Walter Benjamin’in, “Yirminci yüzyılda bu yaşadıklarımızın ‘hâlâ’ nasıl mümkün olduğuna şaşmak, felsefi bir bakış değildir” sözü, 21. yüzyıl için de geçerlidir. Faşizmle mücadele teorik donanım, tarih bilgisi ve doğruyla yanlışı ayırt etme becerisi gerektirir. Bu, Marksist faşizm analizinin gözden düşürüldüğü, genel devrimci hareketin zayıf olduğu, buna karşılık onlarca yeni “teori”nin ortalıkta cirit attığı günümüz koşullarında, ihmal edilmeye gelmeyecek bir konudur
Günümüzde faşizmi üreten koşullar gittikçe iki dünya savaşı arası dönemi andırmaktadır. Sol, ezilenler ve sömürülenler büyük bir tehditle yüz yüzedir. Irkçılığı, dinciliği, ksenofobiyi, aşırı sağı arkasına alan faşizm bazı ülkelerde iktidarda, bazılarında iktidar ortağı, bazılarında ise iktidar adayıdır. Walter Benjamin’in, “Yirminci yüzyılda bu yaşadıklarımızın ‘hâlâ’ nasıl mümkün olduğuna şaşmak, felsefi bir bakış değildir” sözü, 21. yüzyıl için de geçerlidir.
Faşizmle mücadele teorik donanım, tarih bilgisi ve doğruyla yanlışı ayırt etme becerisi gerektirir. Bu, Marksist faşizm analizinin gözden düşürüldüğü, genel devrimci hareketin zayıf olduğu, buna karşılık onlarca yeni “teori”nin ortalıkta cirit attığı günümüz koşullarında, ihmal edilmeye gelmeyecek bir konudur.
Aşağıda ilk kısmını okuyacağınız DÜN VE BUGÜN FAŞİZM, kitap boyutunda bir çalışmadır; bölümlere, bölümler alt bölümlere ve kendi içinde kısımlara ayrılarak Sendika.Org Yazıları serisi içerisinde yayımlanacaktır.
Sistemli olarak unutturulmak, siyaset sözlüğünden silinmek istenmesine rağmen tarihsel hafızadaki yerini koruyan kavramlardan biri de faşizmdir. Toplumun her kesiminin söz dağarcığında yeri vardır.
İyi bilindiği sanılır ama gerçek pek de öyle değildir, aynı konudan bahsedilirken bile herkesin faşizmden başka bir şey anladığı görülür. Hegel’in dediği gibi, “İyi bilinen öyle bir şeydir ki, iyi bilindiği için, bilinmez.”
Faşizmin “altın çağ”ı iki dünya savaşı arası (1922-1945) yıllardır. Komintern ileri gelenleri tarihsel faşizmin teorik analizini yapan en önemli eserlerini bu yıllarda yazdılar. Öncü çalışmaların değeri, teoriyi yapanlarla, kavgasını verenlerin aynı kişiler olmasından, faşizmin mağlubiyetinde komünist partilerin etrafında kenetlendiği Sovyetler Birliği’nin belirleyici bir rol oynamasından ileri geliyordu. Savaştan sonra faşizm tahlilinin dünya solunda hegemonik kabul görmesinin sebebi buydu.
1980’lerden beri, özellikle dünya devrimci solunun büyük geri çekilişinden sonra, Marksist faşizm teorisine yönelik sistematik eleştirilerin amacı “sınıf kuramı”nın üstünlüğüne son vermekti. Öncülüğünü Roger Griffin ve David D. Roberts’ın yaptığı kampanyanın öne çıkan isimleri arasında, Zeev Sternhell, George L. Mosse, Stanley Payne, Renzo de Fellice, Emilio Gentile, Roger Eatwell, R. O. Paxton gibi tanınmış Batılı akademisyenler vardı. Bunlar faşizm ile emperyalizm (ve finans kapital) arasındaki zorunlu ilişkiyi kabul etmiyor, “genel bir faşizm teorisi” getirmek veya reddetmek adına, Georgi Dimitrov’un adıyla özdeşleşmiş faşizm analizini dört bir yandan boşa çıkarmaya çalışıyorlardı. “Marksist faşizm teorisinin ‘hegemonya’sından uzaklaşan ilk önemli çalışmalar” olarak takdim edilmeleri bu nedenleydi.[1]
21. yüzyıla girilirken hegemonya çoktan Marksist, devrimci soldan çıkmış, liberallere ve post-Marksistlere geçmiş bulunmaktaydı.[2] Buna rağmen dağın fare doğurduğu görüldü. Eski liberal itirazlara yenilerini eklemek ve teorik analizden pozitivizme geri adım atmak dışında bir şey yapmadılar. “Büyük anlatı”ları reddetmek veya Marksist dogmaları yıkmak adına ileri sürdükleri pozitivist, “üçüncü yol”cu, ahlaki-kültürel “teori”ler, faşizmi kavramak ve ona karşı mücadele etmek bakımından bir anlam ifade etmiyordu.
***
Günümüz dünya siyasetine aşırı sağla birlikte yükselen faşizmin geri dönüşü ve emperyalist odaklar arasında gitgide şiddetlenen çelişkiler yön veriyor. İkisinin de aynı kaynaktan beslenerek büyümeleri, Birinci Dünya Savaşı sonrası yılları hatırlatıyor. Komünistler 1930’larda faşizmin yükselişi ve iktidara gelişi ile yeni bir dünya savaşına hazırlık arasında bağ kurarak, “faşizm savaştır” sloganını atmışlardı. COVID-19 salgınıyla gittikçe derinleşen, ağır sonuçları olacağı öngörülen dünya kapitalist ekonomisindeki krizin ne boyutlar alacağını tahmin etmek zordur. Bu zorlu süreçte dünya halklarının emperyalistlere, faşistlere ve gericilere sessiz kalmayacaklarından kuşku duymamak gerekiyor.
Bugün uluslararası sermaye kapitalizmin bütünsel krizini aşırı sağı arkasına alarak aşmaya çalışırken, bir yandan da ideolojik ve psikolojik uyuşturucu işlevi görecek manipülasyonlar yayıyor. Acil tehlikeyi gözlerden saklayarak anti-faşist, anti-kapitalist uyanışı geciktirmek için, Marksist faşizm analizine alternatif “sağ popülizm” (bilimum liberaller), “otoriter demokrasi” (F. Finchelstein), “illiberal demokrasi” (O. Roy), “rekabetçi otoriterizm”/“seçime dayalı otokrasi” (M. Saint-Upéry) gibi zıtları birleştiren (oksimoron) yeni kavramlar icat ediliyor. Bu yolla faşizm kavramı devre dışı bırakılıyor ve N. Modi, R. Duerte, V. Orban, A. Duda, J. Bolsonaro gibi diktatörler koruma altına alınıyor.
Son on yıllarda faşizmle ilgili, bazıları dilimize çevrilmiş birçok araştırma, makale, biyografi yayınlandı. Çoğu liberal bakış açısıyla yazılmış bu yayınlar bilgilerimizi çoğaltacak ampirik materyaller içermekten başka bir özellik taşımıyorlar. Bunlar eski ve yeni faşizmi yanlış yorumluyor, faşizme karşı mücadeleyi zaafa uğratacak çok sayıda kavram ve hedef şaşırtıcı tez ortaya atıyorlar. Buna rağmen hala bunları referans alıp, her birinden övgüyle söz eden sosyalistler çıkabiliyor.
***
Faşizm mazide kalmış, başka ülkelere mahsus veya karşımıza ancak ileride çıkabilecek soyut ve uzak bir tehlike değil, bir asırlık tarihi ve küresel bir geçmişi olan, bizzat üzerinde yaşadığımız ülkeyi dev bir ahtapot gibi dört bir yanından sarmış somut bir olgudur. Cumhuriyet kurulalı beri bazen muhalefet bazen iktidar olarak, bazen yukarıdan bazen aşağıdan tazyik yaparak karşımıza çıkmıştır, kökünden sökmeyi başaramadığımız sürece de çıkmaya devam edecektir.
Her toplumsal sorun gibi faşizm de yerinde saymıyor; başkalaşım geçiriyor, söylemini ve taktiklerini değiştiriyor, yeni kamuflaj teknikleri kullanıyor. 21.yüzyıldaki gelişim dinamiklerini anlamak, şimdiki durum ve gelecek hakkında saptama ve kestirimlerde bulunabilmek için, faşizmin doğuşundan bugüne kadar izlediği tarihsel sürece bakmak gerekiyor. Olmakta olanın ve gelecekte olabilecek olanın şimdiki zamandaki ipuçlarını yakalayabilmenin yolu buradan geçiyor. Faşizmin dününü ve bugününü, ancak bize kalan teorik mirasa dayanarak, ama dogmaların esiri olmadan, ezberleri tekrarlamadan, eskiyeni ve yeni olanı ayırt ederek anlayabiliriz.
Tarihsel hafıza önümüzü görebilmemizi ve başarılı bir mücadele yürütmemizi sağlayacak değerli bir hazinedir. Bu serinin Faşizm Fenomeni başlıklı ilk bölümü, meseleye tarihsel derinliği ve genişliği olan bir perspektifle bakılmasına yardımcı olmak amacıyla yazılmıştır. Bu bölümde iki dünya savaşı arasında faşizmin ortaya çıkışı, ideolojik kökenleri, tarih içindeki yeri ve rolü, oluşturucu öğeleri, türleri, tanımı (vs.) çeşitli açılardan ele alınmıştır. İkinci Dünya Savaşından beri uğradığı değişikliklerin ele alındığı ikinci, üçüncü ve dördüncü bölümlerdeyse, faşizmin olgusallığını inkâr eden “teori”ler ve bu “teori”lerin faşizme dahil etmedikleri türler üzerinde duruluyor.
Poulantzas, “Kapitalizmden söz etmek istemeyen birinin, faşizm konusunda da ağzını açmaması gerekir” diyen Max Horkheimer’i, “Asıl emperyalizmden söz etmek istemeyen birinin faşizm konusunda ağzını açmaması gerekir” diye eleştirir.[3] Horkheimer’in faşizmin siyaset sahnesine çıkışıyla kapitalizmin aşamaları arasındaki bağlantıya maksatlı kayıtsızlığı dikkate alındığında, Poulantzas haklıdır. Ancak, biri diğerinin devamı olan iki aşama arasına Çin Seddi çekmek, yirminci yüzyılı önceleyen “eski gericilik ile yaklaşmakta olan faşizm arasındaki ideolojik bağı” [4] geçiştirmek de bir eksikliktir.
İdeolojik-felsefi öncülleri 19. Yüzyılın son yarısı ile 20. yüzyılın başı arasında oluşan faşizm, Constantin Iordachi’nin dediği gibi, “Birinci Dünya Savaşı ile birlikte sona eren uzun bir gebeliğin ürünü”dür.[5] “Uygar Avrupa”, yüzyıl boyunca iç ve dış siyasetinde, üretimin ve sermayenin örgütlenmesinde, milliyetçilikte, sömürgecilikte kesintisiz bir değişim yaşadı. Avrupa sömürgeciliğinin tarihi, aynı zamanda ırkçılığın tarihiydi. 19. yüzyılın ikinci yarısından itibaren sosyal dönüşümlere karşı gittikçe büyüyen ve hırçınlaşan muhafazakâr bir tepki gelişti.[6] Sanayi kapitalizminin yüzyılın son çeyreğinde hızla tekelci kapitalizme dönüşmesi, buna karşılık işçi hareketinin büyüyen bir tehdit haline gelmesi felsefi ve siyasi gericiliği güçlendirdi. Özgürlük, eşitlik ve demokrasi talep edenleri kanla bastıranlarla, Aydınlanma değerlerine ve sosyalizme karşı muhafazakâr, irrasyonalist ideolojileri savunanlar aynı saftaydılar. Faşizme kan sağlayan antisemitizm Orta Çağla, ırkçılık sömürgecilikle yaşıttı.
Faşizm, Athena’nın Zeus’un başından bir yetişkin olarak fırladığı gibi ortaya çıkmadı. İdeolojik kökenlerinin geriye doğru izini süren sosyalist düşünürler bunun en az yarım asır öncesine kadar uzandığını söylüyorlar. Eğer bugüne kadarki gelişimini dönemlendirmemiz gerekirse, bunu üç aşamaya bölebiliriz: (1) Faşizmin siyasi hareket olarak doğuşu öncesi, (2) Eski teori, efsane ve geleneklerin bir sentezde birleştirilip ayrı ve özel bir ideolojiye ve kitlesel harekete dönüştüğü ve siyasal bir rejim olarak zuhur ettiği iki dünya savaşı arası, (3) Faşizmin çöküşünden sonra yeniden hortladığı 1950 sonrası neo-faşizm aşaması.
Faşizmin geleneksel gerici akımlarla genetik bağlantısının ilk uğrağı siyasi doğumunu önceleyen ideolojik kökenleridir.Eğer ırk teorisi, antisemitizm, sosyal Darwinizm, irrasyonalizm, şovenizm, Pan-Germenizm, Prusya sosyalizmi, “genç muhafazakârlar” (vs.) dikkate alınmazsa, kendi başlarına doktrin kuracak kapasitede olmayan Mussolini ve Hitler gibi çapsız adamlar abartılmış olur.
Avrupa düşünce hayatı, faşizm siyasal hareket olarak ortaya çıkmazdan çok önce, irrasyonalizmin[7] ürettiği fanatik fikirlerle zehirlenmiş durumdaydı. Ulusallığı kimselere kaptırmayan Naziler “teori”lerinin bir kısmını yabancılardan aldılar: Irksal eşitsizlik teorisi Fransız A. de Gobineau (1816-1882), Vacher de Lapouge (1854-1936) ve Alman uyruğuna geçmiş İngiliz H. S. Chamberlain’e (1855-1927); “seçkinler teorisi”, İtalyan V. Pareto (1848-1923) ve G. Mosca’ya (1858-1941) aitti. Darwin bir İngiliz’di, ama sosyal Darwinizm en aşırı şeklini Almanya’da aldı. Nasyonal Sosyalistler Rus antisemitistlerinden bile yararlandılar. Öyle ki Alman tarihinin kendileriyle bir ilgisi olmayan en büyük filozoflarını bile sahiplendiler. En çok etkilenilenler arasında J. G. Fichte, J. G. Herder (“ulusun ruhu”), A. Schopenhauer, L. V. Ranke (savaş ve fetih politikası”), F. List (Pan-Cermenizm),[8] F. Nietzsche, Otto Ammon (Sosyal Darwinizm), Friedrich Ratzel (“yaşam alanı”) gibi Alman düşünürleri bulunuyordu. İçlerinde en önemlisi, Hitler ve Mussolini’nin övgüyle sözünü ettikleri militarist bir devlette vücut bulacak “üstün insan” ve “güç” teorisinin mucidi Nietzsche idi. Yaşam ve iktidar felsefesini, “Hayatta, gücün derecesi dışında, değeri olan hiçbir şey yoktur” sözüyle özetleyerek faşizmin erken öten horozu olduğunu göstermiştir. “Nietzsche’nin sözde isyankâr burjuva karşıtlığı”nın, “toplumu teşhir ederek onu tahrip etmediği”ne, “aksine onu en uç sonuçlarına dek sürdürdüğü”ne dikkati çeken H. H. Holz, “işte bu yüzden gerçekten de faşizmin hazırlayıcısı olabilmiştir” diyor.[9]
1850’lerden itibaren halk içinde kök salmış “kültürel ve politik” bir akım olan “Völkische” hareketi, Nazizmin kolay asimile edebileceği hazır bir kitle durumundaydı. Yanı sıra Almanya’da muhafazakâr gelenek oldukça güçlüydü. Nasyonal Sosyalist olmadıkları halde “Alman Faşizminin Öncüsü” diye anılan “muhafazakâr devrim” ekolü, faşist ideolojinin oluşumunda ve yayılmasında önemli bir rol oynadı.[10]
“Genç Muhafazakarlık ve Muhafazakar Devrim düşünüşü, eski muhafazakarlığı aynı zamanda ‘Batı taklitçişi’ olduğu için yapay ve taklitçi olmakla itham ediyor;-öte dünyanın değil- bu dünyanın güçlerine dayanarak , sürekli tazelenerek ve sürekli muhakeme edilerek hep yeniden iktisap edilecek bir muhafazakarlığın, ebedi ve ilksel olana (ve gerçekten ‘yeni’ye ulaşmanın tek yolu olduğunu ileri sürüyordu… Muhafazakar Devrimcilerin , kuvvetli bir anti-kapitalizme ve doğrudan doğruya komünist imge ve sloganların uyarlanmasına yaslanan statüko karşıtı radikal bir söylemi vardı.”[11]
Önde gelen temsilcileri arasında kapitalistlerin ve işçilerin çıkarlarının ortak olduğunu ve güçlü liderliğe dayalı anti-demokratik devleti savunan Edgar Julius Jung (1894-1934) ; kabile bilinci geleneğini emperyal canlanma için güç kaynağı olarak kullanılmasını öneren, Almanya’nın yeniden dirilmesine yol açacak bir “muhafazakar devrim” fikrini savunan ve “Üçüncü Reich” (Kutsal Roma İmparatorluğu ve Bismarck İmparatorluğu’ndan sonra) kitabıyla Nazi Almanya’sına isim babalığı yapan ırkçı Arthur Moller van den Bruck (1876-1925); “dört ilke” dediği milliyetçilik, sosyalizm, militarizm ve otoriterizmi tek bir amaçta birleştiren Ernst Jünger (1895-1998); Alman sosyalizmini Marx’tan kurtarmak gerektiğini söyleyen, “sosyalizm” ve “enternasyonalizm” kavramlarını Alman emperyalizminin ihtiyaçlarına uyarlayarak “Prusya sosyalizmi” (“feodal sosyalizm”) ve “ırksal enternasyonalizm” şekline dönüştüren “Batının Çöküşü”nün yazarı Oswald Spengler (1880-1936) bulunmaktaydılar. O. Spengler’in, Prusyacılık ve Sosyalizm kitabının konusunu oluşturan “Prusya sosyalizmi”nden anladığı, Alman devlet geleneği ile kışla sosyalizmi ve “ırksal enternasyonalizm” görüşlerinin harmanlanmasıydı. “Zafer, Friedrich Wilhelm tarafından kurulan ‘sosyalizmin’, ‘Prusya sosyalizminin’ olacaktır. Gerçek Enternasyonal de bu temel üzerinde kurulacaktır: ‘Gerçek bir Enternasyonal yalnızca tüm diğerlerinin üzerinde tek bir ırk düşüncesinin zaferi sayesinde olasıdır… Gerçek Entenasyonal emperyalizmdi.”[12] Özellikle Spengler ve Jünger Nazi ideolojisinin oluşumuna önemli katkılar yaptılar:
“Spengler ve Jünger ilk ya da emperyalizm öncesi savunucularının yaptığı gibi sosyalizm karşısında kapitalizmin üstünlüğünü kanıtlamaya niyetlenmediler bile. Bunun yerine, gerçek sosyalizmin karşısına ‘sosyalizm’ dublajı yaptıkları bir tekelci kapitalizm koydular ve bunu geleceğin sosyal sistemi olarak sundular. Ama bunu yaparken Spengler emekçi sınıfını göz ardı ederken Jünger, tıpkı Hitler gibi emekçi sınıfı adına demagojik açıklamalarda bulunuyordu.”[13]
Nazizm ideolojisine ve savaş doktrinine temel hazırlayarak agresif bir dış politika teorisi geliştiren jeopolitikçiler (F. Ratzel, A.T. Meheya, H. Mackinder) de onlar kadar önemlidir. Ulusların ve devletlerin varlığı için yaşam alanını genişletmeleri gerektiği miti, agresif bir emperyalizme gerekçe yapılmıştır. Nazizmin ideolojik öncülleri arasında yer alan Ratzel, fetih ve yayılma politikasını coğrafi olarak gerekçelendirdiği Siyasi Coğrafya adlı kitabında, “devletin mekânsal boyutlarının büyümesi” ihtiyacını nüfus artışına dayandırmaktaydı.[14] 1901’de yayımlanan Yaşam Alanı kitabında, her devletin hayatta kalabilmek için kendi çıkarlarına göre belirlediği bir “yaşam alanı” (“lebensraum”) olmalıydı. Ona göre nüfus artışının, devletin mekânsal boyutlarının büyümesine yol açması kaçınılmazdı. Bu fikirler İsveçli Rudolf Kellen ve devlet başkan yardımcılığı da yapmış Rudolf Hess’in öğretmeni Alman generali Karl Haushofer tarafından devralınıp geliştirilecektir.[15]
Nazi devlet adamları 30’lu, 40’lı yıllardaki Alman emperyalizminin militarist dış politikasını bu “teori”lere dayanarak meşrulaştırmaya çalıştılar. Savaşın başlamasıyla da işgal edip yağmaladıkları Doğu Avrupa ülkelerini kelimenin tam anlamıyla sömürgeleştirdiler.
1918-1932 yılları arasında “muhafazakâr devrim hareketi” içinde yer almış bu kişilerden, ırkçılık ve son durağı şoven milliyetçilik, “feodal” anti-kapitalizm, emperyalist yayılmacılık, gelenekçilik, otoritarizm aşısı alınmıştır. Nazi liderler muhafazakarlardan ve Völkisch hareketten ödünç aldıkları bu fikirleri kendi potalarında eriterek daha da gericileştireceklerdir.
Hiç kuşku yok ki “Prusya sosyalizmi” doktrinini, ırkçı-milliyetçiliği ve emperyalist fetihçiliği birleştiren Nasyonal Sosyalizmin baş klasiği, bir siyasi program manifestosu olan, Hitler’in Kavgam (1925) kitabıdır. İkinci önemli kitap Alfred Rosenberg’in 20. Yüzyılın Efsanesidir (1930)[16] Bu ikisi Nasyonal Sosyalist ideolojinin incelenmesinde en önde gelen kaynaklardır. Daha sonra Joseph Goebbels, Richard-Walter Darre (1895-1953), siyaset ve hukuk felsefecisi Carl Schmitt gelir. Buna rağmen Nazizmin tutarlı ve bütünsel bir ideolojisi yoktur. Toplamda anti-Marksist, antikomünist, şoven milliyetçi, ırkçı bir ideolojidir. Eklektizmi ve pragmatizmi sayesinde bürokrasi dahil olmak üzere aşırı sağın bütün unsurlarını, bazı düşünür ve entelektüellerini kendine çekerek hepsinin öncülüğünü yapmıştır.[17]
George Lukács, İkinci Dünya Savaşının ardından sıcağı sıcağına yazdığı Usun Yıkımı adlı iki ciltlik kitabında, Nazizmin bir önceki yüzyıla uzanan ideolojik-felsefi kökenlerine dair şu gözlemde bulunur: “Alman faşizmi tüm gerici eğilimlerin seçmeci bir senteziydi ama Almanya’nın özel gelişimi nedeniyle burada diğer ülkelerde olduğundan daha güçlü ve sağlam bir biçimde gelişmişlerdi.”[18]
Mussolini’ye gelince kendi söylediğine göre Nietzsche’den, pragmatizm filozofu W. James’ten,[19] H. Bergson’dan, V. Pareto’dan, M. Stirner’den, en çok da G. Sorel’den etkilenmiştir. Düşünsel oluşumunda sosyal eşitsizliğin teorisini yapan G. Le Bon, İtalyan milliyetçiliğinin önde gelen ideoloğu E. Corradini, A. Rocco ve F. T. Marinetti liderliğindeki militarist ve şovenist İtalyan fütüristleri etkili olmuşlardır. Şoven milliyetçi, demokrasi ve sosyalizm düşmanı dekadan şair, her tür edebi türde eser veren biçemli söylem heveslisi G. D’Annunzio, yalnız Mussolini’nin değil yüzbinlerce faşistin de esin kaynağıydı. Ancak faşizmin asıl resmi düşünürü, J. T. Tesanti’nin “Faşistti, içten faşist, sonuna kadar faşist” dediği G. Gentile’dir.[20] Mussolini faşizm üzerine görüşlerini, Gentile’nin 1932’de İtalyan Ansiklopedisine giriş olarak yazdığı “Faşizm Doktrini” aracılığıyla dile getirmiştir. İkisinin de en çok üzerinde durdukları devletin mutlaklığı ve bir faşist için her şeyin üstünde olduğuydu. Mussolini, “Her şey devlet içinde ve devlet için, hiçbir şey devlet dışında veya başka bir şey için değildir.” Bu tür süslü konuşmayı seviyordu, fakat bir felsefe fakiriydi; U. Eco’nun dediği gibi daha çok belagate dayanıyordu.
Bütün bunlara rağmen 1933 yılında Hitler iktidara gelinceye kadar uluslararası faşist hareketi ideoloji, örgütsel biçimler, politik taktikler ve propaganda yöntemleri açısından etkileyen örnek, iktidardaki faşizmin en önemli temsilcisi Mussolini oldu. İtalya deneyiminin Nazi partisinin oluşumunda esin kaynağı olduğunu Hitler’in kendisi bile kabul etmekteydi.
Faşizmin moderniteyle ilişkisini saptamak, tarihsel yerini ve gelişme yönünü (güzergahını) saptamaktır. Bu konuda burjuva tarih yazımı iki kampa ayrılmıştır: Bir taraf faşizmi gecikmiş kapitalizmi telafi eden bir gelişme (kalkınma) diktatörlüğü, öteki taraf modernleşme sürecini durdurarak gerisin geri götürmeye çalışma girişimi olarak yorumluyor. Örneğin R. Sarti, L. Garruccio ve R. Dahrendorf’a göre faşizm “gelenekten bir kopuş” ve “moderniteye yönelik güçlü bir atak”tır. [21] A. J. Groger ve J. Weber’e göre de faşizm Almanya ve İtalya’yı ileriye taşımıştır. Buna karşılık, kökenini Fransız burjuva devrimine feodal tepkide arayan E. Nolte, faşizmin “modernite karşıtlığının irticai bir biçimi” olduğunu öne sürer. G. Mosse “moderniteye genel bir karşıtlık”,[22] H. Rogger ise “Geleneksel düzene ve mitsel geçmişe geri dönme arzusu” taşıyan “bir restorasyon hareketi” olarak görür. Modernleşme karşıtı varsayanlar arasında B. Moore, A. K. Orgapsky, D. Kautsky, V. Sauer de sayılabilir. Bu kampa dahil edilebileceklerden biri de, “faşizmi şimdiki kapitalizme dayanarak değil feodal geçmişin uğursuz etkisine dayanarak açıklayan” Alman faşizm tarihçiliğindeki Sonderweg ekolüdür.
Her iki taraf da tek yanlı ve mübalağalıdır. Faşizm, ne S. Payne ve H. A. Turner gibi yazarların ileri sürdükleri şekilde “modern sanayi toplumuna karşı bir isyan” veya “ütopik bir anti-modernizm”,[23] ne de bunun tersidir.
Amerikan sosyolojisinde “modernleşme” bir yanıyla kapitalist doğrultuda ideolojik, siyasi ve kültürel dönüşümlerse, öbür yanıyla ekonomik-sınai büyümedir. Faşizmin bu tezlerden hangisine uyduğu sorusuna verilen cevaplar farklıdır. Bazıları Almanya ve İtalya’nın faşizm sayesinde her yönden güçlendiğini iddia ederken, buna karşı çıkanlar araştırmalarının bunun tersini gösterdiğini, büyüme ve modernleşmeden ziyade buna engel olduğunu söylüyorlar. Yaşananlar faşizmin “süper modernleşmeci diktatörlük” olduğu tezini doğrulamıyor, tersine savaş ve ırkçılık ürettiğini, iktidara geldiği bazı ülkeleri yıkıma sürüklediğini, iktisadi gelişme sağladığındaysa belirgin bir fark yaratmadığını gösteriyor. Faşizmin toplumu düşünsel ve kültürel alanda tek yanlı bir kısırlığa ve gerilemeye mahkûm ettiği, gelişme eğilimini faşist dogmalarda dondurduğu yönünde genel bir kanaat vardır.[24]
Dinsel faşistleştirme eğilimini kapitalist moderniteye karşı bir reaksiyon, feodal çağa bir dönüş hareketi olarak görenler arasında ülkemizdeki bazı ulusalcı sol yazarlar da bulunuyor. Mümtaz Soysal, Alpaslan Işıklı,[25] D. Perinçek,[26] Y. Küçük,[27] M. Yanardağ (vb.) AKP iktidarının Türkiye’yi Orta Çağa geri götürmeye çalıştığını savunmuşlardır.[28]
Faşizmle modernizm arasındaki ilişkiyi saptamanın en kestirme yolu, faşizmin kapitalizme içsel mi, yoksa dışsal mı olduğuna bakmaktır. Kapitalizm faşizmi dışarıdan almaz, içinde barındırır. W. Benjamin’in de belirttiği gibi dıştan gelen bir tehlike değil, tersine modern toplum yaşamının kendi oluşturucu öğelerinden kaynaklanan bir olgudur.[29] Öyleyse faşizm feodal geçmişle değil, şimdiyle, üzerinde yükseldiği kapitalizmle açıklanmalıdır. Aksi takdirde kökünün emperyalizmde değil, feodalizmde olduğu kabul edilmiş olur ki, o zaman faşizmi kapitalizmin geriye doğru inkârı, ana rahminden çıktığı feodalizme geri dönüş hareketi olarak görmek gerekecektir.
Faşizmi muhafazakarlığın eşanlamlısı olarak gericilikle bir tutanlar da bu kampa dahil edilebilir. Gerçekten de bazı faşizm türleri dinsel geçmişe, modern yaşamın kötülüklerine karşı eski yaşama, geçmiş yüzyılların ihtişamına özlem duyarlar. Ancak geçmişin idealize edilmesi geçmişe bir dönüş çağrısı değil, kitleleri faşizmin hedefleri doğrultusunda seferber etme yöntemidir. Kitlelere “eski düzen” değil, “yeni düzen”(devrim) vaat eden Hitler, bu anlamda (muhafazakar) bir “gerici” değildir. Öyle olsaydı kitlelere Bismarck ve Hindenburg’u tavsiye etmiş olurlardı ki, o zaman “Nasyonal Sosyalist devrim”e davetin bir anlamı kalmazdı. Dolayısıyla faşizmin topluma çağrısı “geriye doğru” değil, “ileriye doğru”dur.
Bir 20.yüzyıl olgusu olan faşizm hem ideolojik hem siyasi bakımdan modernisttir; bu içinde bulunduğumuz yeni yüzyılda da değişmemiştir. Ancak modernizmle gericiliğin değişken bir sentezi olan faşizm, olumlayıcılarının tek taraflı olarak tanımladıkları gibi “moderniteye yönelik güçlü bir atak” değildir. Bu yüzden, “Aydınlanma değerlerinin reddi ile modern teknolojiye yönelik büyük coşkunun karışımı” olarak tanımlayan Jeffrey Herf’in (1984) “gerici modernizm” terimi bizce daha uygundur. M. Neocleous’un dediği gibi, “Hem modern hem de gerici”dir.[30]
“Münih’te 1939’daki Alman Sanat Günü’nde katılımcılar, Ortaçağ kostümleri giyinerek ve şövalye kalkanları taşıyarak Alman ‘folk’ geleneğini taklit etmişti. Ama bunun nedeni Nazilerin Ortaçağ dünyasında birleşik bir toplumsal düzenin temelini, modern dünyada bulunmayan bir şeyi görmeleriydi. Doğal politik birimin temeli olarak feodal onur ve sadakat kavramlarını yardıma çağırma girişimi burada elzemdir. Bu anlamda, Führerprinzip feodal onur ve sadakat ilkelerinin yirminci yüzyılda bir yeniden işlenişiydi.”[31]
Faşizmin moderniteyle ilişkisi paradoksaldır: Bir yandan “teknolojik modernleşme”den (teknik ilerleme, uçak, tank, yeni teknoloji ürünü medya, tıbbi keşifler vb.) yanadır, diğer yandan ideolojik olarak irrasyonalist, “muhafazakâr devrimci” gericiliğin mirasçısı, politik olarak ultra-sağcıdır.[32] Ortaçağcıl öğeler, “nostaljik imgeler” burjuva düzenine yardıma çağrılır. “Akıl Çağı” “modern çürümüşlüğün başlangıcı” olarak görülür. Faşizm, 1789 Devriminin en amansız düşmanıdır. Modernitede en reddettiği şey “1789 ruhu”dur.[33] M. Mann, “Faşistler modernitenin karanlık yüzünün bir parçasıydılar ve hala da öyledirler” demekte haklıdır.[34]
Faşizmin 1789’un ilkelerine ve toplumsal ilerlemeye şiddetle karşı çıkması ile “çağdaş yüksek teknoloji”yi, “dünyaya dair saçma sapan inançlar”ı (Hosbawm) yan yana getirmesi, eklektizminden ileri gelir. Nasyonal Sosyalizmde olsun, ondan çok şey almış Türkiye’ye özgü dinsel ve ırkçı faşizmde olsun, geçmişin efsaneleri dinsel, nostaljik bir söylemle yeniden canlandırılmışlardır. Faşizmin en ileri teknolojiye ve kapitalist üretim biçimine itirazı yoktur, ama öte yandan arkaik, pre-kapitalist gerici ideolojik öğeleri kendi ideolojisine eklemlemekten geri durmaz. Bu, onun Orta Çağa yöneldiğini göstermez. Lenin emperyalizm tahlillerinde mali oligarşinin en geri feodal unsurlarla birleştiğine dikkat çekmiştir. Anson G. Rabinbach’in dediği gibi, “Görünürde ayrı olan bu iki momenti -faşizmin teknolojik ve siyasi modernizmi ile ideolojik gelenekselliğini-kavrayamayan faşizm teorileri eksiktir” [35]
G. Lukacs bu konuda şöyle der:
“Hitler’in dirimselcilik ve tekelci kapitalizmi kendi kişiliğinde birleştirmesinde tekelci kapitalizmin en ileri tekniklerine yani, Amerikan tekniklerine eşlik eden bir diğer şey en ileri emperyalist gerici ideoloji yani, Alman ideolojisiydi. Bu paralelliğin, bu birliğin gerçekleşmiş olması Hitler döneminin tüm vahşiliğini, kinizmini vb. ancak tekelci kapitalizmin ekonomisini, sosyal yapısını ve sosyal eğilimlerini dikkate alarak anlayabileceğimizi ve eleştirebileceğimizi gösterir. Hitlerciliği şu ya da bu barbarlığın yeniden canlanması olarak yorumlama doğrultusundaki her girişim Alman faşizminin en can alıcı özel niteliklerini gözden kaçıracaktır.” [36]
Devam edecek…
Dipnotlar:
[1] Constantın Iordachi, Karşılaştırmalı Faşizm Çalışmaları, İletişim Yayınları, 2015-İstanbul, s. 13
[2] Faşizm (ve popülizm) analizinde hegemonyanın liberallere geçmesi burada sonlandığı anlamına gelmez. Onların hemen arkasında sosyalist, sosyal demokrat, liberal söylemin izlerini medya, eğitim, hukuk, tarih yazımı, edebiyat (vs.) alanlarından silerek kendi ideolojik-kültürel hegemonyasını kurmak isteyen başını yeni faşistlerin çektiği radikal sağ bulunuyor. Günümüz Türkiye’sinde AKP iktidarının yapmaya çalıştığı da budur.
[3] Nicos Poulantzas, Faşizm ve Diktatörlük, Birikim Yayınları, 1980-İstanbul, s. 13.
[4] George Lukacs, Aklın Yıkımı II, 2006-İstanbul, Payel Yayınları, s. 297.
[5] Constantın Iordachi, Karşılaştırmalı Faşizm Çalışmaları, İletişim Yayınları, 2015-İstanbul, s. 18.
[6] Nazizmin ideolojik kaynaklarını 1920 sonrasıyla sınırlamak ne kadar yanlışsa, orta ve antik çağlara kadar uzatmak da o kadar yanlıştır.
[7] E. Balibar şu uyarıda bulunuyor: “Ancak çağdaş bir olay olan irrasyonalizmi, rasyonalizmden önceki ideolojilerle karıştırmamak gerek-özellikle kapitalizm öncesi feodal toplumların egemen ideolojisi (:din) ile. Anlaşılması gereken şey, mit ve dinin günümüzde ‘hayatta kalan’son derece değişmiş biçimleri ile çağdaş irrasyonalizm arasındaki ilişkidir.” (https://www.birikimdergisi.com/images/UserFiles/images/Spot/70/50-51/irrasyonalizm ve_marksizm etienne_balibar.pdf,)
[8] Pan-Cermenizm, Almanların tek çatı altında birleştirilmesinin ötesinde, sınırsız gelişmeyi ifade ediyordu.
[9] Hanz Heinrich Holz, (https://ozgurlukdunyasi.org/arsiv/302-sayi-234/993-karsi-aydinlanmanin-gostergeleri-irrasyonalizm–modernlik–postmodernlik)
[10] “Muhafazakâr devrim” yazarları kendilerini Marksist sosyalizm ve liberalizme karşı “üçüncü yol” olarak konumlandırıyorlardı.
[11] T. Bora, Türk Sağının Üç Hali, Birikim Yayınları, İstanbul, 1014, s.67.
[12] George Lukacs, Aklın Yıkımı II, 2006-İstanbul, Payel Yayınları, s. 80.
[13] A.g.e., s.136. Naziler iktidara geldikten sonra başta Spengler olmak üzere bazı “genç Muhafazakar”larla ilişkileri bozulacaktır.
[14] Ratzel’i geliştirerek jeopolitiğin temellerini atan İsveçli Profesör Rudolf Kellen ve ırk ile coğrafyayı ilişkilendiren emekli Alman generali Karl Haushofer de muhafazakâr çevreden geliyorlardı. Alman faşistleri, tıpkı ırkçılık ve sosyal Darwinizm gibi jeopolitik teorileri de dışarıdan alıp faşist ideolojiye kattılar.
[15] Vikipedi, https://tr.wikipedia.org/wiki/Karl_Haushofer
[16] Hitler Almanya’sında onlarca, yüzlerce baskısı yapılan Nasyonal Sosyalizmin klasik kitaplarını herkes okumak zorundaydı.
[17] Bunlardan biri de Naziler iktidara geldikten sonra NSDAP’a katılan, Hitler şansölye olunca Freiburg Üniversitesi’ne rektör olarak atanan ve yasaklandığı 1945 yılına kadar rejime sadık kalan Heidegger’dir. Tanınmış filozof Nazi iktidarı boyunca Führer ilkesini, antisemitizmi ve faşizmi savunan konuşmalar yapmıştır.
[18] George Lukacs, Aklın Yıkımı II, 2006-İstanbul, Payel Yayınları, s. 315
[19] W. James ve H. Bergson üzerine araştırmalar yapmış Amerikalı yazar G. M. Callen, Mussolini ile görüşme fırsatı bulduğunda derin bir sohbet yapacağını umar. Görüştükten sonra hayal kırıklığını şu cümleyle ifade eder: “Duçe’nin William James’in adını öğretilerinden daha iyi bildiği açıktır.”
[20] Maria A. Macciocchi, Faşizmin Analizi içinde, “Gentile ve Faşizmin Felsefi Kaynakları”, İnkılap Kitabevi, 2016-İstanbul, s.103. Gentile 1944’te Floransa’daki villasında komünist partizanlar tarafından öldürüldü.
[21] Mark Neocleous, Faşizm, Nota Bene yayınları, 2024-Ankara, s.101
[22] A.g.e. aynı sayfa
[23] A.g.e., s.102
[24] Sadece İkinci Dünya Savaşı esnasında en önemli üretici güç proletarya cephelerde milyonlarca kayıp vermiştir. Yine fabrikalar, demiryolları, kentler, tarım alanları, okullar, sanat eserleri tahrip edilmiştir. Kitaplar yasaklanmış, faşist olmayan bilim adamları, yazarlar, sanatçılar ülke dışına çıkmak, çalışmalarına ara vermek zorunda kalmışlardır.
[25] Bkz: Yeni Ortaçağ, İmge Kitabevi Yayınları, 1995
[26] D. Perinçek, “’Yeni Ortaçağ’dan Milli Demokratik Devrimle çıkılacak”, Bilim ve Ütopya, Haziran 2014, sayı: 240
[27] Yalçın Küçük, Tekeliyet (İthaki Yayınları) ve Çıkış (Tekin Yayınevi) adlı kitapları.
[28] Bu konuya kitabın sonundaki “Türkiye Solu ve Faşizm” bölümünde yeniden döneceğiz.
[29] Ünsal Oskay, “Walter Benjamin Üzerine”, Estetize Edilmiş Yaşam, Der Yayınları, İstanbul-1995, s.49
[30] Mark Neocleous, Faşizm, Nota Bene yayınları, 2024-Ankara, s.102
[31] A.g.e., s.111-112
[32] Tanıl Bora, C. Killinger’i referans alarak bu konuda şöyle söylüyor: “Nasyonal Sosyalizm, Alman muhafazakarlığının Birinci Dünya Savaşı ertesinde rıza gösterdiği teknoloji-gelenek ‘sentezini’, bu gönülsüz ve yüzeysel mahiyetinden kurtararak radikalleştirmiştir: geleneği korunacak bir geçmiş değil kurulacak bir gelecek şeklinde estetize ederek ve bu uğurda teknolojiyi hat safhada yücelterek….” (T. Bora, Türk Sağının Üç Hali, Birikim Yayınları, İstanbul, 1014, s.68)
[33]Umberto Eco, Faşizm, Özgür Üniversite Forumu, s:13, Ocak-Mart 2001
[34] Michael Mann, Faşistler, İletişim Yayınları, 2015-İstanbul, s.305
[35] Anson G. Rabinbach, Faşizm Üzerine Önlenebilir Yükseliş içinde, “Marksist Bir Faşizm ve Nasyonal Sosyalizm Kuramına Doğru”, Yordam Kitap, 2018-İstanbul, s. 95
[36] George Lukacs, Aklın Yıkımı II, 2006-İstanbul, Payel Yayınları, s. 326
Sendika.Org, yayın hayatına başladığından bu yana işçi sınıfı hareketinin, solun ve genel olarak toplumsal muhalefetin gündemine ilişkin, farklı politik perspektiflerden düşünsel katkılara açık bir tartışma platformu olagelmiştir. Sitemizde yayımlanan yazılar yayın kurulunun politik perspektifiyle uyumluluk göstermeyebilir. Amacımız, mücadelenin gereksinim duyduğu bilimsel ve politik bilginin üretimini zenginleştirecek tüm katkılara, yayın ilkelerimiz çerçevesinde, olabildiğince yer verebilmektir.