuzum ve bunun benim davranışlarımla, karşı çıkamadıklarımla, kabul edemediklerimle, mesleğimle, mesleğime yüklediğim anlam ve yapma biçimimle ilgisi olabilir” demekten kaçınmanın birer yolu oluyor bu söylemler… House mu? Ona göre mutluluk imkansız zaten. Oysa dizi içinde daha mutlu, daha doyumlu bir hayat yaşamasının olanaklarını görüyor izleyici. Bir başkasının hayatı için gördüğümüz olanakları, kendi hayatımız için de görmek her zaman kolay olmuyor tabii.
Konumuz doktorlarsa, bu ülkede yaşamış bir şairi, bir doktoru, psikiyatristi 2 Temmuz 1993’te Sivas’ta öldürülen Behçet Aysan’ı bir şiirinden bir bölüm paylaşarak anmak istiyorum bitirirken…
“Söyleyin bana/ey kitaplar/var mı/kederin atlasında/tarçın kokulu bir şehir/inmemiş olsun damlarına/gözyaşından/yıldız böcekleri/ve tarçın kokulu/bir aşk/hiç ölmeyen”
KAYNAKÇA
Marx K. Engels F. Komünist Manifesto (çev. Erdost M.) Sol Yayınları, 2005, Ankara.
Kohut H. Psikanaliz Nasıl Sağaltır? (çev. Helvacıoğlu F.B.) Psikoterapi Enstitüsü Yayınları, 2018, İstanbul.
Freud S. Uygarlığın Huzursuzluğu (çev. Barışcan H.) Metis Yayınları, 2014, İstanbul.
Freud S. Narsizm Üzerine ve Schreber Vakası (çev. Büyükkal B. Tura S. M.) Metis yayınları, 2010, İstanbul.
* Bu yazı ilk olarak Psikesinema dergisinin “Sinemanın Doktorları” dosya konulu Kasım-Aralık 2020 tarihli 32. sayısında yayınlanmıştır. İnternet ortamında ilk kez Sendika.Org’da yayımlanmaktadır.
Sendika.Org, yayın hayatına başladığından bu yana işçi sınıfı hareketinin, solun ve genel olarak toplumsal muhalefetin gündemine ilişkin, farklı politik perspektiflerden düşünsel katkılara açık bir tartışma platformu olagelmiştir. Sitemizde yayımlanan yazılar yayın kurulunun politik perspektifiyle uyumluluk göstermeyebilir. Amacımız, mücadelenin gereksinim duyduğu bilimsel ve politik bilginin üretimini zenginleştirecek tüm katkılara, yayın ilkelerimiz çerçevesinde, olabildiğince yer verebilmektir.