Google’ın övünerek son birkaç ayda 1 milyonun üzerinde kaydı sildiğini söylemesi olayın boyutunu ortaya koyuyor. Bu aynı zamanda Alman devletine verilen bir sinyal. Kim bu engellenen kişiler? Dünyaca tanınmış ve onlarca yıldır kendi alanlarında uzman olarak bilinen kişilerin söylemlerinin, yazılarına ulaşımın engellenmesi, videolarının silinmesi ile vardığımız nokta Orwell’in 1984’ünü çağrıştırıyor
Avrupa’da sosyal medyanın sınırlandırılması tartışmaları uzun süredir gündemde. Yönetenlerin hoşuna gitmeyen paylaşımları, web kayıtlarının arama motorlarından silmeleri ve kısıtlamalar getirmeleri için Google, Facebook ve Twitter üzerinde baskı uygulanıyor. Avrupa’da para kazanan özel şirketler devletlerin açıktan yapmadığı sansür ve ajanlık görevlerini üstlenmek zorunda bırakılıyor. Karşılığında kazandıkları milyonları, vergi cennetlerine (ki bu yüzde 10’lara kadar düşen vergi anlamına geliyor) taşımalarına göz yumuluyor. Bu şirketler neyin doğru neyin yanlış olduğuna karar veriyorlar. Sansür için öne sürülen bahaneler de genellikle neo-Nazi radikal sağın yaptığı paylaşımlar. Oysa Nazi propagandasının önlenmesini öngören yasalar halihazırda var, yani bunun için bu sansür düzenlemelerine gerek yok.
Zaten olay biraz incelendi mi ortaya çıkan gerçek, bunun hiç de neo-Nazi propagandasını engellemekle alakası olmadığını gösteriyor. “Modern” Avrupa’da sansürün olmadığını iddia edenler sanırım bugün yaşananların da farkına varmayacaklar. Ötekileştirmenin başını çeken yönetenler hiç zorlanmadan kendilerine yeterince yandaş gazeteci ve sözüm ona aydın bulabiliyorlar. Yukarıdan bir emir gelmesine gerek yok. Kendi istemleri ile kolları sıvayıp topluma verilmesi gereken bilgileri sansür süzgecinden geçirerek veriyorlar. Bu uygulama korona döneminden çok önce başlamıştı. Bugün çok daha güçlü ortaya çıkmasının sisteme entegre olmuş gazetecilerin ayrıcalıklarını kaybetme korkusu da eklenince daha da yaygınlaşıyor. Korona günlerinde kaliteli gazeteciliğin mercekle arandığı bir dünyada yaşıyoruz.
Kâr peşinde koşan özel televizyon kuruluşlarını anlamak belki mümkün olabilir ama kamu televizyonlarının toplumu manipüle etmesi, açık sansür uygulaması kabul edilemez. Kimse çıkıp da “Ben senin patronunum, senin maaşını ben ödüyorum, karşılığında da senden tarafsız ve kaliteli yayın yapmanı bekliyorum” diyemiyor. Diyenler de derhal ötekileştiriliyor ve daha kötüsü itibarsızlaştırılıyor. Hiçbir eleştiriye tahammül edemiyorlar. Türkiye’deki gibi KHK’ler ile ihraç yok ama meslekten uzaklaştırma, açığa alma ya da sürgüne göndermeler gündeme geliyor.
Hele yasaların üzerine oturtulmuş, kâr amaçlı çalışan özel şirketlerin (internet devlerinin) yargıçlığa soyunması, kullanıcılarını kontrol etmesi hiç kabul edilemez. Aslında tam tersi olmalı; kontrol edilmesi gereken şey, kişisel verileri satarak para kazanan bu devlerin faaliyetleridir. Ama korona döneminde karşılıklı çıkarlar ağır basıyor.
Toplumda sansürcü koroya katılan o kadar çok insan var ki, kimse gelmekte olanın bilincinde değil ya da farkına varmak istemiyor. Bu durum da kalitesiz gazeteciliği daha da güçlendiriyor. Temsili bir yasama (meclis) ile yürütmenin (hükümetin) yargı yollarını kapatması ya da zorlaştırması kapitalizmde hep vardı. Yeri geldiğinde uygulamaya konur, gerekmediğinde kenarda tutulurdu. Bugün her seferkinden daha büyük bir gereksinim var, bunun nedeni de bastırılacak kesimin büyük olması.
68 kuşağını destekleyen akademisyenler, işçiler, bilim insanları radyo, televizyon ve basılı yayın organlarında ifşa edilirdi. Bugün bunun üstüne sosyal medyada da susturulmaları için sansürün yolları aranıyor. Geçmişte de devleti eleştiren insanlar bundan nasibini alıyordu. Ama parlamento dışı muhalefetin güçlü olduğu bir ortamda, etkisi hissedildi ama çok da öteye gidemedi. O dönemlerde de insanlar işlerinden oldular, çeşitli saldırılara maruz kaldılar. Dayanışmanın yüksek olduğu bir ortamda kendilerini bugünün tersine yalnız hissetmediler. Ellerini uzatacak sıcak bir el bulabiliyorlardı.
1980’lerde onların izinde gelişen sol muhalefet ve yeşil hareketi, ekoloji hareketi, nükleer karşıtı hareket sadece devletin bu konulardaki sorumluluğu üzerine yoğunlaşmış ama kapitalizm eleştirisini ya hiçe saymış ya da ikinci sıraya itmişti. Devletin televizyonları ve bazı gazeteciler eski rollerini oynasalar da toplumu manipüle etme çabaları bekleneni vermemişti.
Ve devlet yeni bir yöntem aramaya yöneldi. 1983 seçimleri ile yabancılar günah keçisi ilan edildi ve bugüne kadar bu konuda değişen bir şey yok. İnternetin olmadığı dönemlerde bu görevi üslenen devlet radyo ve televizyonları ve gönüllü yandaş yazarlar, gazeteler oldu.
Devlete dokunmayan bin yıl yaşar şiarı ile 1990’lara gelindi.
Diyeceksiniz ki solun paramparça olduğu bir ortamda sansürün hedefi onlar değil. Haklı olabilirsiniz. Ama veriler bunun tam tersini söylüyor. Kapitalizmin eleştirilmediği bir süreçte hükümeti eleştirmekle yetinen muhalefet partilerinin devleti yönetmeye hazırlandıkları günümüzde sansürün hedefi de devletin bekasını koruma çabasından başka bir şey ifade etmiyor. Devlet tehlikeyi hep solda gördü ve saldırılar aralıksız devam etti.
Bazı örneklerle açıklayayım.
Temmuz 2001’de Cenova’da (İtalya) yapılan G8 Zirvesi’nde çok geniş bir direniş vardı. Hem sokakta hem de internette. Katılımcıların kaldığı bir okulda online platform Indymedia ve diğer internet aktivistleri de kalıyordu. Protestoların, sokak çatışmalarının (ki saldıran hep polis idi) yükseldiği bir ortamda okul polisler tarafından basıldı ve birçok kişi gözaltına alındı, darp edildi, ekipmanlar parçalandı ya da el konuldu. Devletin eli ile faşist bir saldırı gerçekleştirildi. Polisler Mussolini’yi öven sloganlarla ve şarkılarla gençlere saldırıyor, gözaltına alınanlara işkence yapıyordu.
Ardından Almanya oradaki çatışmaları bahane ederek sol içerikli Indymedia’yı yasakladı. Tabiî bunun öncesi ve sonrasında, medya üzerinden ağır bir kara propaganda başlatılarak toplum yasak kararına hazırlandı.
Haziran 2020 tarihinde Facebook’un CEO’su Mark Zuckerberg kendilerinin sosyal medyanın hâkimi olmayacaklarını, platformdaki siyasi tartışmalara müdahale etmeyeceklerini söylemesine rağmen binlerce sayfanın paylaşımını “bir şikâyet üzerine” engelledi. Engellemenin sebepleri çeşitli olsa da yasaklanan sayfaların hemen hemen hepsi sol içerikli ya da devlet politikalarını eleştiren sayfalar.
Google ve Youtube’da da durum farklı değil. Özellikle korona tedbirleri üzerine yapılan eleştiriler ya da tartışmalara engel hat safhada. Google’ın övünerek son birkaç ayda 1 milyonun üzerinde kaydı sildiğini söylemesi olayın boyutunu ortaya koyuyor. Bu aynı zamanda Alman devletine verilen bir sinyal. Kim bu engellenen kişiler? Dünyaca tanınmış ve onlarca yıldır kendi alanlarında uzman olarak bilinen kişilerin söylemlerinin, yazılarına ulaşımın engellenmesi, videolarının silinmesi ile vardığımız nokta Orwell’in 1984’ünü çağrıştırıyor. Faşizmin geldiğini, sokakta üniformalı SS subaylarını görünce kabul edeceklere cevabım: daha çok beklersiniz. Faşizmin ruhu Almanya’da hiç eksik olmadı. Bundan üç yüz yıl önce Voltaire’in söylediği gibi: “Eğer hükümet haksızsa, haklı olmak çok tehlikelidir.”
Peki kim bu engellenen kişiler, sayfalar, videolar?
1947’de doğdu. 1966’dan itibaren Hamburg ve Berlin’de tıp ve sosyal pedagoji okudu. Çeşitli alanlarda hekim olarak çalıştı. Almanya’nın ünlü akciğer hastalıkları üzerinde uzman hastanesi Großhansdorf’ta görev yaptı. 7 ayrı alanda uzmanlık eğitimini bitirdi. 1988’den beri Alman Sosyal Demokrat Partisi (SPD) üyesi. Flensburg Üniversitesi’nde öğretim görevlisi olarak çalıştı. 1999 yılında Avrupa Konseyi Biyoetik Yürütme Komitesi’nde (CDBİ) görev aldı. Uzun zamandan beri Uluslararası Şeffaflık Kuruluşu Almanya Bölümü’nün (Transparency International Deutschland) yönetim kurulu üyesi.
Fişi çekilmek istenenlerin başında gelmesinin sebebi kendisinin onlarca yıldır ilaç sanayii ve politika arasındaki yakın temasa karşı mücadelesidir. Gerek Alman meclisinde gerekse de Avrupa meclisinde 1990’lı yıllardan bu yana rüşvete ve manipülasyonlara karşı verdiği mücadele ile hedef tahtasına konmuştu. O zamanların şaklabanları, ilaç sanayiinin lobicileri, toplum sağlığına ve devlet kasasına büyük zarar vermelerine rağmen bugün Alman hükümetinin danışmanı olarak çalışıyorlar. Wodarg, 2009 yılında domuz gribi aşısına karşı çıkarak toplumda yaratacağı yan etkilere ve ilaç sanayi ile Dünya Sağlık Örgütü’nün ilişkilerine dikkat çekmişti, yıllar sonra ne kadar haklı olduğu ispat edildi ama iş işten geçmişti.
Alman resmi televizyonları ARD, ZDF ve ARTE Alman-Fransız ortak televizyonunun tanınmış belgesel film yapıcısı. Ünlü filmleri halen Youtube’dan izlenebilir. Örneğin Täuschung – Die Methode Reagan (Yanıltma- Reagan’ın Metodu), Nazis und Faschisten im Auftrag der CIA (CIA hizmetindeki Naziler ve Faşistler), Mengeles Erben – Menschenexperimente im Kalten Krieg (Mengelenin Mirasçıları-Soğuk Savaş’ta insanlar üzerine deneyler) gibi daha onlarcası tarihe geçmiş filmleri ile sadece iyi bir gazeteci değil aynı zamanda iyi bir araştırmacı ve yapımcı. Ta ki Almanya’da alınan tedbirleri ve uygulanan politikaları eleştirene kadar.
Diğer devletleri eleştirmesi alkışlanırken birden devlet düşmanı ilan ediliyor. Yapımları televizyon ekranlarına yansımıyor. Aynı 2012’de yaptığı ve yayımlanmayan İsrail und die Bombe (İsrail ve Bomba) filminde olduğu gibi istenmeyen adam damgasını yiyor. Pandemi sürecindeki birçok yapıtı tekrar tekrar yüklenmesine rağmen Youtube, Google ve Facebook’ta engelleniyor.
Buna benzer yüzlerce isim var, silinen binlerce kayıt, ulaşılamayan sayfalar, video, Podcast… Yaratılan korku pandemisinde bu örnekleri gören ama çıkar ilişkisinde olan gazetecilerin susmasının sebepleri ortada. Belki bir şeyler söyleyecekler ama bu işin bir “aması” var anlaşılan. Objektiflik, bağımsızlık ve tarafsızlık Alman medyasında yabancı kelimeler olmuş durumda.
İşin en ilginç yanı ise Alman televizyonunun yayınlarının da Youtube, Google ve Facebook’tan silinmesi. Tabii ki eski yapıtlar, günün politikasına ters düşenler, politikacıların ya da “uzman virologların” eski röportajları. Bence bunun altında sadece Youtube, Google ve Facebook olamaz, onları yönlendiren bir güç var. Yoksa resmi televizyon yayınlarının silinme gerekçesi “bir şikâyet üzerine” diye açıklanamaz.
Alman hükümetinin aldığı kararları eleştiren kişilere yönelen saldırıların düzeyi bugüne kadar görülmemiş düzeyde. Tüm olanaklar kullanılarak, radyo, televizyon, internet ve gönüllü yandaş basının itibarsızlaştırma, kötüleme ve ötekileştirme çabaları, tersten bu insanların bilinmesi istenmeyen önemli şeyler söylüyor olabileceklerini gösteriyor. Eskiden beri “sola yakın” görülen Der Spiegel dergisi ya da günlük gazete Die Tageszeitung-Taz’ın da neoliberalizmin batağından çamur atmaları Almanya’da birçok şeyin değiştiğine işaret ediyor. Tartışılan bir hastalık değil! Sistemin kendisi. Bu da böyle olunca sol gösterip sağdan vuranların sayısı artıyor. Solumsu olanlar eskimiş sol giysilerini giyip devletin bekasını savunmaya yelteniyorlar.
Almanya’da neo-Nazi çetesi NSU tarafından öldürülen kişilerin ailelerine yapılan suçlamalar ve polisin verdiği enformasyon hiç sorgulanmadan radyo, televizyon ve gazetelerde en ince detayına kadar defalarca yayımlanmıştı. Eleştirel bir çatlak ses bile duymak, birkaç satır okumak mümkün değildi. Cinayetler toplumun bilincine mafya çatışması olarak kazındı. Medyanın düşünceyi nasıl manipüle ettiği, “Perception Management” ya da “Soft Power” adı altında yürütülen bu manipülasyonların insanlara ne kadar zarar verdiği yıllar sonra kendini gösterecek.
Seneler sonra, cinayetlerin failleri intihar ettikten sonra gerçeklerin bir kısmı ortaya çıktı. Ve hala ısrarla üstü örtülmek istenen şey Anayasayı Koruma Servisleri’nin Nazilerin işlediği suçlardaki rolü. Dosyalar 120 seneliğine kilit altına alınıyor. Burada da ne bir yazar ne de bir TV programı kendilerinde bir kusur görüyor; kimse “özeleştiri” vermiyor. Aldatılanlar dünyasında yaşamlarını sürdürüyorlar. Mahkeme oldubittiye getiriliyor ama ailelere, avukatlara NSU 2.0 imzalı ölüm tehditleri gitmeye devam ediyor. Yapanlar üç beş faşist değil, devletin resmi polis memurları. Neye sansür getireceksiniz, kucağınızda yetiştirdiğiniz kişilerin paylaşımına mı yoksa bunlara karşı mücadele eden kişilere mi? Dananın kuyruğunun koptuğu nokta burası. Sivil faşistlerin ifşa olduğu yerde devletin resmi faşistleri devreye giriyorsa, sorun devletin kendisidir.
Faşizm de sokaktaki üç beş kişinin kuracağı bir sistem değildir. İnternet üzerinden gelmeyeceği de hepimizin malumu. Önce SPD’nin sonra da Yeşillerin ve liberal solun anti-faşist hareketin içeriğini boşaltıp “mücadelenin” merkezine sivil faşistleri yerleştirmeleri, kapitalizmden hiç bahsetmemeleri boşuna değildi. Aynı yapılanmalar ve kişiler, devletin imkanları ile devlet içinde örgütlenen faşist unsurları görmemekte ısrar ettiler. NSU 2.0 bunun en bariz örneği. Yıllarca sosyal medyada sahte hesaplarla ırkçı-faşist paylaşımlar yapanlar, cinayetleri aydınlatmayanlar sansürü kime uygulayacaklar? Ordudaki Nazilere mi yoksa Anayasayı Koruma Servisleri’ndeki Nazilere mi?
* Bu yazıyı ilk önce Almanca yazmaya başlamıştım. Sonra Türkçe yazmamın daha doğru olacağını düşündüm. Almanya’nın demokratik hakların yüksek olduğu bir ülke olduğuna inanan insanlarımıza bazı gerçekleri anlatmayı daha doğru buldum. Eğer Almanya’ya gelmeyi düşünüyorsanız, demokrasinizi birlikte getirmeyi unutmayın.
Sendika.Org, yayın hayatına başladığından bu yana işçi sınıfı hareketinin, solun ve genel olarak toplumsal muhalefetin gündemine ilişkin, farklı politik perspektiflerden düşünsel katkılara açık bir tartışma platformu olagelmiştir. Sitemizde yayımlanan yazılar yayın kurulunun politik perspektifiyle uyumluluk göstermeyebilir. Amacımız, mücadelenin gereksinim duyduğu bilimsel ve politik bilginin üretimini zenginleştirecek tüm katkılara, yayın ilkelerimiz çerçevesinde, olabildiğince yer verebilmektir.