Boğaziçi Üniversitesi’nde 4 Ocak günü gerçekleşen protestolara katıldıkları için 5 Ocak’ta sabaha karşı ev baskınlarıyla gözaltına alınan Doğukan Gürbey, Şilan Delipalta, Cihan Çiçek ve Tuana Uğuz o günden itibaren yaşadıklarını Sendika.Org’a anlattı. Üniversiteliler, Boğaziçi protestolarının üniversiteyi ve memleketi yeniden kurma çağrısı olduğunu söylüyor
Boğaziçi Üniversitesi’nde 4 Ocak günü gerçekleşen protestolara katıldıkları için 5 Ocak’ta sabaha karşı ev baskınlarıyla gözaltına alınan Öğrenci Kolektifleri üyesi 4 üniversiteli hem eylemde gerçekleşenleri hem de ev baskınları ve gözaltında yaşadıklarını Sendika.Org’a anlattı.
Doğukan Gürbey, Boğaziçi Üniversitesi’ne Tayyip Erdoğan tarafından kayyum rektör AKP’li Melih Bulu’nun atanması üzerine 4 Ocak günü üniversitede yapılan protestoyu anlattı. “Kampüse ulaşıp metrodan çıkana kadar bizi nasıl bir ortamın beklediğini bilmiyordum” diyen Doğukan Gürbey şöyle konuştu:
“Metrodan Güney kapısına yürümeye başladıkça, önce polis yığınının alana yerleştiğini ve üniversitelilerden de yaygın biçimde alanı kuşattığını gördük. Çok uzun zamandır olduğu gibi kolluk kuvvetlerinin temel haklar olan ifade özgürlüğü için dahi caydırıcı etkisinin burada da denendiği görülüyordu. Bunun yanı sıra Boğaziçi’nden yoğun ve yaygın bir katılım alanı doldurmuştu. Eylem saatine doğru güney kapısı önünde geçtik. Bizim geçişimizle paralel olarak, üniversite giriş çıkışları kapatıldı. Kapalı kapıların önünde, Melih Bulu’ya nasıl bir üniversiteye kayyum atandığını hatırlatan en güzel pankartlarımızı açarak basın açıklamamızı okuduk. O gün çok farklı üniversitelerden bu denli geniş bir katılımın olmasına şaşıran bir çok yorum gördük sosyal medyada. Bu çeşitliliği anlamak için öncelikle, onlarca üniversiteye atanan kayyum rektörlerin çokluğunu ve bu üniversitelerde kayyumlar yüzünden eğitim hayatı negatif yönde etkilenen binlerce üniversiteliyi anlamak gerekiyor”
Gürbey, açıklamanın ardından kuzey kampüse, forum için geçtiğini söyleyerek, “Alanda gördüğümüz insan çeşitliliğinin fikirsel zenginliğini forumda anladık. Onlarca üniversiteden dayanışmaya gelen üniversiteliden, okulun eski mezunlarına, Boğaziçi önünde direnen işçilerden, Boğaziçi Üniversitesi’nde mücadeleye devam eden onlarca farklı toplulukla fikirlerimizi paylaşmış olduk. Bu paylaşımın odaklandığı tek nokta, herkesin kayyumlara karşı tepkinin ortak olduğu ve buna dair laf kalabalığının ötesinde neler yapabileceğimizdi” dedi.
Gürbey, forum sırasında Melih Bulu’nun üniversiteye girdiğini öğrendiklerinde yaşadıklarını şöyle anlattı:
“Tam da bu noktada forumun ortasın Melih Bulu’nun bu denli yaygın bir tepkiye rağmen, polis eşliğinde üniversiteye girdiği haberi gelmiş oldu. Forumu hızlıca bitirip, Güney Kampüs’e geri dönüp kayyuma tepkimizi duyurmak için yola çıktık. Kapı önüne geldiğimizde, sabah kapı önüne set çekmeyen polisin bu sefer özel olarak kapı önüne set çektiğini ve bununla birlikte okulun kapısına kelepçe taktığını gördük. Zaten kayyum usulü, haketmediği bir pozisyona atanan Melih Bulu’dan kimse akademik özgürlük ve özerk-demokratik bir üniversite yapısı kaygısı gütmesini beklemiyordu ama ilk icraat olarak da okulun kapısına kelepçe taktırması, aslında onu bu noktaya getiren siyasal iktidarla olan ilişkisinin doğal bir refleksiydi”
“Üniversitelilerin güney kampüse girişi hiçbir okul yetkisi tarafından açıklama yapılmadan doğrudan engellenmiş oldu. Bu engellemenin üstüne polis de, herhangi bir anons veya duyuru yapmadan üniversitelileri kapı önünden biber gazı, plastik mermi ve fiziksel saldırıyla uzaklaştırmaya çalıştı. Polisin saldırısı karşısında Boğaziçi Dayanışması içinde bir aralık olarak geri çekilme ve başka bir gün daha güçlü gelmek gibi eğilimler ortaya çıktı. Lakin bu eğilim kitleyi temsilen orada bulunmanın ve Melih Bulu’ya karşı odaklanmış bir tepkinin ortak sözü olarak değil daha çok bazı arkadaşların üzerlerindeki kolektif sorumluluğa dair kötü pratikleriydi. Neyse ki Boğaziçi Dayanışması’nın temel işlevi olan ortak irade kararını alanda hızlıca uygulamaya sokup deneyimleyebilmiş olduk”
“Boğaziçi öğrencileri de diğer üniversitelerden gelen bütün öğrencilerle birlikte okula girmek ve tepkilerini göstermek istiyorlardı. Bunun için tekrar girmek istediğimizde polis tekrardan yoğun biber gazı ve plastik mermilerle saldırmış oldu. Ardından temsili olarak bir grup Boğaziçili arkadaş içeri girip toplamın tepkisini Melih’e iletmiş oldu. Sonrasında da eylemleri sonlandırmış olduk. Ama en genel toplamıyla o gün Melih Boğaziçi’den gidecek iradeyi karşısında görmüş oldu. Ve bugün de aynı iradenin kendisini o koltuktan kaldıracağı kaygısıyla bütün gününü geçiriyordur diye düşünüyorum”
Şilan Delipalta da eylemde orantısız polis müdahalesiyle karşılaştıklarını ve sabahında yaşadıkları ev baskınlarını anlattı.
Şilan Delipalta, atanmış rektörlerin Türkiye’nin dört bir yanındaki üniversitelerde olduğunu, dolayısıyla Boğaziçi Üniversitesi’nden yükselen bu sesin tüm üniversitelileri sarıp sarmaladığını anlattı. Delipalta şunları söyledi:
“Geçtiğimiz hafta boyunca hep birlikte ‘Cinsiyetçi, homofobik, intihalci rektör istemiyoruz’ sloganıyla, gençlik hareketinin uzun yıllardır Özerk-Demokratik üniversite talebinin sloganı olarak öne çıkan ‘Üniversiteler Bizimdir’ fikrinin eylemiyle hatta eylemleriyle dolup taştı. Boğaziçi Üniversitesi’nden yükselen bu ses üniversiteliler olarak hepimizi sarıp sarmaladı. Çünkü atanmışların Rektörlük koltuklarını gasp ettikleri İstanbul Üniversitesi, Marmara Üniversitesi, Yıldız Teknik Üniversitesi, ODTÜ, Ege Üniversitesi, Karadeniz Teknik Üniversite gibi Türkiye’nin dört bir yanındaki üniversitelerin öğrencileriyiz biz. Bizim olan kürsülere atanmışların atadıkları yine cinsiyetçi, homofobik, intihalci sözde akademisyenlerin üniversitenin asıl sahibi bizleri yok sayan tavırları ve anti-bilimsel ders içeriklerine de maruz kalanlarız aynı zamanda. Okuluna polis sokulanlar, bahar şenlikleri yasaklananlar ya da kulüplerin organizasyonlara dahil oluşu engellenenler ve hatta kulüplerinin etkinlikleri yasaklanırken şirket CEO’larına 500 kişilik devasa okul salonlarının açıldığı… Devamını merak edenler Türkiye’nin dört bir yanındaki öğrenci eylemlerinin sloganlarını iyi dinlesinler çünkü maalesef hepsi buraya sığmayacak”
“İşte tam da bu sese yankı olabilmek için gittiğimiz eylemin ardından orantısız biçimde polis müdahalesiyle karşılaştık ve o an yankı Melih’ten (şu an kendisini Rektör sanan intihalci) Saray’a kadar kulakları sağır eden etki uyandırdı. Bu ses kulak verenlerin de yüreğine su serpti. Gözaltında yaşadığımız darp ve işkencenin AKP dönemine özgü yoğun halini yaşamış olmamızı tam da buna yoruyorum. Ailelerimizin yerlere yatırılarak hukuksuz biçimde evlerimizin darmadağın edilerek aranmış olması, polislerin ters kelepçe gibi yine hukuksuz uygulamayla bizi emniyete, adliyeye ve hatta sağlık kontrolüne götürmesi, çıplak arama tehdidi ve karşı çıktığımız anda karşılaştığımız yoğun darp… En önemlisi atanmış Melih’in cinsiyetçi, homofobik tavrını artmayacak şekilde polislerin de psikolojik şiddet biçimi olarak küfür ve hakaretlerle bizi sindirmeye çalışması”
Delipalta, “Gözaltındayken dışarıdaki coşkuyu ve dayanışmayı avukatlarımız aracılığıyla öğrendik ve içimizde hissettik” diyerek şunları belirtti:
“Eylemde bir an içinde bulunmadığım ama her zaman cüretini hissettiğim Gezi Direnişi’nin nasıl bir moment olduğunu anladığımı hissettiğimde Gezi’nin sloganları atılıyor bir yandan da manavdan limonlar alınıyordu. Hiçbirimizin gitmeye niyeti yoktu. Çünkü belki bir kuşak olarak çok barikat kurmadık, ama yıkacağımız ve en önemlisi yıkabileceğimiz, sarsabileceğimiz çok barikat; yankılanarak büyüyen sesimizle tırmalayacağımız çok kulak olduğunu gördük. Sağır sultan ‘Bunlar öğrenci değil’ deyip üniversitelerinden ses veren milyonlara sallamış. Bize gücü yetmez; biz geleceğiz”
Cihan Çiçek ev baskınları sonrası gözaltında kaldıkları süre boyunca yaşadıklarını, işkenceleri anlattı.
Cihan Çiçek, “Yaşadıklarımızı anlatmaya başlamadan önce biz gözaltındayken üniversitede, sokakta yokluğumuzu aratmayan memleketin dört bir yanından üniversiteli sıra arkadaşlarımıza, yoldaşlarımıza ve bizi sahiplenen herkese en yürekten selamlarımı iletmek istiyorum. Çünkü başımıza gelen onca şeye rağmen dışarıda olanları, direnişi sahiplenip büyüten ve selamlayan insanların varlığını duydukça umudumuz büyüyor, bizi soktukları yerin yedi kat altındaki hücrelerde bile gülebiliyorduk” diye belirterek şunları söyledi:
“Hukuksuzca yapılan ev baskınlarındaki haksızlığı az çok medyadan izlemişsinizdir. Ailesi yerlere yatırılıp sürüklenen, saatler boyunca bekletilip darp edilen insanları, yanlış basılan adreslerdeki acizliği ve en önemlisi gece baskınlarıyla bizleri evlerimizden alanların korkaklığını görmüşsünüzdür”
Çiçek yaşadıklarını şöyle anlattı:
“Komşularımızın gözü önünde evlerimizden ters kelepçeyle alınıp arabalara bindirildik. Sözlü sınavda fiziksel şiddet eşliğinde sağlık raporu alacağımız Bayrampaşa Devlet Hastanesi’ne arabayla getirildik. Yüzümüze bile bakmayan, ettiği yemini unutmuş doktorlar tarafından sahte sağlık raporlarımızı alıp iki gün sürecek işkencenin başlayacağı Vatan Emniyet’e getirildik. İlk olarak azarlar ve küfürlerle birlikte sözde ‘güvenlik’ gerekçesiyle üstümüzü aramak istediklerini söylediler. Montumuzu çıkarmamızın ardından beni ‘üst arama odası’ yazan bir kapıdan içeri sokup soyunmamı istediler. Yaptıklarının hukuksuz olduğunu söylediğimde daha çok ısrar ettiler fakat sonrasında sadece üstümü arayıp beni D3 numaralı yere götürüp, diğer üniversitelilerin olduğu koğuş gibi ama hücrelere bölünmüş bir yere kapattılar. Aradan beş dakika geçmeden bağırış, çığlık ve küfürler duymaya başladık. Benden sonra üst arama odasına götürülen arkadaşımın çıplak aramaya sözlü zorlamanın dışında fiziksel olarak da zorlandığını böylelikle öğrendik. ‘İnsanlık onuru işkenceyi yenecek!’ diye inliyordu hücreler”
“Üniversiteliler olarak hiçbirimiz ne tecavüz tehditleri ne çıplak arama dayatması ne de diğer işkenceler karşısında asla pes edip, susup umutsuzluğa kapılmadık. Sevdiğimiz şarkıları, türküleri, şiirleri ve marşları en yüksek sesimizle avazımız çıkana kadar bağıra bağıra okuduk onlara inat. Uğradığımız hukuksuzluk karşısında yine sesimizi duyurmak için açlık grevine başladık. Avukatların bize yolladığı şekeri ve suyu sadece bir gün bize ulaştırdılar. Diğer iki gün ise, ‘Size yetmedi. Diğerleri istedi onlara verdik’ diyip bizi kandırdıklarını sanarak direncimizi kırmaya çalıştılar. Açlık grevinde olduğumuzu bildikleri halde yemek getirip ekmekleri hücrelere attılar. Bizleri kendileri gibi iradelerini satanlardan zannediyorlardı”
Çiçek, içeride kaldıkları süreci şöyle anlattı:
“Ufak bir boşluktan hücrelerimizin olduğu koğuşun koridorunun tavanında küçücük bir pencere vardı. Karşımızdaki sinir bozan o bozuk saate inat yerin yedi kat altından sabah olduğunu göğün mavisini gördüğümüzde anlayabiliyorduk sadece. Sabah mı akşam mı olduğunu diğer hücrelerdeki arkadaşlara söylemek bana düşüyordu. Çünkü sadece ben o küçük pencereyi görebiliyordum. Arkadaşlar bana ‘En şanslımız sensin. Pencere kenarı sana düştü’ diyerek şaka yapıyorlardı. Bu halimizde bile gülmeyi yine becerebiliyorduk. Birbirimizden farklı fikirlerimiz vardı. Hücreden hücreye seslenerek birbirimizi incitmeden felsefe, tarih, edebiyat ve ideolojilerimizi tartışıyorduk. Sesi en güzel olanlarımız türküye başlıyordu. İlk önce biz, sonra diğer koğuşlar da başlıyordu türküyü söylemeye. En son tabii alkış kıyamet…”
Çiçek hastaneye götürüldüklerinde yaşadıklarını şöyle anlattı:
“Adliyeye çıkacağımız üçüncü gün yine Bayrampaşa’ya sağlık kontrolü için getirdiler. Ellerimiz ters kelepçeli, serçe parmaklarımıza kadar uyuşmuş ve morarmış olarak götürüldük hastaneye. En çok darp edildiğimiz gün bu gündü bizim için. Hastanenin arka kapısı denebilecek tenhalıkta bir kapının önüne getirildik otobüsle. Ardından bizi tek tek indireceklerini söylediler. Biz ise hepimizin kelepçeleri çözülmediği takdirde otobüsten inmeyeceğimizi, sağlık raporu için hastaneye gitmeyeceğimizi söyledik. Ardından ilk önce hastanenin arka tarafını komple insanların giremeyeceği biçimde kapattılar. Ardından otobüsün içine kalabalık bir şekilde girerek ters kelepçeliyken bizi dakikalarca dövüp tek tek otobüsten aşağı attılar. Sürükleyerek hastaneye soktular. Hastanenin içinde yere yatırılarak darp edildik. Yine oradaki doktorlar bizim ne attığımız sloganlara ne de çığlıklarımıza dönüp bakıyordu. Sadece bir kişi üst katlardan bize yapılanları telefonla kaydetmeye çalıştı. Ancak onun dışındaki doktorlar(!) polise işaret ederek bizi hedef gösterdi. Ardından polisler üst katlara koşmaya başladı. Sonrasını maalesef bilmiyoruz”
“Evimizde, karakolda, hastanede, otobüste gözaltı süremiz boyunca sürekli bir işkenceye maruz bırakıldık. Bizi bunlarla yıldıracaklarını düşünenler bilsinler ki son sözü biz söyleyeceğiz. Tıpkı içeride, dışarıda hep söylediğimiz gibi: Ferman devletin, üniversiteler bizimdir!”
Tuana Uğuz da Boğaziçi protestolarının üniversiteyi ve memleketi yeniden kurma çağrısı olduğunu anlattı. Uğuz şunları söyledi:
“Üniversiteler geçmişten bugüne birbirinden bir o kadar farklı ama bir o kadar da aynı düşüncelerin dile getirildiği bir çok eylemin adresi olmuştur. Bu eylemler bazen üniversitelerin özsorunlarına dönük bazense memlekette yaşanan birtakım toplumsal olaylara dair üniversitelilerin aldığı tutumu belirtmek için yapılmıştır. Geçtiğimiz günlerde yaşadığımız kayyum rektöre karşı yapılan Boğaziçi eylemlerinde yasadığımız gibi üniversitelilerin pandemi koşullarında kapatılmış olan üniversitelerini savunmaktan vazgeçmemesi durumu tarihin bizleri yanıltmadığını bir kez daha göstermiştir”
Uğuz, “Gençlik kendi karakterinin gereği olanı Boğaziçi eylemlerinin ilk gününün ardından yapılan ev baskınları, yasaklamalar, saldırılar ardından Türkiye’nin dört bir yanında akademik özgürlük, özerklik talebiyle gerçekleştirdiği eylemlerle gözler önüne sermiştir” diye belirterek sözlerine şöyle devam etti:
“Bu eylemlerden ve üniversitelilerin iradesinden görülenin altını özenle çizmek gerekir. Cinsiyetçi, homofobik, kayyum rektör istemiyoruz sloganları İstanbul’dan İzmir’e Hopa’ya kadar uzanan bir talep değildir. Bu topyekun iktidarın gerici, piyasacı, faşist saldırısı karşısında üniversiteyi, memleketi yeniden kurmanın çağrısıdır. Bu çağrı tüm üniversitelilere bedenimizde, bilincimizde, yüreğimizde taşıdığımız değiştirme gücünü hatırlamaz hatırlatma çağrısıdır. Bir kez daha söylemekte fayda görüyorum. Tarih gençliğin önderlik ettiği mücadelelerin tüm memleketi sarıp sarsan örgütlülüğüne hep tanık olmuştur. Bunların kimi başarıyla kimi başarısızlıkla sonuçlanmış olsa da değişmeyen tek bir şey vardır o da cüretimiz ve irademizdir. Unutulmasın ki bir damla cüret yetecektir, bu denizi taşırmaya. Hadi bir kez daha söyleyelim… Üniversiteler bizimdir, bizimle özgürleşecek!”
Sendika.Org (Derya Saadet)