“Boğaziçi’ndeki emektar hocamız Stephen Voss’tan aldığım ilk derste tabir-i caizse felsefeye âşık olunca çizeceğim yol kendini bana göstermiş oldu. Felsefe okudum ve bir yandan da sinema dersleri alıp dil öğrenmeye devam ettim. Yani çevirinin okulunu okumadım. Ama yabancı dil eğitimimin de sunduğu olanaklarla sonra 2011’de Erasmus Değişim Programı çerçevesinde Fransa’ya gittim. Latin Amerika’yı ise yıllardır hep merak ediyordum. Hayatımın bir noktasında buraya geleceğimi biliyordum”
Toplumsal ve siyasal yaşamın farklı biçimlerde hepimizi köşeye sıkıştırdığından bahseder olduk farklı ortamlarda. Her gün bir yenisini yitirdiğimiz insanlarımız, gık demekten çekinir hallerimiz, geçim sıkıntısı, heteronormatif aile kurumu, ödenemeyen krediler, kaybedilen dostluklar, her an kapı önünde bekleyen yalnızlıklar … derken sohbetlerimizin yolu sıklıkla “ben de ya”lardan geçiyor. Öyle ki üç aşağı beş yukarı benzer şeyleri deneyimlemekten çoğumuzun konuşmasına bile gerek kalmıyor. Sosyal dayanışma ise varlıkla yokluk çizgisinde yokluğa daha yakın seyrediyor. Hâl böyle olunca “gitmek” pek çoğumuzun dilinde ama çoğumuz ya yeterli imkâna veya şansa sahip değiliz ya da gerçekten gidecek gücü bulamıyoruz.
Ben de kısaca anlatmaya çalıştığım bu haleti ruhiye içerisindeyken, hem Latin Amerika’da yaşama deneyimini hem de çeviri ve edebiyatla olan ilişkisini merak ettiğim, İspanyolca ve İngilizceden yaptığı çevirilerle bilinen çevirmen Banu Karakaş ile görüşmek istedim. Banu, son iki yılı Uruguay’da olmak üzere beş yıldır Latin Amerika’da yaşıyor.
Diyar Saraçoğlu: Banu merhaba, Latin Amerika’da 5 yıl kulağa oldukça ilgi çekici geliyor, hele de bugünlerde. Görebildiğim kadarıyla orada geçirdiğin bu yıllarda pek çok kitabın Türkçeye kazandırılmasını sağladın ve öyle görünüyor ki senin çevirilerinle daha nice kitabı da okuyacağız. Aklımda hem orada yaşamak hem de çeviri deneyimine dair pek çok soru var. İstersen hemen başlayalım. Üniversitede İspanyolca mı okudun, yani okullu musun? Latin Amerika’ya nasıl gittin, seni Latin Amerika’ya götüren hikâyenden bahsedebilir misin?
Banu Karakaş: Türkiye’deki gençlerin çoğunluğunun kaderi olduğu gibi ben de benimle çok alakalı olmayan bir bölümü, uluslararası ticaret bölümünü okumaya başladım. Bu bölümde şevkle okuyamadım. Daha çok kendi ilgi alanlarıma eğildim, hatta çeviriye de bu dönemde başladım. İkinci sınıfın sonunda da artık gerçekten ilgi duyduğum bir alanda akademik eğitim almak istediğime karar verince sosyoloji, tarih, sanat ve dil üzerine farklı bölümlerden dersler almaya başladım. Boğaziçi’ndeki emektar hocamız Stephen Voss’tan aldığım ilk derste tabir-i caizse felsefeye âşık olunca çizeceğim yol kendini bana göstermiş oldu. Felsefe okudum ve bir yandan da sinema dersleri alıp dil öğrenmeye devam ettim. Yani çevirinin okulunu okumadım. Ama yabancı dil eğitimimin de sunduğu olanaklarla sonra 2011’de Erasmus Değişim Programı çerçevesinde Fransa’ya gittim. Latin Amerika’yı ise yıllardır hep merak ediyordum. Hayatımın bir noktasında buraya geleceğimi biliyordum.
Buraya gelişimde ise kişisel hikâyemin toplumsallaştığı bir yer var. Herkesin aklında Latin Amerika ile ilgili sorular var, buna ben de dahilim. Benim kişisel hikâyemde dil eğitimimin yeri çok büyüktür. Öğrendiğim diller bana çok başka dünyaların kapılarını açtı. Hikâye dinlemenin ve anlatmanın türlü lisanda tadını aldım ve bunun hayatımın önemli bir parçası olacağını hep hissettim. Dil bilmenin getirdiği olanaklarla benim Latin Amerika merakım birleşince ortaya böyle bir yolculuk çıktı. Buranın hikâyelerini bizim memlekete taşımak istedim. Farklı deneyimlere sahip insanların ve halkların diyalog kurabilmesinin çok önemli olduğunu düşünüyorum. Böyle bir köprü kurabilmek belki bir hayaldi o zamanlar ama yavaş yavaş rayına oturuyor gibi.
Yola çıktığımda edebiyat çevirmeni olmak istediğimi biliyordum ama o dönemlerde rüştünü ispatlamış bir çevirmen değildim henüz. Hakikaten büyük ve zorlu bir yolculuk olacağını bilerek yola çıktım. Ama şunu belirtmek benim için önemli: Pek çok insanın uzaktan bakıp imrendiği şekilde “Artık ben de Türkiye’den gidiyorum, bu ülkeyi terk ediyorum,” diyerek yola çıkmadım. Günün birinde geri de dönebilirim. Aman göçmenlik bürosu duymasın! :) Türkiye’yle hep bir bağım oldu ve o bağ sürecek de. Yurt dışında oturup zihin emeği üreten biri olduğum için dışarıdan öyle gözükebiliyor çoğu zaman ama aslında gördüğün gibi benim burada olmamın Gezi Parkı meselesi veya AKP ile alakası yok. Bu yıllardır içimde biriktirdiğim bir keşif macerası benim için. İşin çeviri kısmı da biraz borç ödemek gibi. Benim buralara gelebilmeme katkı sağlamış, beni ben yapmış kişilere, özellikle kadınlara borçlu hissediyorum kendimi. Benim gördüğüm, okuduğum, tanıma şansına eriştiğim hikâyeler onlara da uzansın istiyorum.
İspanyolca meselesine gelince. Kafamdaki bu seyahat planı sebebiyle Latin Amerika’ya gelmeden çok önce öğrenmeye başlamıştım ama Buenos Aires’e geldiğimde hâlâ giriş seviyesinde biliyordum diyebilirim. Geldiğimde önce Buenos Aires’e yerleştim. Aslında niyetim yerleşmek değildi, İspanyolcayı sökene kadar sabit bir yere kök salabileceğimi tahayyül edemiyordum ama dili beklemediğim kadar hızlı öğrendim ve bir cahil cesaretiyle “burada yaparım ben” deyince gerisi çorap söküğü gibi geldi. İspanyolca çeviri yapmaya çok hızlı başladım. Bu kadar hızlı çeviri yapabileceğimi düşünmemiştim. Son iki yıldır da Uruguay’ın Montevideo şehrindeyim. Şimdi dönüp baktığımda daha kısa bir süre kalmama rağmen Montevideo’da daha yerleşik olduğumu hissediyorum.
Uruguay, Latin Amerika’da pek de bilmediğimiz bir ülke. Pek çok insan gibi aklıma hemen José Mujica geliyor ama onun haricinde oraya dair bildiklerimiz sınırlı. Merak ediyorum da orada senin haricinde Türkiye’den insanlar var mı?
Çok olmasa da bir grup insan var. Diğer ülkelerle kıyaslarsan azız diyebilirim ve hemen hemen herkes de birbirini tanır. Uruguay’da hayat nasıl diye ucu tamamen açık bir soru bana çok soruluyor. Bu sorunun tek bir cevabı yok. Türkiye’de nasıl bir sürü hayat varsa burada da çok farklı şeyler yapan göçmenler var. Çevirmeni de var, şirkette çalışan mühendis de, marangozluk yapan da. Bu konuda bilgi ve tavsiye isteyenlere yardımcı olamıyorum genelde. Bu sorular çok bağlamsız ve ucu açık geliyor bana çünkü.
Ekonomik olarak orada nasıl hayatta kalıyorsun? Türkiye’de kitap çevirileriyle yaşamak çok zor. Orada nasıl? Türkiye’ye yaptığın kitap çevirileriyle geçinebiliyor musun?
Türkiye’de geçinemiyorsanız Uruguay’da hiç geçinemezsiniz. Bu sadece kitap çevirisi için geçerli değil, hangi işi yaparsanız yapın böyle. Uruguay uluslararası camiada “Latin Amerika’nın İsviçresi” diye nam salmıştır zira. Gerçi bu daha ziyade Uruguay’ın bankacılık sisteminin İsviçre’ye benzemesinden kaynaklı bir ifade ama her hâlükârda pahalı bir ülke burası. Ülkenin kendi içinde sistemi çok oturmuş ve korunaklı. Hem oturtulan sistem hem de çok gelişmiş bir endüstrinin olmaması burayı pahalı bir ülke kılıyor. Tabii burada işçilerin günde 16 saat çalıştırıldığı tekstil atölyeleri de yok, o yüzden Türkiye’deki orta sınıfın alışık olduğu bir “ucuzluk” kültürüne de rastlanmıyor.
Yine de Latin Amerika’nın her yerinde görülmeyen toplumsal stabiliteye de burada rastlanıyor sadece. Zaten benim de geçen sene rahat rahat çeviri yapabilmek için geldiğim, sonra da kendimi evimde hissedip kaldığım bir yer oldu. Geçen sene buraya taşınmamın sebebi de Don Kişot gibi dev bir projenin altına giriyor olmamdı, sakin bir yerlere çekilmek istedim bu işi yaparken. (Aslında Don Quijote demek lazım tabii ama bizde Fransızcadan yapılan çevirilerle Don Kişot olarak oturmuş bir defa).
Don Kişot olup olmadığı belli olmayan incecik kitapları saymazsak bildiğim kadarıyla Don Kişot’un Türkçede tam metin olarak yalnızca bir çevirisi var. Sen neden Don Kişot gibi hacimli bir kitabı çevirmek istedin merak ettim?
Don Kişot, bildiğimiz anlamıyla romanın ilk örneği. Böyle klasik bir eserin memleketimizde tek bir çevirisi olması bence büyük bir eksiklik. 25 senedir başka çevirisi çıkmadı. Ama zaten Türkiye’deki yayıncılık dünyası çok emekler halde, bir yandan. Roza Hakmen harika bir çevirmen, ama arkasından gelen yetkin bir İspanyolca çevirmeni göremiyorum. Diğer Batı dilleriyle daha köklü ilişkilerimiz olduğundan o dillerde durum farklı ama İspanyolca ve Portekizcede eksik çok büyük. Ben de çevirinin araştırması ve kaba halinin tamamlanması için önce kendimi otuz haneli, nehir kenarında kuş uçmaz kervan geçmez bir köye kapattım. Sonradan şehre yerleştim. Bir çevirmen olarak benim için çok güzel ve geliştirici bir deneyim de oldu. Piyasaya çıkmasını sabırsızlıkla bekliyorum.
Az çok oraların siyasal gündemlerini takip ediyoruz ama gündelik yaşam tahmin ettiklerimizden farklı olsa gerek. Bu coğrafyadan giden biri olarak seni nasıl görüyorlar? Orada göçmen olarak ne gibi zorluklarla karşılaşıyorsun? Milliyetçi tutumlarla karşılaşıyor musun mesela? Bir de gastronomi ile ilgili bir soru sormak istiyorum. Orada yemekler nasıl? Bizim alışık olduğumuz çay, bulgur gibi temel ürünler orada da bulunuyor mu?
Beyaz olduğum için beni Avrupalı olarak görüyorlar ama birçok insan Türkiye’nin nerede olduğunu bile bilmiyor. Geçen gün bir arkadaşımla bunu konuşurken okulda sadece Avrupa tarihi öğrendiklerinden, dünya tarihini bilmediklerinden yakınıyordu biraz. Avrupa’yı daha yakından tanıma imkânı elde etmiş, özel ilgi göstermiş kişilerin biraz fikri var sadece. Dünyadaki direniş hareketlerini takip eden kesimler Kürt hareketini tanıyorlar biraz. Onun haricinde insanların genel olarak bir bilgisi yok Türkiye’ye dair. Hangi dillerin konuşulduğunu bilmeyenler bile oluyor. Ama biz de bilmeyiz her ülkenin dilini. Diğer sebeplerin yanında bu yabancılık, bu uzaklık beni buraya çeken sebeplerden biriydi diyebilirim hatta. Halbuki üçüncü dünyalılığımız olsun, maçoluğumuz, ataerkilliğimiz olsun, kanlı devrimlerimiz olsun, ortak noktalarımız da çok Latin Amerika kültürü ve tarihiyle.
Milliyetçiliğe gelirsek. Burada da var tabii ki, modern devletler bu şekilde ayakta kalıyor. Bir göçmen olarak karşılaşılan sorunlar ise nerenin göçmeni olduğunuzla alakalı. Ben beyaz bir insanım. Amerikan yerlisi, Latin yerlisi olsaydım daha farklı olurdu. Ben Avrupalı ve beyaz olduğum için onlarla birebir aynı sorunları yaşamıyorum. Perulu veya Paraguaylı biri ise elbette yaşıyor. Bir de ben daha çok Buenos Aires ve Montevideo deneyimine sahip biriyim, Rio de la Plata bölgesi çok ağırlıklı olarak Avrupalı beyaz göçmen nüfusun nüfuz sahibi olduğu bir yerdir. Sonuçta burası Küba değil, özel mülkiyetin hâlâ geçerli olduğu memleketler buralar ve o özel mülke sahip olan kesimi oluşturanlar belli. Buranın sınıfsal derdini yine kıtanın yerli göçmeni, siyah halkı vs. çeker. Hizmet sektörünün yükünü onlar sırtlamıştır. Manavından hamalına, garsonuna kadar ne kadar vasıfsız iş varsa ağırlıklı olarak Amerikanın yerli halklarına mensup kişiler çalışır. Bu durum Arjantin’de daha belirgin yaşansa da Uruguay’da da durum çok farklı değil tabii ki.
Gastronomi soruna gelecek olursam Akdenizliler ve Ortadoğulular olarak burada büyük bir hüsran ve özlem içinde yaşadığımızı söyleyebilirim. Mesele ürünlerin olmamasından ziyade tüketim kültürümüzün farklı olması. Yemekle kurulan ilişki bizden çok farklı. Buralara göç eden orta sınıfın ilk karşılaşma yaşadığı yerlerden biri bu yemek meselesidir hatta. Ama çay niyetine içilen mate üzerine kitap yazılır tabii, o ayrı. Uruguay’ın hareketsizliğini anlatmada çok güzel bir referans noktası olarak kullanılabileceğini düşünüyorum mate’nin.
Zaten Uruguay’ın sakinliği, değişmezliği, eskiliği kime sorsanız ilk olarak bahsedeceği özelliklerindendir. Bu da buraya melankolik bir hava katıyor. Hatta Arjantinli -ama yıllar önce Montevideo’ya göç etmiş- yazar Carlos María Dominguez’in bununla ilgili geçenlerde yaptığı bir tanımlama cuk oturuyor: “Montevideo’da geçmiş, şimdiki zamandan daha baskındır,” diye söylemişti bir röportajında. Zamanın içinde bir yerde durmuş gibidir bu şehir.
Latin Amerika’ya dair merak ettiğim konulardan biri de toplumsal cinsiyet meselesi. Orada göçmen bir kadın olarak yaşamanın getirdiği ekstra zorluklar var mı? Türkiye ile kıyaslayabilir misin?
Yine Latin Amerika’nın genelinden bahsetmem için çok basmakalıp yorumlarda bulunmam gerekir. Latin kültürünün ne kadar maço olduğu herkesçe malum. Türkiye’de sokakta yaşanan sözlü tacizden tut, kapalı kapılar ardında yaşanan en ağır şiddet vakalarına kadar bizim aşina olduğumuz sorunlar elbette buranın da gerçeği. Göçmen bir kadın olarak yaşadığım zorluklar, sanırım nereye gitsem yaşayacağım zorluklar. Bekâr kadınların rahat bırakıldığı bir memleket henüz görmedim ben, ama Uruguay’da hareket alanının daha geniş olduğu kesin. Bir de kazanılan haklar bakımından Uruguay’ın durumu yine diğerlerinin arasından sıyrılıyor. Mesela Arjantin’in diktatörlük döneminde hemen hemen tüm haklar askıya alınırken -Arjantin’in diktatörlük yıllarında boşanmak mümkün değil- Uruguay’da bu hak hiçbir zaman kaybedilmemiş. Güney Amerika’da sadece talep üzerine, koşulsuz şartsız kürtajın yasal olduğu tek ülke Uruguay. Latin Amerika’ya bakarsak onun dışında sadece Küba var, Meksika’da da eyalete göre değişiyor.
Toplumsal cinsiyete dayalı ayrımcılığın olmadığı bir memleket elbette yok ama özellikle Uruguay’da diyalog ve tartışma kültürünün daha oturmuş olduğunu görüyorum ben. Şöyle çok ilginç bir örnek vereyim. Uruguay’da trans bireylerin haklarını korumak amacıyla oluşturulmuş ve yürürlükte olan bir yasa var. Trans bireylerin cinsiyet kimliklerinin beyana dayalı olarak tanınmasından pozitif ayrımcılık kurallarına kadar bir dolu düzenlemeyi içeriyor. Geçen sene merkez sağ partisi seçimler yaklaşırken “her vatandaşın anayasa kurallarına göre kanun karşısında zaten eşit olduğu” gerekçesini göstererek bu yasanın iptal edilmesini önerdi ve bütün ülkeyi bunu tartışmaya zorladı. Neticede uzun süre gündemde kaldıktan sonra yasa referanduma götürüldü ve halk hayır oy çoğunluğuyla yasanın kaldırılmamasına karar verdi. Bu bence halkın tartışma, diyalog ve toplumsal dayanışma kültüründe inanılmaz ileri bir seviyeye işaret ediyor.
Anlattıklarından “Latin Amerika” ifadesini kullanarak soru sormanın oradaki ülkelerin özgün durumlarını da kaçırmak anlamına geldiğini kavrıyorum. “Latin Amerikalar”dan söz etmek daha doğru sanki…
Kesinlikle.
Biraz da Latin Amerika edebiyatına ve hatta sanatına dair konuşalım. Orada edebiyatla, sanatla kurulan ilişki hakkında neler söylemek istersin? Türkiye’de oranın edebiyatı ABD ve Avrupa’ya kıyasla daha az biliniyor. Daha çok da Galeano, Cortázar, Borges, Márquez gibi kişiler üzerinden biliyoruz. Sen nasıl görüyorsun Latin Amerika edebiyatını?
Yine bir önceki sorunla aynı sebeple genel bir Latin Amerika edebiyatından bahsetmek için çok geniş kalıplara sığınmak gerekecek. Ama ben yakından takip ettiğim için belli örüntüler yakalıyorum elbette. Geneli için kesin olarak söyleyebileceğim bir şey varsa o da bu coğrafyada şairlerin çok aktif olduğu ve okundukları. Şiir dinletileri, şiir kolektifleri, etkinlikler çok yaygın. Bir de dil ortaklığından dolayı birbirinden etkilenmeye, birbirine destek olmaya müsait bir coğrafya. Bazen koşullar öyle bir tesadüf ediyor ki bir bakmışsın Arjantinli bir yazarın ilk kitabı bir Şili yayınevinden çıkmış. Kıta içinde bir hareketlilik var. Sanatçının sanatla kurduğu ilişkiye de bir ciddiyet katıyor aslında. Vaktinin büyük kısmını ayırdığı esas gelir kaynağı ne olursa olsun çoğu insan kendini icra ettiği sanatıyla tanımlıyor. “Bankacıyım ve boş zamanlarımda gitar çalıyorum” demek yerine “Bankacı ve müzisyenim” demeyi tercih eder, bu çok ilginç bir ayrıntı bence. Tabii bunun hazla kurulan ilişkiyle alakası var ama o kadar detaya girmeyeyim.
Latin Amerika edebiyatı soruna gelirsek, orası bir derya. Elbette biz daha çok uluslararası ün kazanmış yazarları biliyoruz, senin saydıkların başta olmak üzere. Ama mesela Eduardo Galeano edebiyatçı mıdır? Değildir. Yazar, evet. İyi ve üretken bir gazeteci ama edebiyatçı değil. Üstelik bizim bildiğimiz kadar yaratıcı ve nükteli bir yazar da değil. Mesela “Gölgede ve Güneşte Futbol” diye bildiğimiz bir kitabı var. Bu isim aslında Galeano’nun yaratıcılığı değil, “gölgede ve güneşte” İspanyolcada “ne olursa olsun/sürekli” anlamında bir deyimdir ama düz çevirince böyle hoş, şiirsel bir havası olmuş. Yine daha önce dediğim gibi İspanyolcayı iyi bilen çevirmen bulunmamasından kaynaklanıyor bunlar. İspanyolca çevirilerimiz çok eksik.
Son olarak çeviriye dair de konuşalım istiyorum. Son yıllarda İngilizceden ve İspanyolcadan pek çok eseri Türkçeye kazandırdın. Çeviri deneyiminden biraz bahseder misin? Çevirmenlerin yayınevleri tarafından yoğun bir şekilde sömürülmesi başta olmak üzere bu alandaki zorlukları sen de yoğun bir şekilde yaşıyorsun diye tahmin ediyorum. Bu konuda neler düşünüyorsun?
Çeviri hiç bitmeyen bir yolculuk, insan her zaman öğrenmeye açık olmalı. Sürekli okumanız ve bir gözünüzün açık olması gerekiyor. “Ben çevirmenliği öğrendim bitti” diye bir şey yok. Durmadan öğrenmeye devam etmek, sözlük karıştırmak, araştırmak, araştırmak gerekli. Bunu sürekli kılabilmek de ciddi bir öz disiplin gerektiriyor. Sisifos’un mücadelesine benzetiyorum ben çevirmenliği. Her şeyin bu kadar anlık olduğu, mimlerle emojilerle yaşadığımız hızlı bir çağda üç aylık bir işe girişmek biraz delilik çünkü.
Aslında bu konuyla doğrudan ilgili olmasa da benim çevirmenliğin meslek yönü üzerine düşünmemi sağlamış çok iyi bir kitap var. Değerinin henüz pek bilinmediğini düşünüyorum ama zamanla okurunu bulacaktır. Matthew B. Crawford’un Eşyanın Dilinden Anlamak kitabı. Bu kitabı Türkçeye ben çevirdim ve çevirirken çok şey öğrendim. Kafamda dağınık halde duran birçok şey yerli yerine oturdu. Aslında bu meseleyle alakasız bir konu konuşuyormuş gibi geliyor çünkü mekanik yahut elle yapılan işlerin insan ruhunun ne büyük bir ihtiyacını karşıladığından bahsediyor. Kitabın yazarı akademik eğitimini felsefe doktorası yaparak tamamladıktan sonra bir düşünce kuruluşunda başladığı ofis işinde mutlu olamayınca bir motosiklet tamirhanesi açmış. Kitapta da günümüz çalışma hayatındaki ofis işlerinin insan ruhunda ne gibi yaralar açtığını irdelerken bir anlamda emeğe dair felsefi bir tartışma başlatıyor. Ben de bu tartışmadaki emek, ruh, ahlak ve psikoloji dörtgeninin nasıl sıkı sıkıya örülü olduğunu kendi icra ettiğim meslek üzerinden okudum. Kitabın en temel iddialarından biri bize iyi gelen işlerin bizim zihnimizin üretmediği, kendi bağımsız mekanizmasına sahip bir dünyaya girerek icra ettiğimiz işler olduğunu söylüyor. Burada kilit nokta zihnimizin kurallarından bağımsız, nesnel bir dünyaya tabi olarak iş yapmakta yatıyor. Nitekim yazar bu tür meşgalelerin içine dil öğrenmeyi de dahil etmiş. Tabii ki yazı yazmada bir yaratıcılık söz konusu, fakat o seviyeye gelene kadar bir dili öğrenirken önce o dilin kurallarına tabiyiz. Yani istediğimiz gibi at koşturup egomuzu dayatabileceğimiz bir yer değildir. Hatta kendi kafamızdan çıkıp başka bir dünyaya girmemiz, oranın nesnel kurallarına göre hareket etmemiz gerektiğinden bu tür mesleklerin icrasının narsizmin çaresi olabileceği ihtimalini ortaya atıyor. Ben çevirmenlikte yaptığımızı buna çok benzetiyorum.
Bizim işimizin dengesizliği ve ironisi de burada galiba. Sürekli devam eden bir çalışma gerektirdiğinden birim değerini ölçmek zorlaşıyor, bu da onu sömürüye açık hale getiriyor sanırım. Yine de bu sömürüde kabahati tamamen yayınevlerinde, özellikle küçük ve orta ölçekli yayınevlerinde aramamak lazım diye düşünüyorum. Türkiye’de kağıt fabrikamız bile yok. Bu fabrikanın kapanması yayıncılık sektörüne atılmış çok büyük bir baltadır.
Bu noktada Çev-Bir’in varlığı önemli değil mi?
Çok önemli elbette. Aynı işle meşgul olan insanların yan yana durması her alanda çok mühim. Ama Türkiye’de bir arada durma, birlikte düşünüp tartışıp mücadele etme kültürü zayıf maalesef. Yine Uruguay’dan örnek verecek olursam, burada sendikalar da çok güçlü mesela. Yaşanan en ufak bir huzursuzlukta veya ihmalkârlık durumunda öğretmenler haklarını alana kadar grev yaparlar. Herkes de olağan karşılar bunu. Emeğin değeri burada başka tartışılıyor. İnsanların vakti kıymetli.
Fakat bizde bu durum değişmez diye bir şey yok. Şunu da unutmamak gerekir ki Çev-Bir de yeni sayılır ve gelişip büyümeye çalışıyor, belli adımlar atılıyor. Neticede edebiyatımız ve yayıncılık sektörümüz hâlâ emekler halde. Çeviri Türkiye’de aslında 90’lardan sonra iyice büyüyen bir alan oldu diyebiliriz.
Türkçeden İspanyolcaya bir şey çevirdin mi?
Gerekli olduğunda çeviriyorum. Türkiye’den bir yayıncıyla Ferit Edgü çevirme planımız var. Böyle bir projeyi gerçekleştirebilirsek ben şahsen çok mutlu olurum. Aynı şekilde sevdiğim başka yazarları da çevirmeyi/çevirtebilmeyi çok isterim. Sema Kaygusuz’u İspanyolcaya kazandırabilsek harika olur mesela. Sevgi Soysal’ı, Tezer Özlü’yü, Barış Bıçakçı’yı Latin Amerika’yla diyalog halinde görmek çok heyecan verici olur bence.
Buralara dair neleri özlüyorsun?
Başta Türkiye’deki arkadaşlarımı özlüyorum. Aslında özlediğim şey birlikte aynı dilde üretim yapabildiğim insanların yanında olabilmek. Onun dışında insan her şeye alışıyor. Sadece Türkçe tartışıp fikir teatisi yapabileceğim arkadaşlarım az sayıda burada. Bunu gerçekten özlüyorum. Ama bunun bilinçli bir tercih olduğunun da farkındayım. Bu kadar çok memleket ve dünya görmenin öbür tarafta bir bedeli var neticede. Buralara adapte olacağım derken son dört yıldır Türkiye’ye gitmedim. Pandemi olmasaydı bu yılın sonunda gitmeyi düşünüyordum ama kısmet değilmiş.