Lenin “herhangi bir devrimin en önemli sorunu devlet iktidarı sorunudur” der. Bu, başlangıcı ve gelişimi içinde sınıf mücadelesinin asıl yoğunlaşacağı alanın politik mücadele olacağı anlamına gelir. Eski siyasi üstyapıyı yıkmak ve yeni bir siyasi üstyapı kurmak, mülkiyet sorununu çözmenin de anahtarıdır. Siyasi iktidara sahip olunmadan ekonomik görevler çözülemez. Bu belirleyici kural atlandığı için “iktidar olmadan dünyayı değiştirmenin”, devrimden önce proletaryanın ideolojik-kültürel hegemonyasını kurmanın mümkün olduğu iddia edilebilmektedir
Bilimsel olmayan devrim yorumları kavramın kendisiyle yaşıttır. O. Comte, G. Spencer, E. Durkheim gibi sosyologlar evrimi sosyal bünyenin normal hali, devrimi ise normalden sapma, bir hastalık olarak göstermişlerdir. Gündelik dilde kimine göre kaos, korkunç ve tehlikeli, gayrimeşru yollardan iktidara gelme, kimine göre de ilerleme, gelişme ve yeniliktir.
19. ve 20. yüzyıllarda Marx, Engels ve daha sonra Lenin’in devrimleri meydana getiren mekanizmaları bilimsel olarak açıklayan tezlerine karşı, P. Sorokin, H. Arendt, S. Huntington, T. Skokpol, K. R. Popper, B. Moore, W. W. Rostow gibi siyaset bilimci ve sosyologlar sayısız devrim yorumu üretmişlerdir. Bunlar devrim kavramına saray darbelerini, kent ve kır ayaklanmalarını, egemen sınıfın icazetiyle veya seçimle gerçekleşen hükümet değişikliklerini, hatta içlerinde faşizmin de olduğu karşıdevrimleri de dahil etmişlerdir.
Tarihsel gelişmenin nedenlerini davranışsal, yapısal, politik, öznel, psikolojik etkenlerle açıklayarak gerçek nedenleri göz ardı etmek Batı sosyolojisinin değişmez özelliğidir. “Devrim Sosyolojisi”nin kurucusu Rus asıllı Amerikalı P. A. Sorokin devrimleri insanların yiyecek, cinsellik gibi temel içgüdüleriyle açıklar. Psikolojiyle, bilinçle, hatta bilinçaltı ve içgüdülerle açıklayanlar bile vardır. Alman sosyolog R. Dahrendorf, Rusya, Küba ve öteki devrimlerin demokrasileri ortadan kaldırmak, diktatörler yaratmak ve çözdüklerinden fazla sorun üretmek dışında faydası olmadığını öne sürmüştür. K. Popper ise işçilerin yoksulluktan kurtulmak için devrim yapmalarına gerek olmadığını, kapitalizmin gelişmesinin bunu zaten kendiliğinden yaptığını savunmuştur.
Devrimi çarpık resmeden Batı sosyolojisinin görevlerinden biri de tarihsel materyalist devrim analizine karşı alternatif yaratmaktır. Tarihsel gelişme aşamalarını gerçekle alakasız şekilde şematize eden Amerikalı W. W. Rostow bunlardan biridir. Ekonomik Gelişmenin Safhaları: Komünist Olmayan Bir Manifesto adlı kitabını Marksizm’e alternatif olarak yazmıştır. Beş aşamalı ekonomik kalkınma modelini modernleşme teorisine dayandırır. Yazara kalırsa geleneksel, gelişmemiş toplumlar Batı’yı izleyerek modernleşme yoluyla sorunlarını çözebilirler. Bu şema Marx’ın “Devrimler tarihin lokomotifidir” tezine karşı geliştirilmiştir. Sosyoekonomik formasyonların bir aşamadan diğerine geçişlerinde antagonist toplumsal çelişkilerin ve bunun çözümünde devrimlerin tarihsel işlevi reddedilir. Böylece Marx’ın sosyoekonomik gelişme aşamaları ve tarihsel gelişme yasaları formülünün yerini, devrimsiz değişim modeli alır.
1917 Rus Devrimi’nden Vietnam Devrimi’ne uzanan 20. yüzyıl devrimleri, Leninist teori ve stratejilerin yolundan ilerleyerek zafere ulaştılar. Sosyalist ülkelerde geriye dönüş ve kapitalizmin restorasyonu süreci sonrasındaki yenilgi ortamı, uluslararası alanda biri sağ, diğer sol olmak üzere iki eğilimin, iki inkâr biçiminin ortaya çıkmasına neden oldu.
Yazının başında işaret ettiğimiz gibi sağ olanı Çekoslovakya’da Kadife Devrimi (1989), Yugoslavya’daki Buldozer Devrimi (2000), Gürcistan’daki Gül Devrimi (2003), Ukrayna’daki Turuncu Devrim (2004) ve diğerleridir. Merkez medya bunları devrim olarak kutsadı.
Oysa bir krize ve hoşnutsuzluğa dayansa da bu güdümlü azınlık hareketlerinin siyasi ve sosyal devrimle bir ilgisi yoktu. Renkli devrimlerin ilk dalgasının içeriğini belirleyen revizyonist-bürokrat yönetimlerin başlattıkları kapitalizme geri dönüş sürecini aleni hale getirmekti. Batı emperyalizmi yayılması önünde engel gördüğü hükümetleri düşürürken, yerlerine kendi çıkarlarıyla uyumlu olanları işbaşına getirdi. Zamanla bunların neoliberal politikaların önünü açmak, kamu mülklerini yağmalamak dışında bir fonksiyonlarının olmadığı görüldü. Devrim bir tarafa, halk yararına dişe dokunur reformlar bile yapmadılar.
Latin Amerika ağırlıklı sol olanı ise Venezüella’da Hugo Chavez, Bolivya’da Evo Morales, Ekvador’da Rafael Correa, Brezilya’da Lula da Silva, Nikaragua’da Sandinist Daniel Ortega, El Salvador’da Mauricio Funes (FMLN), Yunanistan’da Çipras liderliklerindeki sol hükümetlerin iş başına gelmeleridir. Seçimle iktidara gelen bu hükümetler geniş bir kitle hareketine dayanıyorlardı ve arkalarında ciddi bir taban desteği vardı. Teorisini E. Laclau, C. Mouffe, Heinz Dieterich gibi akademisyenlerin ve H. Chavez gibi siyasi liderlerin yaptığı bu sol hükümetlerin önemli bir bölümü, kendilerini “21. Yüzyıl Sosyalizmi” olarak adlandırdılar. Bazıları iflas ettiğini ilan ettikleri “20. Yüzyıl Sosyalizmi”ni aştıklarını, ona alternatif yeni bir yol izlediklerini iddia edecek kadar ileri gittiler. Bu sol iktidarlar emperyalistler ve işbirlikçi oligarşilere karşı halk yararına bir dizi reform yapmasına yaptılar. Ancak bunlar bildiğimiz anlamda siyasi, iktisadi ve kültürel devrim düzeyinde değillerdi. Sömürü oranını azaltan devlet kapitalizmine ve reformlara sosyalizm demekteydiler. Bir yandan emperyalizme bağımlılık sürer, diğer yandan yerli kapitalistlerin ve büyük toprak sahiplerinin varlıkları korunur, eski devlet aygıtına ve kapitalist özel mülkiyete dokunulmaz iken, orada sosyalizmden nasıl söz edilebilirdi ki?
Bu deneyimler 20. yüzyıl sosyalist devrimlerinin reddettiği, Bernstein’ın kapitalizmden sosyalizme evrimsel yoldan, nicel değişikliklerin üst üste eklenmesiyle geçilebileceği tezinin pratiğe geçirilmesinden başka bir şey değildi. Siyasi iktidarı fethetmeden, yani siyasi devrim yapmadan sosyal devrimin gerçekleşebileceği görüşünün patenti reformizm kurucusu Bernstein’a aitti.
Bu bakımdan yukarıda sıraladığımız sol hükümetler devrimci stratejiden vazgeçerek reformları birbirlerine eklemleyen evrimci yolun takipçileri olarak tanımlanabilirler. Reformizm işçi sınıfının tarihsel rolünü, partinin öncülüğünü, devrimi ve proletarya diktatörlüğünü reddeder. Örneğin C. Mouffe sosyalizmi “radikal bir reformizm stratejisi” olarak tanımlar. Bu stratejide mevcut siyasi üstyapının ve eski toplumsal ilişkilerin yıkılması yer almaz. Seçime bel bağlayan günümüz reformizmi, devrim ve sosyalizmle ilişkisi olmayan, burjuva devletin, ordunun, sömürücü sınıfların, yabancı ve yerli tekellerin temellerine dokunmayan sözde bir sosyalizmdir.
Proleter devrimciler Marx ve Engels’ten beri bir sosyal sistemden diğerine geçişin, egemen sınıfların kendi iktidarlarını sürdürmek için verdikleri kısmi tavizlerle veya zorla koparılan reformlarla olamayacağını, aksine sistemin tümünü kucaklayan bir sosyal devrimin elzem olduğunu savunmuşlardır.
Sosyal devrim, yeni bir sosyoekonomik formasyona geçiştir. Dolayısıyla toplumun siyasi yapısını, ekonomik temelini, ideoloji ve kültürünü dönüştüren topyekûn bir devrimdir. Egemen sınıflar sonuna kadar çatışmadan iktidarlarını terk etmediklerinden, devrim kısa ya da uzun bir süre karşıdevrimle boğazlaşmadan, onu alt etmeden başarıya ulaşamaz.
Sonuçta devrim sosyal yaşamın bütün alanlarını kucaklayan radikal bir dönüşümdür. Politik, ekonomik, ideolojik ve kültürel alanlardaki dönüşümler sosyal devrimin birbirlerini tamamlayan parçaları, ana bileşenleridir. Siyasi devrim iktidarın devrik sınıftan devrimci sınıfa geçmesi, iktisadi devrim eski ekonomik ilişkilerin tasfiye edilerek yeni ekonomik ilişkilerin kurulması, kültürel devrim ise yeni bir manevi kültürün yaratılması ve yeni bir toplumsal bilincin oluşmasının sağlanmasıdır.
Kapitalizmden sosyalizme geçiş sürecinde sosyal devrim sosyoekonomik formasyonun tümünü kapsar, ama bu tek bir hamlede gerçekleştirilemez. Başlangıçları, öncelikleri ve önem sırasını belirlemek, bunlar arasında doğru iç bağlantılar kurmak için devrimi bileşenlerine ayırmak gerekir. Siyasi devrim, siyasi yapılanmayı kökünden değiştirirken, sosyal devrim bunu ekonomik, sınıfsal, ideolojik, kültürel tüm alanlarda yapar. Devrimin bileşenleri hem birbirlerine bağlı bir bütün oluştururlar hem de göreceli olarak birbirlerinden ayrıdırlar. Bu, elbette sosyal devrimin siyasi, ekonomik, kültürel aşamalarını mekanik olarak sıralamak anlamına gelmez. Örneğin siyasi devrim önceliklidir, ancak proletarya asgari bir ideolojik-kültürel hegemonya kuramamışsa devrimi zaferle taçlandıramaz.
Lenin “herhangi bir devrimin en önemli sorunu devlet iktidarı sorunudur” der. Bu, başlangıcı ve gelişimi içinde sınıf mücadelesinin asıl yoğunlaşacağı alanın politik mücadele olacağı anlamına gelir. Eski siyasi üstyapıyı yıkmak ve yeni bir siyasi üstyapı kurmak, mülkiyet sorununu çözmenin de anahtarıdır. Siyasi iktidara sahip olunmadan ekonomik görevler çözülemez. Bu belirleyici kural atlandığı için “iktidar olmadan dünyayı değiştirmenin”, devrimden önce proletaryanın ideolojik-kültürel hegemonyasını kurmanın mümkün olduğu iddia edilebilmektedir.
Sosyal devrim bağlamında burjuva devrimi ile proletarya devrimi arasında temel farklılıklar vardır. Stalin’in deyişiyle burjuva devrimi genellikle iktidarın ele geçirilmesiyle sona ererken, proleter devrim için siyasi iktidarı ele geçirmek yalnızca bir başlangıçtır. Siyasi iktidar eski ekonomiyi yeniden yapılandırmak için bir kaldıraçtır. Siyasi devrim devlet iktidarının proletaryanın eline geçmesini sağlarken, ekonomik devrim üretim ilişkilerini sömürülenlerin çıkarlarına göre yeniden yapılandırır. Sosyalist üretim ilişkileri, feodalizmden kapitalizme geçişte olduğu gibi eski toplumun bağrında gelişmez, yukarıdan aşağıya yeni baştan kurulmaları gerekir. Önceki bütün devrimler bir tür özel mülkiyeti başka bir özel mülkiyetin yerine geçirmek için yapılmışlardı. Sosyalist devrim ise özel mülkiyeti ortadan kaldırır. Yeni mülkiyet ilişkileri temelinde tüm toplumsal üretim ve yönetim sistemi niteliksel bir dönüşüme uğratılmadan sınıfların varlığı ve sınıf farklılıkları ortadan kaldırılamaz. Devrimin ilerlemesi insanların bilinçlerinin, yaşam tarzlarının, ahlaklarının, manevi kültürlerinin değiştirilmesine bağlıdır. İdeolojik-kültürel devrim, siyaseti ve ekonomiyi dönüştüren insanların, aynı zamanda kendilerini de dönüştürmeleri, yeni bir öz farkındalık yaratacak komünist dünya görüşü ile donatılmaları demektir.
Emperyalizm döneminde sosyalist devrime geçişin maddi koşulları olgunlaşmıştır. Ancak başarılı bir devrim için birtakım nesnel ve öznel koşulların olması gerekir. Nesnel koşul belirli bir konjonktürde devrimci durumu oluşturan değişiklikler toplamıdır. Kapitalist sistemde devrimci durum her zaman olan bir şey değildir. Tüm ülkeyi ve sınıfları etkileyen ekonomik ve siyasi bir kriz, egemen sınıfın eskisi gibi yönetememesi, alt sınıfların mevcut duruma tahammül edememesi, kitlelerin sefaletlerinde ve eylemlerinde olağanın üstünde bir artış olması gerekir. Bu, egemen sınıfların gücünün zayıflaması, alt sınıfların siyasi öznenin müdahalesine açık ve duyarlı hale gelmeleri, önder sınıfın ve orta katmanların harekete geçirilmelerinin kolaylaşması anlamına gelir.
Devrimin zafer kazanması için devrimci durumun olması yetmez. Olasılığın gerçeğe dönüşmesi ancak öznel koşulları hazırlandığında mümkündür. Yani proletaryanın öncü partisi işçi sınıfına, işçi sınıfı ezilenlere ve sömürenlere önderlik edebilecek ve mevcut rejimi alt edebilecek güçte olmalıdır.
Komplo teorisyenleri, devrimleri bir avuç insanın kurguladıkları bir olay olarak görürler. Oysa kısa ve uzun süreli devrimler emirle, kışkırtmalarla meydana gelmezler. Eğer devrimciler kitleleri hesaba katmadan, onları örgütleyip bilinçlendirmeden devrim yapmaya kalkarlarsa, devrimci niyetlerinden kuşkulanılamayacak Blanqui, Tupamaroslar, Bader-Meinhof, Kızıl Tugaylar gibi devrim komplocuları durumuna düşerler.
Sendika.Org, yayın hayatına başladığından bu yana işçi sınıfı hareketinin, solun ve genel olarak toplumsal muhalefetin gündemine ilişkin, farklı politik perspektiflerden düşünsel katkılara açık bir tartışma platformu olagelmiştir. Sitemizde yayımlanan yazılar yayın kurulunun politik perspektifiyle uyumluluk göstermeyebilir. Amacımız, mücadelenin gereksinim duyduğu bilimsel ve politik bilginin üretimini zenginleştirecek tüm katkılara, yayın ilkelerimiz çerçevesinde, olabildiğince yer verebilmektir.