“Ekolojistler insanları delirtiyor. ‘Yeşil delilik’ nereye kadar gidecek. Ekolojik lobi toplumsal ve iktisadi kararlara ve yararlara komplo kuruyor” diyorlar. “Yeşil diktatörlük dünyayı kurtarmak için elimizdeki özgürlükleri alacak, büyüme yerine küçülmeyi önerip orta çağa dönmek istiyorlar” diyenler var
2020 yılının ünlü koronavirüsü ile kimi özgürlüklerimiz kısıtlandı. Sokağa çıkma yasağıyla özgürce dolaşmanız, ulaşım yasağıyla tatile gitmeniz askıya alındı. Yaşlıların gençleri, çocukların dede ve ninelerini görmeleri engellendi. Toplumsal ilişkiler askıya alındı. Yaşamdan koparıldınız. Virüs katliam yapacak diye korku ortamı yaratıldı. Maske takmıyorlar diye insanlar diğerlerini ispiyonladı. Kavgalar, çatışmalar özgürlüğe darbe vurdu.
Ekolojik felaketler kapımızda ve aşısı da yok. Küresel ısınmanın sonuçlarını her gün yaşıyoruz. Her gün bir felaketin sonucuyla kıvranıyoruz. Bugün kuraklık, yarın sel. Bugün aşırı sıcaklık, yarın kutup soğuğu. Deniz ve okyanuslar yükseliyor, doğal felaketler daha sık ve şiddetli. Biyoçeşitlilik, hayvan ve bitki türleri kayboluyor ya da göç ediyorlar. Ormanlar, tarım alanları yok oluyor, zehirleniyor. Deniz ve okyanuslar kirleniyor, çöp yığınları doğayı nefessiz bırakıyor. Enerji bunalımı ekonomiyi tehdit ediyor. Küresel ısınmanın bekçileri olan buzullar eriyor.
Gelmekte olan tehlikeleri göreceli hale getirerek ya yok diyoruz ya da yarına erteliyoruz. Oysa yeni bir dünya yaratmak zorundayız, özellikle gelecek kuşaklar için, kuşaklar arası hakkaniyet için.
Esas bunalım toplumsal ve iktisadi. Kapitalist sistemin insan ve doğayı acımasızca sömürmesinin sonucu. Dolayısıyla dünyanın sonu değil ve bir sisteme son vermemiz gerekiyor. İnsanları ve doğayı nesneye dönüştürüp kapitalizmin emrine veren güç ve üretim ilişkilerinin sona ermesi gerekli.
Sermayenin değil insani ve doğal sermayenin korunması gerek. Ancak devlet politikalarında ve zirvelerde ilk sıralarda yer alan konular çevreyle ilgili değil.
Yaşadığımız ve yaklaşan felaketlerle mücadele içim özgürlüklerimizden vazgeçmek zorunda kalacak mıyız?
Tüketimde sınırlama mı olacak, arabayla istediğimiz yere gidebilecek miyiz, üretimi kısıtlayıp daha az çöp üretmek zorunda mı kalacağız, et-süt üretimi çok fazla sera gazı saldığı için et ve süt ürünlerinden vazgeçecek miyiz? Büyümeyi küçültüp daha kanaatkâr olup sade bir yaşam sürmek zorunda mı kalacağız?
Her on yılda bir bunalıma girip zengini daha zengin, yoksulu daha yoksul yapan kapitalist sistem egemenliğini sürdürmek için özgürlük pastamızdan giderek daha fazla pay alıp bizi köleliğe mahkûm etmeyecek mi?
Demokrasi giderek iklim değişikliğine bağlanıyor. Ya iklim demokrasiyi yenecek ya da demokrasi iklimi yenmek için baskıcı, otoriter olacak deniliyor.
Bu arada üretim biçiminin (kapitalist rejimin), üretkenliğin sorumluluğu ortadan kaldırılarak ya da “yeşil teknoloji” adı altında gizlenerek “insan” sorumlu gösteriliyor.
İnsanın tüketimi, üretimi, günahları toplumsal ilişkileri saklıyor.
Küresellemiş, uzmanlaşmış, aşırı derecede tekniğe ve teknolojiye boğulmuş son derece eşitsiz bu dünya bir virüs karşısında kısa sürede bozguna uğrayıp ne yapacağını şaşırmışsa, yarın enerji ve kimi ender cevherlerin kıtlığında, kirlilikle, ormanların yok olmasıyla, hızla artan kentleşmenin betonlaştırdığı toprakların kıtlığıyla, okyanusların asitlenmesi, gıda zincirinin bozulması, balıkların, kabukluların yok olmasıyla, işgalci türlerin yer değiştirmesiyle, çiçek açma ve tozlanmanın şaşırmasıyla, hayvan yemi ya da biyoyakıt üreteceğiz diye geçim tarımının ortadan kaldırılarak insanların açlığa mahkum edilmesiyle, küresel ısınmayla nasıl mücadele edecek?
Soruları uzatmak mümkün ve yeniden ele alacağız.
Gelen ve gelmekte olan felaketler karşısında tüketim özgürlüğünden düşünce özgürlüğüne kadar vazgeçip dünyayı kurtarmak zorunda mıyız?
Kirleten kim, kurtaracak olan kim? Maliyeti ne olacak ve kim ödeyecek?
Felaketleri izleyerek dünyanın sonunu beklemek mi gerekli yoksa toplumları kimi önlemler almak için zorlamak mı gerekli? Yani demokrasiden ödün vererek, kimi sınırlamalar getirerek çevre sorunlarına çözüm bulabiliriz diyenler var.
Sorun toplumsal ve küresel ve birlikte karar vermeliyiz. Kişisel önlemlerle çözüm zor. Çünkü sera etkili gazların üçte ikisini 90 büyük şirket salıyor.
Küresel ısınma karşısında alınacak önlemler konusunda görüş ayrılıklarını genelde iki bölümde ele alabiliriz:
1- Piyasa sistemini yani kapitalist sistemi savunup çözümün piyasa yoluyla ve teknolojiyle çözüleceğine inananlar; sürdürülebilir ekonomi, yeşil teknoloji, jeo-mühendislik, karbon piyasası, kirleten öder gibi kavramlarla kafaları bulandırıp çöküşü keyifle izleyenler.
2- Bu çözümün karşısında olan sol kesimden yeşillere kadar uzanan ve küresel ısınmayı önlemenin yolunun kapitalist sistemi değiştirmek olduğuna inananlar.
Felaket bilimcileri ya da sanayi toplumunun çöküşünü ele alanları ise ayrı bir grup olarak görebiliriz. Son yıllarda çok moda olan çöküş ile ilgili senaryolar ilgi çekmeye başladı. Pablo Sevigne ve Raphael Stevens’in yazdığı “Her şey çökebilir” adlı eserde dünyanın sonu değil ama evrensel ölçekte intihar ele alınıyor.
Piyasa taraftarı olup çevresel felaketlere karşı mücadele edenleri “yeşil terörist”, “yeşil khmerler” ya da “ekolojinin ayetullahları” olarak nitelerler. “Ekoloji adına teknik ilerlemeyi, büyümeyi, üretkenliği sınırlamak tehlikeli ve özgürlük kısıtlayıcıdır” diyorlar: “Radikaller, eski Stalinciler ya da Pol-potçular şimdi çevreci oldular ve şiddetle özgürlüklerimizi mahvediyorlar.”
Herkes dünyayı çevreyi kurtarmak istiyor ama diğer yönden de uçaktan vazgeçmiyorlar, arabaya biniyorlar, tüketimden de vazgeçmiyorlar.
Özellikle ABD’de çevreciler komünizme yol açacak diye korku yaratılır ve “Çevreciler karpuz gibidirler. Dışları yeşil, içleri kızıldır” denilir.
“Ekolojistler insanları delirtiyor. ‘Yeşil delilik’ nereye kadar gidecek. Ekolojik lobi toplumsal ve iktisadi kararlara ve yararlara komplo kuruyor” diyorlar. “Yeşil diktatörlük dünyayı kurtarmak için elimizdeki özgürlükleri alacak, büyüme yerine küçülmeyi önerip orta çağa dönmek istiyorlar” diyenler var. “Karne ile dağıtım yapılacak, kısıtlamalar gelecek” diye korku da salıyorlar.
“Ekolojik felaket din olmaya başladı” diyorlar. Savsözleri ve laf kalabalıkları çok.
Düşüncelerini biraz daha açmaya çalışalım.
Çözümler piyasa ekonomisinden gelecek, zaten bugünlere de hep böyle gelindi.
Her şeyden önce iklim değişikliği ya da küresel ısınma konusunda kuşkulular. Kuşkulu iklimciler ekonomik söylemle de beslenir. Çok uluslu şirketlerin desteklediği kuruluşlara verilen dolarlarla kuşku sürekli gündemde tutulur. İklim olayının abartıldığını ileri sürerler. Kimileri bu değişikliği kabul etmezken kimi de dünyanın daha önce de iklim değişikliklerine uğradığını ve bunun ne ilk ve ne de son iklim değişikliği olduğunu ileri sürerler.
“Küresel ısınma 20 yıldır karbondioksit artışına karşın geçen yüzyıllara göre azalıyor. Buzullar erimiyor ve istikrarını koruyor” diyorlar.
Uydu görüntüleri bize dünyanın giderek daha yeşillendiğini gösteriyor diyorlar.
Kimileri karbondioksiti özümsemek için yapay ağaç dikelim diyorlar. Yılda 10 Gt karbon üretme alışkanlığımıza ayak uydurabilmek için 30 milyon ve belki de daha fazlası yapay ağaç gerekiyor. Kim ne zaman, nasıl bu ağaçları üretecek diye sormuyor. Bir taraftan da dünyanın ciğerindeki ağaçları söküp biyoyakıt tarımına açıyorlar.
Çevrecilerin çözümlerini aşırı maliyetli, pahalı buluyorlar. Çevreye etkisi az olacak iktisadi çılgınlık olarak niteliyorlar.
“Yeşil teknoloji ile çevre sorunlarına çözüm buluyoruz, bulabiliriz. İnsan beceriklidir; kıtlığa, nüfus artışına, toprak erozyonuna, kuraklığa hep çare bulmuştur” diyorlar.
“Kısa vadede felaket yok, zamanımız var ve çözüm bulabiliriz” diyerek zamanı da kullanıyorlar.
İklimsel değişime neden olan sera gazlarının etkilerini (SGE) azaltmak için iki çözüm öneriyorlar.
1-İktisadi çözüm: Piyasa ekonomisi içinde iktisatçıların aradığı ilk çözüm şudur: SGE’yi azaltmanın maliyeti nedir? Bu, salımların genişliği ve hızına bağlı. Hemen ve hızlıca azaltmak istersek pahalı, zamana yayarsak daha ucuza gelebilir. Salımı azaltacak nükleer, güneş, rüzgâr gibi yeni enerji kaynaklarını artırmak, fosil enerji kaynaklarını azaltmak gerekir. Bunların da bir maliyeti vardır. Maliyet fazla ise toplum bu maliyete nasıl dayanacak? Salım azalırsa iklimin tepkisi ne olacak? İklim değişikliğinin azalması kazanç da yaratabilir. O halde kâr/kazanç hesabı yapılarak optimal iklim değişikliği bulunmalı.
Aşama aşama uyum sağlanarak doğanın yeniden dengesini piyasa yoluyla sağlamanın bir diğer yolu da karbon piyasasıdır. Atmosferi kullanmayı pahalı hale getirelim ki salımları yapan ödeme yapsın. Fiyat yüksek olursa salım azalır. Salım vergisinden salım kotasına kadar değişik yollarla piyasadan karbon satın almak. Kirlettiğin kadar öde. Ve kirletmeye devam.
Kirlilik hak olur, alınır, satılır.
Yaşama hakkı da özgürlük de neden alınıp satılmasın?
2- Jeomühendislik çözümleri: Teknik ayrıntılarına girmeden bunları şu şekilde özetleyebiliriz:
Gezegenin su ve karbon döngülerinde birkaç on yılda inanılmaz felaketlere neden olan insan türü ve kapitalist mantığı jeo-teknolojiyle karbonu nasıl saklarım iddiasına girişti. Atmosferin üst katmanı yansıtıcı sülfat aerosol parçacıklarla kaplanacaktı. Ne kadar sülfat? Bilinmiyordu.
Karbondioksiti kayalara sıkıştırmak başka sorunlar yaratıyordu: kayalar hem sıkıştırılmış gazı depolayabilecek kadar gözenekli olmalı hem de sızdıracak kadar geçirgen olmamalıydı. Yüksek basınçlı bir sıvı kayalara sıkıştırıldığında depreme yol açabilirdi. Önlem almak için sunulan çözümler daha büyük ve bilinmeyen sorunlara yol açabilirdi. Bu çözümler hep tasarı düzeyinde kaldı ama kapitalistler ikna etmeye çalıştı.
Bunların dışında saçma öneri diyeceğimiz öneriler de var: Dağları beyaza boyamak, dünya yörüngesini değiştirmek, atmosfere kükürt yollamak ya da yaymak gibi.
ABD’den Çin’e, Rusya’dan Avrupa’ya kadar bu tür çözümlerle ilgilenen kişi ve kuruluşlar bulunmaktadır.
Lawrence Livermore National Laboratory bu konularda en çalışkan laboratuvardır. Çin 2010 yılında yaptığı Asilomar toplantısıyla konuyu ele almıştır.
İklim değişikliğine neden olan sisteme dokunmadan iklim/doğa ile oynamak çok daha tehlikeli olabilir.
Piyasa ve jeomühendislik çözümleri dışında teknoloji ve yenilikle bulunacak “yeşil, sürdürülebilir” çözümler salımları azaltıp bize nefes aldıracak. Bu politikalara da “greenwashing” adı veriliyor. Beynimiz yeşille yıkanıp temizleniyor. Yenilenebilir enerjilerle (güneş, rüzgâr), hidrojenin yakıt olarak kullanılmasıyla, yeni EPR nükleer santrallerle, biyoyakıtlarla, biyoteknolojiyle, biyoekonomiyle, nanoteknoloji ile çözümler bulunacaktır. Genetiği değiştirilmiş organizmalarla (bitki, böcek, yapay et ve balık) açlığa çözüm bulunacaktır ve tarımsal sanayinin salımları azaltılacaktır. Geri dönüşüm ya da döngüsel ekonomiyle savurganlığa son verilecek ve hammaddeler daha akıllı şekilde kullanılacaktır.
Bu çözümlerin bir kısmı uygulanmakta ama salımlara çözüm getirmemektedir. Kimi yenilenebilir enerjiler ise büyük ölçüde nadir cevherlere bağlı olup rezervleri sınırlıdır, dolayısıyla yenilenebilir enerjiyi de yenilemek gerekir. Güneş enerjisi paradoksunun (kışın az ama tüketim fazla, yazın fazla ama tüketim az) çözülmesi gerekir. Enerjinin depolanması sorunu çok önemli.
Bir başka örnek vererek konuyu kapatalım: Dünyanın 2011’deki elektrik tüketimi miktarı olan 22.000 Twh’ı üretmek için ((bugünkü üretim koşullarında) beş yüz yıllık güneş paneli üretimi gerekir! Ayrıca ömrü süreli olduğundan her 40 yılda bir değiştirilmeleri gerekir. Nasıl gerçekleşecek?
“Wind Water Sun” dünya enerjisini 2030 yılına kadar sadece yenilenebilir enerjilerle karşılamak için 5 MW gücünde 3,8 milyon rüzgâr santrali ve 300 MW gücünde 89 bin güneş santrali yapılması gerektiğini söylüyor. Bir yılda yapılması gereken santrali hesap edin.
Öngörüde bulunup hesap yapmak kolay görünüyor.
Dinsel görüşleri de unutmamak gerekir. Ekolojiye onlar da el atarlar ve sistemi savunmak için “günah” kavramı devreye sokulur.
Doğayı mahvettik, Tanrı’ya karşı günah işledik diyenler de oldu. Ama bunlar akılcı düşünmeyi engellemek içindir.
“Kim yapacak? Kaynak nasıl sağlanacak? Kim yararlanacak?” soruları pek sorulmuyor.
Tüm bu çözümlerin piyasa ekonomisi koşulları içinde sağlanacağına inanmamız bekleniyor.
Peki ekoloji uzmanları ne diyor? Ne gibi çözümler öneriyor? Salımları önlemek ve iklim değişikliğiyle mücadele etmek için gerçekten kimi özgürlüklerimizden vazgeçmek zorunda kalacak mıyız? Kazandığımız kimi haklardan ödün vermek zorunda mı kalacağız?
Devam edecek…
Sendika.Org, yayın hayatına başladığından bu yana işçi sınıfı hareketinin, solun ve genel olarak toplumsal muhalefetin gündemine ilişkin, farklı politik perspektiflerden düşünsel katkılara açık bir tartışma platformu olagelmiştir. Sitemizde yayımlanan yazılar yayın kurulunun politik perspektifiyle uyumluluk göstermeyebilir. Amacımız, mücadelenin gereksinim duyduğu bilimsel ve politik bilginin üretimini zenginleştirecek tüm katkılara, yayın ilkelerimiz çerçevesinde, olabildiğince yer verebilmektir.